herkesin beklediği bir an vardır mutlak, hayata tutunsun diye
ancak o zaman bu fani ömrün taşıyıcısı bir adım daha atabilir yarına
“Yıllarca bu an’ı bekledim” diye mırıldandı Şahbanu, gözleri Ayşemin’in üzerinde gezinirken. Biraz hınç, biraz öfke, biraz nefret, biraz azâmet, çokça hasret vardı sesinin gerisinde. Bir annenin merhametiyle, bir annenin hiddeti birbirine geçmiş, bambaşka hisler biriktirmişti zaman içinde. “Bir kez olsun saraydan dışarı çıkmadınız. Yıllar geçti bir kez olsun Ayşemin için açılmadı şaşalı sarayın kapıları. Bekledim. Yıllarca haberin uçmasını bekledim bana. Rabbim geri çevirmedi beni kapısından. Hiç yitirmediğim inancımla bekledim, sizin kayıkla saraydan ayrıldığınız geceye değin. Yüreğim heyecansız atıyordu, sessiz ve bana sesini duyurmaya korkar gibi. Yıllar sonra Dâye, yüreğimin gümbürtüsünü duydum.”
“Şahbanu’nun sarayda habercileri mi vardı! Kimdi ki?” Dâye hayretle dinledi, dinlerken de kendi cümleleriyle sık sık oluşan derin boşlukları nâfile doldurmaya çalıştı. O kadar küçüktü ki bazen, o kadar sade ve düz. Keskin virajlar almak zorunda kalmadığı bir hayatı olduğundan hiç tırnaklarını çıkarmamış, hiç dişlerini göstermemiş, hiç sesini yükseltmek zorunda kalmamış, hiçbir zaman köşeye sıkışacak hâller yaşamamıştı. Bilmezdi entrikaları, yalanı, iş çevirmeyi, gizli dolaplar arası gidip gelmeyi, saçını başını yolmayı, gözlerini kan çanağına çevirebilecek öfkeleri. Şahbanu hiç başını kaldırmadan devam ediyordu konuşmaya. “Haberi alır almaz uçarak geldim buraya. Şâh’ın adamlarına görünmeden Dergâh’a girmek hiç kolay olmadı. Ardınızda onlarca göz var sizi gözetleyen. Onları bir şekilde atlatmanın yolunu bulup olabildiğince hızlı uzaklaşacağız. Uzun bir süre buradan çıktığınızı anlamamaları için elimizden geleni yapmamız gerekiyor. Hiç kolay değil. Ayşemin bu hâlde iken hiç kolay değil.” Sanki kendisiyle konuşuyordu. Dâye orada değilmiş gibi. Oda boşmuş gibi. Onu duyan bir Allah’ın kulu yokmuş gibi. Fasılasız ve usul usul ve hiç teklemeden, tökezlemeden, kelimelerine duygu katmadan, her zamanki asâletiyle vurgusuz, durgun denizler gibi, bulutsuz duru gök gibi. Yüzüne bakmak istedi Dâye o böyle konuşurken. Bakamadı. Cesaretini toplayıp kımıldanamadı. Ter içinde kalan vücudunun verdiği rahatsızlıkla nefes almaktan her an vazgeçebilirdi. Tahammül edilir gibi değil miydi Şahbanu ile aynı odada bulunmak! Derin bir nefes alıp gözlerini kapattığında Dâye, Şahbanu konuşmasını henüz bitirmemişti. “Alman gereken ne varsa toparla hemen, kapı bir kez daha tıklatıldığında buradan ayrılacağız!”
