Abdurrahim Karakoç’u Farklı Kılan

İmanım tamdır, vakti gelince “Her nefis ölümü tadacaktır”! Bunda kuşkum yok, Abdurrahim Karakoç’un ölüm haberini alınca, gözlerimden yanaklarıma süzülen damlaları silmeden arşivimdeki resimlerimize baktım. 1980’lerdeydi, evimde iki kardeşi, Bahattin Karakoç’la Abdurrahim Karakoç’u misafir etmiş ve gecenin geç saatlerine kadar konuşmuştuk. Üçümüzün ortak meselesi de şiirdi. Kendisine şiirde ısrarlı olmasını söyledim: “Abdurrahim Karakoç’un şiiri, ‘hikmet’le ‘irfan’ı birleştiren bir ana damardır. Bizim bu asırda ‘Halk Şiiri’ geleneğinde en büyük şansımız sizsiniz. Bu halk sizden besleniyor, bunu bırakırsan, bu insanlar seni affetmez”, demiştim. Ona yaşadığım bir de olayı anlatmıştım:

“1965 yılında Telefona müracaat ettim. 15 yıla yakın bekledim. Üstelik “Sarı Basın Kartı” hamiliydim, telefonum tercihliydi, buna rağmen, bu süreyi beklemek zorunda kaldım. Nihayet evime telefon çıktı ve bağlatıyorum, PTT’nin adamları geldi hattı çektiler. Bu kadar beklemiş olmanın bedeli telefona sahip olmak gibi bir imtiyazın heyecanını yaşıyorsunuz. PTT görevlileri işlerini bitirdiler, bahşiş vereceğim. Elimi cebime attım parayı çıkardım, adam paraya bakmadan elini para tutan elimin üzerine koydu: “Ağabey, ben sizden bahşiş istemiyorum”, oradan elini uzatıp aldığı kitabı gösterdi: “Ne olur, bahşiş olarak bunu bana ver?” Kitap verilecek bir eser değildi. “Olmaz”, dedim. Adam, elini elimin üzerinden çekti, başından şapkasını çıkardı içinden bu kitabın eprimiş, parçalanmış halini gösterdi: “Bu kitap benim, hayat ilacım. Ben çok sıkıntılı bir adamım, dara düştüğüm zaman bu kitap beni tedavi eder, açar okurum rahatlarım, dünyam değişir, hayata dönerim. Ne olur, bak görüyorsun, bendeki kitabın yazıları bile kaybolmaya başladı. Beni bu şanstan mahrum etme. Sen bundan istersen yine bulursun, gadanı alayım kırma beni?” Adamın ısrarına dayanamadım, kitabı verdim. Benzer bir olayı da bir başka zaman bir başka yerde yaşadım. Bu kitap neydi biliyor musun? Abdurrahim Bey, durdu yüzüme baktı, dudak büktü; “Bilemem ki, ne bileyim, belki bir din kitabıdır?” “Hayır”, dedim, bu kitap senin o küçücük bir iki forma olarak bastırdığın ilk kitabın var ya, ‘Hasan’a Mektuplar’, işte oydu.”  Tevazuundan başını önüne yıktı. İşte bu duygu talebini karşılamak için yazmalısın… Bu halkın sığınma odacıkları senin şiirlerindir. Her bir şiirinde bir karakterin böyle gizli ilacı vardır, şiir ruhun şifası ise, sen bu dükkânı kapatamazsın. ”

Bakınız bir şairin ortak kabul ölçüsünü göstermesi bakımından, daha sonra yaşadığım bir başka hatıram daha vardır. Bu vesileyle onu da anlatayım burada:

“Kızım ciddi bir trafik kazası geçirdi ve hastane sonrası evimizde yatmaktadır. Kars’ta beraber çalıştığı arkadaşı bir öğretmen kızımız İzmit’ten kalkıp ziyarete geldi ve bir haftaya yakın evimizde misafirimiz oldu. Bu süre içerisinde kendisiyle çeşitli konularda sohbetler yaptık. İşin çok anlamlı tarafı, bu misafirimiz, “Ben Kürdüm ve Aleviyim”, diyordu. Bir gün söz dönüp dolaşıp, türküler üzerine geldi. Kendisi; “Bana göre asrın türküsü Mihriban’dır”, dedi. Ben de aynı görüşe katıldığımı söyledim. “En büyük türkücü de Musa Eroğlu’dur. O bu türküsüyle büyüdü.” Güldüm, “Mihriban Musa Eroğlu’nun değil”, dedim. Misafirim, gözleri dışına çıkacak şekilde bir itiraz tavrı aldı; “Olur mu öyle şey? Sözleri de ona ait, bestesi de!” “Gel”, dedim, elinden tuttum, kitap rafındaki “Vur Emri”ni çıkardım. “Bu şairi tanır mısın?” Umursamaz bir edayla;

“Duyarım, ama pek de sevmem.”

