Mavi Bir Kuşun Kanadında Yitip Giden Özgürlük

En çok, uzun kıvrık kirpikleri arasından mavi mavi bakan bir çift gülen gözü özledim. Tatlı tatlı gülüşünü…  Hele bir de ak pak çehresine bir çocuk gülücüğü yayıldı mı, işte o zaman gözleri neredeyse tamamen kapanır; bir levha üzerine özenle çekilmiş hat gibi simsiyah kirpikler kalırdı geriye.  Gözlerinin üzerinden yanaklarına süzülen kıvrık parlak sarı saçları gölden su içmeye gelmiş küçük bir kırlangıç kuşu gibi eğilir, taa dudaklarına dokunurdu.
“Bana kuş resmi çizer misin baba?
Serçe, bülbül, muhabbet kuşu, kanarya…  Çizdiklerim üç aşağı beş yukarı birbirine benzer şeyler de olsa her seferinde başka bir kuşun adını söyler, sevinçten parıldayan gözlerini hayretle seyrederdim. Sonra alıp göğsüne bastırdığı her bir resimde onun kâğıttan kuş bahçesinin kanat seslerini beraber işitirdik.
Arka bahçeye bakan sedirin üstünde oturuyorum. Kulaklarımda Nura, İman ve Bessam’ın çocuk çığlıkları. Ağlamakla gülmek arası bir perdede yine paylaşılamayan bir oyuncak uğruna yapılan meydan muharebesi. Sedirin az ilerisinde rahmetli babamın kendi elleriyle diktiği yaşlı ceviz ağacı. Onun hemen altında evin inşaatından kalma kerestelerle yine rahmetlinin özene bezene yaptığı ahşap masa, yağ tenekelerine dikilmiş küpe çiçekleri, fesleğenler, akşamsefaları…  Bahçe sınırını çevreleyen kerpiç duvarın bir köşesinde küçük bir kümes, az ileride tavuklar girmesin diye tel örgülerle çevirdiğimiz bahçemizde daha yeni yeni boy veren domates, salatalık, biber fideleri… Tavuk sesi, horoz sesi, kuş sesi, ha bir de bizim çocukların sesi. Dünyanın en güzel musikisi burda çalıyor. Sabahları kümesten taze yumurta, bahçeden körpecik yeşil soğan katığımız oluyor. Geçenlerde tavuklar yumurtadan kesildi diye endişelenirken hanım, Nura’nın odasında bir sepet yumurta buluyor.
“Baba kuş çıkacak bunlardan,” diyor. “Ondan saklıyorum.”
Ah Nura!
Keşke kuş olsaydık,
Keşke kuşlar gibi kanatlı…
O zaman özgürlük için bunca kan dökülür müydü?
***
Önceleri ürkektik, önceleri korkak… Yıllar yılı içimizde kanayan yarayı sarmaya kimsenin cesareti yoktu. Tunus, Mısır, Libya derken önce fısıltıyla dillendirmeye başladık özgürlük şarkımızı, sonra var güzümüzle söylemeye.  Şimdilerde özgürlük uğruna toprağına kan çeken güzel ülkem. Meydanlarında üzerimize mermiler yağıyor, bombalanmış binaların altında paramparça oluyor bedenimiz. Bazen bir arabada, bazen bir okul çıkışı, bazen de evimizin önünde rastgele atılmış kahpe bir kurşunla can veriyoruz.
Meysa “gidelim,” diye tutturuyor. “Kaçalım buralardan, Türkiye’ye gidelim.”
Gitmek mi? Bırakıp gidilir mi hiç? Hayatı bir köşesinden askıya alıp nasıl giderim? Ölüme yazgılı olduğumuzu bile bile meydanlara koşup tekbir sesleri eşliğinde  “hürriyet” diye haykırmak varken hiç gidilir mi?   “Nasıl gidilmez?” diyor Meysa. “Karşında kendi ülkenin ordusu en ağır silahlarla elleri tetikte beklerken nasıl gidilmez?”
“Çocuklar,” diyor Meysa,  “ille de çocuklarımız…  N’olur onları kurtaralım bu tufandan,  kaçıp gidelim. Bir avuç canımızla yedi başlı ejderhayla savaşmaktır bizim yaptığımız.”
“Bak!” diyor, “Gıyaslar gidiyor, Hışamlar, Muhammedler, Nuhalar… Hadi biz de onların peşisıra düşelim yollara.”