Emir çok netti. Dâye iki bohçayı hızlıca düzenleyip beline doladığında gözü raftaki kitaplara nedense takılıverdi. Heybesine atarken onları Ayşemin’in okumayı ne çok sevdiğini hatırlayıverdi. Kapı yeniden tıkladığında dondu kaldı yerinde. Şahbanu bir işaretle hareket etmemesi gerektiğini anlattı ona. Kapıyı açmadan evvel girintide duran gaz lambasını söndürüverdi. Kapının ardına geçmeden sağ boşluğunda durup kapıyı üç kısa üç uzun aralıkla tıklattı. Arkadan gelen cevap sadece iki kısa tıklamaydı. “Geldiler” diyerek gürültüsüz açtı kapıyı. Siyahlara bürünmüş iki heybetli adam başları önde, yüzleri sarılı içeri bir gölge gibi süzüldüler. Ellerinde iki salmanın arasına gerilmiş bezden yapılma taşımalık vardı. Onu yere bırakıp birisinin beline doladığı büyük siyah bez parçasını taşımalığın üzerine yaydılar. İki taraftan Ayşemin’i bir tüyü kaldırır gibi alıp bezin üzerine yatırıverdiler. Siyah beze doladıkları Ayşemin’in şimdi sadece solgun yüzü görünüyordu. İki ucundan alarak taşımalıkla beraber kapıya yöneldiklerinde Şahbanu önlerinde durup dışarıyı yokladı. Kaç kişiydiler acaba? Şahbanu bu kadar tehlikeli bir işe üç beş adamla atılacak saflıkta olamazdı. Bir alayı yanında taşımış olmalıydı. Biraz içi rahatlasın istiyordu belki Dâye. Biraz ferahlamaya fazlasıyla ihtiyacı vardı ki bu vücut daha fazla sıkıntıya dayanamayıp her an“çat” diye çatlayacaktı yoksa. Her işi onların ellerine bırakıp onları izlemeyi seçti Dâye. Üzerlerine aldıkları siyah feracelerle karanlığın içinde cümlesi birden gözden yitivermişti işte. Ara yollardan kıvrıla kıvrıla ilerlediler. Yel bile durmuştu, yaprak kımıldamıyor, “çıt” çıkmıyordu hiçbir yerde. Ağaçların iyice sıklaştığı keçi yoluna benzer yerlerden geçip gittiler, kimseye rastlamadan, kimselere demeden yönlerini. Daye bilemedi ne kadar yürüdüler, ne yöne yürüdüler. Korkudan dili damağı kurumuş, aklı durmuş, günlerin yorgunluğu ise yüreğine “tak” etmişti. Madem Şahbanu buradaydı artık, Daye de kendi yoluna gitse miydi ki? İzin çıkar mıydı onun gibi birisine bilemeden, dudağının ucunda hafiften bir gülümseme bile yakalayıvermişti hayretle.
Sonunda bayır aşağı inip bir duvara açılmış küçük kapıdan geçince gördü Daye ardı ardına dizili duran faytonları, atlıları. En büyük, en geniş; ama en alımsız olanına hiç zaman kaybetmeden yerleşip yola koyuldular. Geceydi. Gece gece uykuda olanlarla gece gece uyku bilmeyenler arasındaki fark metreyle ölçülemeyecek cinstendi. Ayşemin şatafatsız bir arabanın içinde salına salına uzaklaşıyordu Dergâh’tan bilmese de henüz. “İşte şimdi gerçekten kaçıyoruz saraydan” diye düşündü Dâye korkarak. Şâh’tan kaçmayı başaran çıkmış mıydı bugüne kadar haberi olmasa da kaçan Şâh’ın kızıydı nihâyetinde. Şahbanu’nun bile gözleri yıllarca takipte olduğuna göre Şâh’ın açık gözlerini aklına bile getirmek istemedi. “Hangi cesaret bizi bu noktaya getirdi?” diye sormadan edemedi sonra kendine. Bir an, sadece bir an bu öyküden sıyrılmayı diledi Dâye. “Ben de kaçmak istiyorum içine