“Sevmeyiş sebebini anlarım, farklı kulvarlardasınız, ama ben de onunla  aynı kulvardayım, onun yanındayım biliyorsun.”

“Öyle de siz başkasınız, bağnaz değilsiniz!”

“O da başkadır ve o da kesinlikle bağnaz değildir! Yakından tanırsan, seveceğinden kesinlikle eminim. Çünkü senin düşünüp de söyleyemediklerini yazmaktadır. Sonra bağnazlık nedir? Sana göre senin benimsediğin ölçüleri kabul etmemek bağnazlıksa, bana göre de sen aynı konumda olursun. Ki, medeni bir insan için böylesine daraltılmış bir ölçü bizi hiçbir yere taşımaz. Bakınız sizin etnik ve mezhep farklılığınız benim kızımın acısına ortam olmanıza engel olmadı. Benim de sizi evimde misafir etmeme engel değildir. Biz bu toprağın çocuklarıyız, bunları zenginlik olarak göremezsek, ayrımcılık ileride bizlere büyük felaket ve acılar yaşatabilir.”

Bu diyalog olurken ben elimdeki kitabın 80. Sayfasını açtım. Şiiri okumaya başladım:

Sarı saçlarına deli gönlümü,

Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban.

Ayrılıktan zor belleme ölümü,

Görmeyince sezilmiyor Mihriban.

Yar, deyince kalem elden düşüyor;

Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor.

Lambada titreyen alev üşüyor…

Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban.

Önce naz sonra söz ve sonra hile,

Sevilen seveni düşürür dile,

Seneler asırlar değişse bile,

Eski töre bozulmuyor Mihriban.

Tabiplerde ilaç yoktur yarama;

Aşk değince ötesini arama.

Her nesnenin bir bitimi var ama,

Aşka hudut çizilmiyor Mihriban.

Boşa bağlanmış bülbül gülüne;

Kar koysan köz olur aşkın külüne…

Şaştım kara bahtım tahammülüne;

Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban.
Tarife sığmıyor aşkın anlamı;

Ancak çeken bilir bu derdi gamı,

Bir kördüğüm baştan sona tamamı..

Çözemedim çözülmüyor Mihriban.

İnanamadı, elimden kitabı aldı, sayfasına baktı. “Vay şerefsizler, bizi yıllardır kandırmışlar”, diyerek yürüyüp oturma odasına geçti.

Kendisine şunları söyledim:

“Abdurrahim Bey, bugüne kadar ortaya çıkıp, bu şiirin hukukunu aramadı. Sebebi neydi biliyor musun?”

Kızcağız adeta şoka girmişti. “bilmiyorum” anlamında başını salladı. Ben izah ettim:

“O, ’Halkın kendisini bulduğu bir şiirin sahibi halktır’, diye düşünüyordu da onun için. İşte gerçek halkçılık budur sevgili öğretmenim. Eğer Abdurrahim Karakoç, bu ve buna benzer daha birçok şiirini besteleyip söyleyenlerin peşine düşseydi, şimdi milyarder olurdu. Hatta bakın, size çok enteresan bir misal de vereyim: Onun bir şiirini parti sloganı haline getirip yıllarca kullanan bir siyasi partimiz, iktidar ortağı olunca bu partiden Adalet Bakanı, Abdurrahim Karakoç’un hakkında dava açılması için savcılığa talimat vermiştir. O, buna rağmen, o partiye de şiirini kullandıkları için davacı olmadı. Ankara’ya gidersen, Sincan’da evine uğra, göreceksin, mütevazı bir evde oturur ve öyle albenili mobilyası da yoktur. Sade bir yaşantısı vardır. Bu şiirlerin sahibi olmanın imtiyazını itibara halk dönüştürdü, o hiçbir zaman bunun gururuyla caddelerde yürümedi.”