Gitmek kolay mı?  Bir şarkıyı yarım bırakıp gitmek. Hayalleri, umutları, yarınları bırakıp gitmek…  Kolay mı gitmek? Üzerine çocuk gülüşleri sinmiş duvarları, ayağını bastığın toprağı, bütün dallarını adeta seni koruyup kollamak için üzerine sarkıtmış yaşlı ceviz ağacını, fesleğenleri, küpe çiçeklerini, sabahları üzerine kızarmış ekmek, taze bal ve tereyağı koyduğumuz -bana babamın iyice kırışmış o mübarek ellerini hatırlatan-  şu masayı, kapıdaki demir tokmağı, çatıdaki yuva yapmış güvercinleri, karpuz kokulu yaz akşamlarını bırakıp bilinmeyene doğru yola koyulmak kolay mı?
Meysa haykırıyor:
“Ne yapmalı? Zulmü sineye çekip oturmalı mı, yoksa bile bile ölüme mi koşmalı? Dün namaz çıkışı seksen üç kişiyi,  bu milletin askerine öldürtmediler mi? Dera’da, Havran’da, Humus’ta, Hama’da, Banias’ta… Her yerde.  Kadınlar, çocuklar öldürüldü. Tanklar yetmedi, helikopterlerle ateş açtılar kalabalıklara.  Yollara pusu kurdular, binaların tepesinde keskin nişancılar… Çocuklar bile bu keskin nişancıların hedefi oldu. Kimi öldürüldü, kimi işkence gördü.   Daha geçen hafta Banias’ta zırlı araçlardan rastgele atılan top ateşi onlarca kişinin ölümüne neden oldu… Zaten huzur çok uzak bir köydü bizim için şimdi iyiden iyiye kaf dağı oldu.  En iyisi çekip gitmek buralardan.”
Günlerdir elektrik yok. Sular çeşmelerden damla damla akıyor. Bomboş kalmış marketlerin içi. Günde yalnızca birkaç saat pazara gitme izni var. Beni göndermiyor Meysa. Hem çürük hem de pahalısını alıyormuşum. Gökten mermi yağacak,  bir keskin nişancı sevgi dolu yüreğine öfkeli bir mermiyi salıverecek diye aklım çıkıyor. O pazardan dönünceye kadar saat yapışıyor sanki yerine, bir köşeye çekilip bildiğim bütün duaları okuyorum. Ansızın kapıları çalıp evleri arıyorlar.
İman ve Bessam’ı okula götürdüğüm bir gün bizim de kapımızı çalmışlar.  Nura annesine sarılıp ağlamış.  “Allahtan evde yoktun,” diyor Meysa. “Alıp götürürlerdi seni de.”   Gökten yağmur yerine mermi yağınca ölüm bir gölge gibi peşimizde geziyor.
Yoksa haklı mı Meysa, gitmeli mi buralardan?
Bahçedeki çeşmede abdest alırken Nura ansızın bitiveriyor yanımda. Güneş, sarı saçlarına vurunca buklelerin arasından ışık saçıyor. Gözleri yine küçücük kalmış uykusuzluktan.
“Baba,” diyor. “Abim kuşumu yırttı. Yeniden çizer misin?”
Nura kuş olmak istiyor.
Nura uçmak istiyor.
Ceviz ağacının en tepesine çıkıp kardeşlerine el sallamak istiyor.
Ellerimi kurulayıp getirdiği kâğıda yeni bir kuş çizmeye başlıyorum. Yok… Bu sefer başka. Bir kuşun kanadında öylece asılı kalıyor kalemim. Yüreğim tel tel oluyor. Ruhum kanat çırpıyor. Ah özgürlük! Mavi bir kuşun gagasında getirip omuzlarımıza bıraktığı garip sevda!
Dört bir yandan ölüm haberleri gelmeye devam ediyor. En çok çocukların gözyaşları dokunuyor içime. Fitili sönmüş bir kandil gibi kapkaranlık kaldı içim. Gün olmuyor ki bir patlama, bir ölüm haberi gelmesin.
Yok, yok! En iyisi gitmeli buralardan.
Ailemi bu yangının içinden çekip çıkarmak için gitmeli…
Özgürlük şarkımızı yüreğimizde söyleye söyleye gitmeli.
Komşulardan Türkiye’ye sığınanlar oldu. Herkese kapılarını açtı, bir ana gibi sarıp sarmaladı herkesi.