çekildiğim bu öyküden” derken kendine, sadece ona ait olan bir yol çizip çizemeyeceğini tartmaya başladı. “Gidecek yerin var mı?” sorusu bütün cümlelerin noktasını koyuverdi birden. “Varsa hiç durma, git.” “Ya yoksa!” karşılığını verdiğinde Dâye aslında biliyordu alacağını: “Gidebileceğin bir yer henüz yok demektir.” Aniden içi acıdı, burkuldu, buruldu, kıvrıldı; olmayan yaralar çıkıverdi kana bulandı, ateşlendi, bir yanıp bir soğudu… Kimsesiz olmak işte tam da böyle bir şeydi. O sahibi olanlardandı, kimsesi olanlardan değil. Sarsıla sarsıla ilerlediler nereye, kimseye söylemeden. Kervandaki asker sayısını kestirmek neredeyse imkân dışıydı Dâye için, ama yine de bu sayı Şâh için ne kadar da küçük bir sayı olurdu. Hâlâ ona ait topraklar üzerinde hızla gitmeye çalışırken manzara değişti, renk değişti, günler bitti geceye birleşti; tam da kaçmak eylemi üzerine idiler böyle. Şahbanu varılacak yeri bilirdi elbet de, yerin kulağı vardır bâbından söylemeye yanaşmadı. Sustular gözlerini hep dört açarak. Tedirgin, ürkek, av gibi hissediyorlardı kendilerini. “Ben” dedi sonunda Şahbanu Dâye’ye bakıp, “Alabileceğim her tedbiri aldım, yola çıkmadan.” Dâye boş gözlerle bakmaktan kendini alamadı bu zeki kadının yüzüne. “Bizi başka yerde arayacaklar, umuyorum ki uzun bir süre!” diye bitirdi cümlesini. “Entrikalar” diye düşündü Daye, “Saray demek entrika demekti bir anlamda.” Nedenini açıklamaya da hiç yeltenmedi. Bütün bunlar onu aşardı, entrika çevirmeyi bilmeyen biri entrika ile dost olamazdı sonuçta. Vazgeçti düşünmekten. Olacakları beklemek daha kolaydı madem, “bekle o hâlde” diye fısıldadı Dâye. Ayşemin yatıyor muydu, uyuyor muydu; kaçıyor, kaçırılıyor muydu? Bilmiyordu ki daha. O kolayı seçip kendisini bu dünyaya kapatmayı seçmişti. Gözlerini açtığında başka bir şehir karşılayacaktı onu. Anlamış gibi kaçırıldığını, annesinin yanı başında oturduğunu ateşi düşmüş, sadece uyuyordu şimdi. Şehre uyanmaya hazırlanıyordu belki. Şahbanu, “uzun bir yolculuk olacak bu” dedi. “Durduran çıkmazsa aylarca sürecek bir yolculuk.”“Aylarca!” diye düşündü Dâye. Bu kadar uzak yer var mıydı ki! Aynı yerde, dar alanda dönüp durmuştu dünyası. Şimdi başka dünyalara bakmayı öğrenecekti. Bakarken yaşamayı belki. Hep unuttuğu yaşamayı. Nefes alıp vermekten başka anlamlar taşıyan yaşamayı. Renkleri öğrenecekti belki. İsimlerinden başka taşıdıkları bin bir anlamı. Farklı iklimler dolanacaktı belki. Farklı kokular saracaktı elbiselerini. Maviyi denizde de bulacaktı mesela gökten başka. Uçan kuşların kanatlarında beyazı, mutluluğun canlılığında renkliliği tadacaktı. Belki o da Ayşemin’in kaçışıyla eski dünyasından kaçmaya başlamıştı bile farkına varmadan. Değişim hızlıydı, çarpıcıydı; büyüleyici hatta vazgeçilemez gibiydi. “Garip” diye düşündü, “hayat çok garip.”
geliyorum ey şehir!
beklenmediğimi bile bile, çetrefilli hâllerdeyim.
biraz ağırdan almak için, tepelerine yayılacağım şehrin
sabah sisi ile birlikte.
Ayestefanos Manastırı’nda soluğum kesilecek zaman zaman.