Bu misafirimiz evimize geldiği ilk günlerde kendisine, “Kayseri’de görev yapmayı istemez misin?” diye sorduğumda, hiç çekinmeden, “Hayır, bu şehir bağnaz, ben burada yapamam”, karşılığını vermişti. Bu konuşmalardan sonra bir ara, “Muhsin Hocam, tayinimi Kayseri’ye istesem yardımcı olabilir misiniz?”, demekten de kendisini alamamıştı. Tanımadıklarımıza çabukça tavır alma, hatta düşman olma zaafına teslim olduğumuz için insanlara hep şablonla bakıp hükümler veren bir nesil yetiştirdik. Gerçeklerle yüzleşince arkamızda bir yığın hatanın sorumluluğunu bırakıp yeni bir kimlik ve kişilik arama derdine düşüyoruz. Bu da, yaşadığımız bu meselenin bir başka boyutudur! Kendisine bunları söyledikten sonra, Abdurrahim Karakoç’tan bir şiir daha okudum:

Bayramlar Bayram Ola

Güneş yükselmeden kuşluk yerine

Bir adam camiden döndü evine

Oturdu sessizce yer minderine

Kızı ” Bayram” dedi, yalınayaklı

Adam ” Bayram” dedi tam ağlamaklı.

Eli öpüldükçe içi burkuldu

Konuşmak istedi dili tutuldu

Güç bela ağzından bir ” of” kurtuldu

Oğlu ” Bayram dedi sırtı yamalı

Adam ” he ya” dedi gözü kapalı.

Düşündü kış yakın, evde odun

Yok Tenekede yağ yok, çuvalda un yok

Yok yoka karışmış: tuz yok, sabun yok

Avrat ” Bayram” dedi eğdi başını

Adam ” evet” dedi, sıktı dişini.

Çalışsa ne iş var, ne cepte para

Dağ oldu içinde büyüyen yara

Dikti gözlerini karşı duvara

Takvim ” Bayram” dedi, silindi yazı

Adam ” öyle” dedi, bağrında sızı.

Döndürse yönünü herhangi dosta

Yaralı, gariban, dul, yetim, hasta

Aylar, yıllar, günler erirken yasta;

Yer – gök ” Bayram” dedi ağzını açtı;

Adam “Bayram” dedi evinden kaçtı..

Şiiri bitirdikten sonra, gençlerimizin nasıl bir ideolojik tuzağa çekilerek birbirinden uzaklaştırıldığını anlattım:

“Bu şiir, sadece Abdurrahim Karakoç’un bir bayram günündeki çaresizlikten doğan yalnızlık psikolojisini irdelediği sessiz çığlığı değildir. Senin ve benim de hissettiğimiz acıları dillendirmiyorum mu? İşte ortak dil budur. Ne var ki, idrak körlüğü aramızdaki köprüleri kaldırmış ve bizi birbirimizden uzaklaştırmıştır”, demeyi de ihmal etmedim.

Bu iki olay, bir şairin halka yansıyan iki ayrı fotoğrafını ortaya koyar. Bunları kişisel iki yorum olarak görmemek gerekir. Bu, bir kesimin kendini arayışının yol haritasında önemli bir kavşağın ifadesidir. Bunun içindir ki, ben sözümün başında ‘Hikmet’ ve ‘İrfan’ kelimeleriyle özdeşleştirdim Abdurrahim Karakoç’un şiirini. Bu yüzdendir ki, onu sade vatandaş da anlıyor ve seviyor, münevver insan da. O, dar alan şairi olmadı. Kitlelerin duyarlı olduğu alanları keşfetti ve onlara hitap etti: “Mihriban” da aşk nöbeti geçirenlerin o dayanılmaz iç sızısını dillendirirken, “Hakim Bey”in de adaletin o çürüyen tarafına ışık tuttu. “Tohdur Bey” de, bu şiirin azıldığı yıllardaki sağlık problemlerimizin algılanış ve tedavi biçimine neşter vurdu. “Hak Yol İslâm Yazacağız” şiirinde, inancın hayata hâkimiyetinin insanı huzura götürecek tek yol olduğunun işaretini vermek istedi. “Hasan’a Mektupları” nda, Anadolu insanının alın yazısı haline gelen terk edilmişliğinin, yalnızlık ve çaresizliğinin dilini kullandı. “Bayram” şiirlerinde, o sıcak bir harmani gibi bizi kuşatması gereken bayram sevincinin yoksullukla nasıl içimizi kemiren bir yalnızlık ve gurbet duygusuna dönüştüğünü izah eder.