Eş dostla vedalaşmalı. Helallik istemeli herkesten. Kolay mı gitmek? Gidip de dönememek var. Dönüp de bulamamak. Evin kapısına koca bir kilit vurmalı. Vatanımız değil mi burası? Elbet dönülecek bir gün, hiç bırakıp gidilmemiş gibi.
***
Kararlaştırdık. Yarın akşam tam beş aile zorla bulduğumuz bir küçük kamyonetin içinde tıkış pıkış yola çıkacağız. Toplardan, mermilerden, bombalardan müteşekkil hayatımızdan kaçacağız.  Dayanacağız sınıra.. Böyle böyle diyeceğiz. Canımız tehlikede. Kendi devletimizin zulmunden size sığınıyoruz. Her gün azar azar ölüyoruz. Ne olur bize de kol kanat gerin.
Bir kara trenin son vagonu gibi işte son gece de ağır aksak durdu önümüzde.  Bu gece son. Yarın akşam yola çıkılacak. Rahat bir döşeğin üstünde pusuda bekler gibi tedirgin tedirgin yatıyorum. Bir damla uyku yok gözlerimde.  Kafamı yorganın altına sokup odanın içine doluşan sesleri dinliyorum. Çocukların nefes alış verişleri ilahi bir musiki gibi gönlümü titretiyor. Bu gece çok uzun olacak.  Yollar her şeye gebe. Bilinmezliğe, yeni hülyalara, yeni umutlara.  Korku ve tedirginlik arası bir bekleyiş aklımı başımdan alıyor.
Meysa gözleri iki çeşme ağlıyor. En çok gitmek isteyen o değil miydi? Karış karış evin her tarafını dolaşıp gördüğü her eşyayı sanki ilk defa görüyormuş gibi ellleriyle okşuyor. Sabaha kadar uyumayacak anlaşılan.  İkide bir başımın üzerine kapattığım yorganı çekip “Nâsır, şunu da alsak mı yanımıza,  ne dersin?” diye fısıldıyor. Öyle şeyler götürmek istiyor ki yanında, hiç keyfim yokken gülüveriyorum. “Ya habibeti, tatile gitmiyoruz.  Kendi devletimizin zulmunden kaçıyoruz,” diyorum. “Elinde olsa bütün evi dolduracaksın çantalara.”
Ertesi sabah sessiz bir kahvaltı sofrasının tam ortasına Nura’nın sesi düşüyor.
“Baba,  kuş olup uçtum ben bu akşam rüyamda.
Denizler geçtim, içerisinde rengârenkler balıklar oynayan.
Kuşlar da rüya görür mü baba?”
Bahçenin orta yerinde bizi sarıp sarmalayan ceviz ağacının altında işte karşımda öylece duran kendi evime bir yabancıya bakar gibi bakıyorum. Bir yabancı gibi ilişiyorum sandelyenin ucuna.   Ceviz yapraklarından bir tane koparıp cebime koyuyorum.  Ellerimi ceviz ağacının pürtüklü kalın gövdesinde gezdirip babamla vedalaşıyorum.
“Elveda babacım.”
Amcaoğlu Hüsam kamyoneti getirecek birazdan. Işıldayan gözlerle gelip “Haydi vakit tamamdır,” diyecek, küçük bir serçe olup uçmak için daldan dala. Bahar yeni bir hayatı muştuluyor. Güneş ısıtıyor avuçlarımızı. Hayat yeniden tomurcuğa duruyor. Kuşlar şakıyor tepemizde.
Bir iki parça eşyasını kapan sözleştiğimiz gibi bizim evde toplanıyor. Kimsede çıt yok. Çocuklardan küçük olanlar yine cıvıl cıvıl sesleriyle bahçenin altını üstüne getiriyorlar. Meysa gözü gibi baktığı domates, biber fidelerinin minik ayaklarca ezilmesinden muzdarip. Kulağına fısıldıyorum. “Üzülme habibeti, zaten bırakıp gitmeyecek misin?” Durumun ciddiyetini kavramış diğer çocuklarsa yüzlerinde korku ve şaşkınlıkla öylece oturuyorlar.
İkindiye doğru Hüsam, sanki günlerce aç susuz çölleri geçmiş bir adamın yorgunluğuyla bitap bir halde kapıyı çalıyor. Gözleri kocaman olmuş, hızlı hızlı nefes alıp verirken zorla konuşuyor.  “Tanklar girmiş şehre diyorlar. Önlerine çıkan herkese ateş ediyorlar.  İnsanlar canları avuçlarında, devasa tankların önünde küçük bir serçe gibi kalıp, taşla sopayla özgürlük diye çırpınıyorlar. Akşama kalmaz bizim kasabaya da ulaşırlar. Haydi, karanlığı beklemeden yola çıkalım.”
Bir matem yerini andıran arka bahçede bir telaştır kopuyor. Herkes eline yükünü alıp çocuklarına seslenmeye başlıyor. İşte o an küçükleri bahçede göremeyince belki dakikalardır pür sessizliğin içinde oturduğumuzu farkediyoruz.  Nura’nın yumurta toplama huyunu bildiğimden önce kümesin içine bakıyorum. Nura’nın işbirlikçilerini de yanına alıp kümesin bir köşesine saklandığından ne kadar da eminim. Ne yazık ki hayal kırıklığına uğruyorum.  Kadınlar telaşla bağırmaya başlıyor. İki katlı evin altını üstüne getiriyoruz. Meysa hala sesini Nura’ya ulaştırma gayretiyle var gücüyle bağırarak “Bak Nura, hele seni bir elime geçireyim …” diye başlayan tehditler savuruyor. Dolapların içine, yatak altlarına, perdelerin arkasına, bu  dört küçük çocuğun  -Nura, Aziz, İhsan ve Rua – sığabilecekleri ve sığamayacakları her yere bakıyoruz.
Üstümüz başımız toz içinde çatı katından aşağı inerken “Bir de sokağa bakalım,” diyor Meysa’nın amcası Nebil.  “Sahi ya, “ diyoruz hayretle. Neden daha önce akıl edemedik diye mütebessim bir çehreyle birbirimize bakıyoruz. Nura’nın en sevdiği oyunlardan biri de sokak kapısına bakan daracık taşlı yolda kendisi gibi çelimsiz bir iki arkadaşıyla beraber üstüste dizdikleri kiremitleri patlak bir topla devirmeye çalışmak. Son zamanlarda sokağa tek başına çıkmasına izin vermesek de bugün evin kalabalığından istifade ederek bu yasağı delmiş olabileceğini düşünüyoruz.
Aşağı kata inerken kulakları sağır eden bir gürültüyle olduğumuz yere çöküyoruz. Patlamanın etkisiyle kırılan camlar her yerimi kesik kesik ediyor. Müthiş bir toz bulutu kaplıyor etrafı, göz gözü görmez oluyor. Bir kaç saniyelik şaşkınlıktan sonra hepimiz yerimizden kalkarak sokağa fırlıyoruz.
Kapıyı açtığımda kıyametin ortasında buluyorum kendimi. Gökten taş yağmış, toprak yağmış sanki.  Toz bulutu bir adım dahi ötesini görmeme engel oluyor. Ayaklarımın altına gelen tahta ve tuğla parçaları, cam kırıkları içinde zorla yürüyorum. Toz bulutu çökmeye başlayıp manzara ortaya çıktıkça kadın çığlıkları, çocuk ağlayışları,  tekbir sesleri,  hepsi ama hepsi birbirine karışıyor;  boğazıma düğümlenmiş az öteye gidemeyen bir toz yumağı gibi nefes almama engel oluyor. Gözlerim yaş dolu olduğu halde sanki taş olmuş, bir damla dahi süzülmüyor yanaklarıma. Ağzımdan, göğsünden hançer yemiş bir adamın sancılı iniltisiyle Nura’dan başka ses çıkmıyor.
Yıkılan binaların oluşturduğu moloz yığınlarına sesleniyorum. Nura diye bağırdıkça inliyor sanki taşlar. Parçalanmış insan cesetlerine, ağaçlara, kuşlara soruyorum “Nura’m nerde?” diye.
Patlamanın etkisiyle evlerden birinden sokağa fırlamış bir kuş kafesinin hemen yanında, üzerine beyaz bir plastik papatya kondurulmuş yeşil terliklerinden birini buluyorum Nura’nın. Bembeyaz papatyası kana bulanmış.
Hemen yerden alıp göğsüme sarıyorum.
“ Nerelerdesin a benim güzel kızım?  Söyle bana yoksa kuş olup uçtun mu?”

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

140. Sayı / Eylül – Ekim 2012 / Ay Vakti
Hakikat Öne Çıkacaksa, Biz Geride Yürümeye Hazırız... / Ay Vakti
“Kırbaçlanan Ağıtlar Gibi”* / Şeref Akbaba
Sanat ve Estetik Üzerine / Necmettin Evci
Cezada Elif Direnci / Naz
Tümünü Göster