Abdurrahim Bey, şehirlerde düzenlenen şiir gecelerine katılmazdı. Dergilere şiir göndermezdi. “Küçük Dergi”yi çıkardığım dönemde ağabeyi Bahattin Karakoç’un şiirlerini yayınlarken onun bu geleneğini bozmaya zorlamamak için ondan hiç şiir istemedim. Kendisi için bir bundan on yıl kadar önce “Vefa Gecesi” düzenlemiştik. Ona davet ettik ve geldi. Kürsüye çıkıp konuşmadı, hakkında konuşma şansını bana verdiler, kendisini anlattım:

“Abdurrahim Karakoç, Anadolu’nun saf step kültürünü şehir mezbeleliğine bulaştırmadan şiire dönüştüren önemli şairlerimizden birisidir. O, şiirin olduğu kadar halkımızın onurunu da koruma uğruna bu şiirleri yazmıştır. Halkın derununa hitap etmektedir. Dikkat ederseniz, Karakoç’un topluma mal olmuş büyük şiirlerinin hemen hepsi, Ekinözü köyünde yazılmıştır. O çorak toprakların verdiği uhreviyetin sırrı neydi acaba?  İçinde yaşadığı halkın Yalnızlık ve çaresizliği mi? İmanında sadakat mi? Yerli değerlerin yozlaşmaya yüz tutması mı? Uzlet hayatı, insanın kendisini dinlemesine, daha doğrusu kendi hilkatinin sırrını keşfetmesine yardım eder.  Sanırım Abdurrahim Karakoç’un şiirleri bütün bunların ortak eseridir.

Burada bir noktaya işaret edeceğim; “Mihriban” şiirinin popüler olması, Abdurrahim Karakoç’u şöhrete taşımamıştır. Onun şöhretini sağlayan bizim insanımızın o yürek burkan yalnızlığını, baş kaldırma gücü olmayan resmi otoriteye karşı anlatan şiirleri sağlamıştır. Bu şiiri okuyanlar, işin vahametine bakınız ki, çoğu yerde Karakoç’un adını da kullanmamışlar ve adeta kendilerine mal ederek sahne devşirmeciliği yapmışlardır. Bu şiirden dolayı bir önemli gördüğüm tespitimi de sizlerle paylaşmak istiyorum: Bizim halk şairimiz Karacaoğlan’dan;  “Aşk konusunda yazılacak bütün şiirleri yazdım, benden sonraki şairlere bir şey kalmadı”, gibi bir söz naklederler. Doğrudur, aşk konusunda çok şiiri vardır, bugün hala birçoğu okunup söylenmektedir, ancak onda ‘aşkın kâğıda yazılamadığını” söyleyen bir tane “Mihriban”ı da yoktur!

Şimdi meseleyi bunun dışına taşımak istiyorum. Yarın Abdurrahim Karakoç’un evrakı metrukesini inceleyecek olan uzmanlar bu edebiyat arkeolojisinin örtülü sayfalarında çok önemli ipuçlarına ulaşacaklardır. Onun yazdıklarına bakanlar, 1980 öncesi yaşanan ideolojik çatışmaların kaosa dönüştüğü dönemi dikkate almadan sağlıklı bir sonuç üretemezler. Bugün elimizde bulunan ve onun edebi çizgisinin ana damarını besleyen şiirlerinin önemli bir bölümü bu kargaşalı dönemin mahsulüdür: “Hasan’a Mektuplar” 1965; “Akıl Karaya Vurdu” 1965; “Eli Kulakta” 1969; “Vur Emri” 1973; “Kan Yazısı” 1978 yıllarında yayınlanmışlardır. Şairi, bulunduğu ortamın ürünü kabul edeceksek, aynı zamanda yaşadığı bunalımların ürünü olarak da görmemiz gerekecektir. O, bütün bunlarda “insan” merkezli bir edebi üslubu tercih etmiş ve mücadelesinde koltuk değneği kullanmamıştır. Bir edebiyat adamı için bu çok önemli bir ayrıntıdır ve özel bir imtiyazdır.”

Abdurrahim Karakoç’un hicvindeki öfke tavrı, insanımıza reva görülen muamelenin onun alın yazısı olmadığını anlatmak içindir. Selçuklu ve Osmanlı’nın mirasını tüketen seçkinlerin, insanımızı ikinci sınıf vatandaş gibi algılamasına bir anlamda başkaldırıdır. Zaten onu halkın nazarında, sevimli, aynı zamanda da güçlü yapan tarafı da burasıdır. Halk, kendi çaresizliğinin isyanını bu şiirlerde bulduğu için onu sahiplenmiş ve en üst düzeydeki aydından en sade vatandaşımıza kadar, hemen hepsinin ortak dili haline getirmiştir. Şimdi bu dil biyolojik fonksiyonlarını kaybetti, ama onun bize bıraktığı gerçek dili; şiirinin dili konuşmaya devam edecektir. Onun farkı da işte buradadır! Ruhu şad, mekânı cennet olsun.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

139. SAYI / TEMMUZ-AĞUSTOS 2012 / Ay Vakti
Yeni İmzalar / Ay Vakti
Resim Altı Şiirler-I / Mehmet Ragıp Karcı
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -73 / Şiraze
Kitaplarla Baharı Yaşamak-II / Recep Garip
Tümünü Göster