Bir Vakıf Kursam

Hepimiz biliyoruz ki tarihimizde vakıflar önemli bir yere sahiptir. Diyebiliriz ki atalarımız bir vakıf medeniyeti kurmuştur. Bu duyarlılık dedelerimizin o ince duyuş ve düşünüşlerinden, doğadaki bütün canlılara sevgiyle yaklaşmalarından, yaratılanı yaratandan ötürü sevmelerinden dolayı ortaya çıkmıştır. Bir insanın çevreyi koruyabilmesi için ince bir ruha sahip olması gerekmez mi? Tabiattaki herşeyi kendi çıkarları için kullanılacak bir malzeme olarak gören bir insandan dedelerimizin ve nenelerimizin gösterdiği hassasiyet beklenebilir mi? Elbette ruhun inceldiği nispette düşünce de derinleşir.
Dedelerimizin kurduğu bir çok vakıf farklı alanlarda hizmet etmiştir. Çömlek, testi, bardak gibi şeyleri kırıp da ağlayan çırakların, kölelerin üzülmemeleri için kırılan şeyin mislini almak üzere kurulan akar vakıflarından tutun da, Sivas’ta kışın yiyecek bulamayan kuşların ölmemesi için onlara yem atmayı temin edenlere varıncaya kadar…
Ben bir vakıf  kursam ne yapardım?
“Ağaç yaşken eğilir” misali çocuklarımıza doğayı sevdirmek için, okul müdürlükleriyle işbirliği yaparak kamplar düzenler, onlara doğayı sevdirir; tabiatta diğer canlıların da olduğunu, onlarla birlikte yaşamanın insana bir başka huzur verdiğini, çocuklarımızın yaşayarak öğrenmelerini sağlardım. Çünkü geleceğimiz onlara emanet. Ağaç dikmeyi bir eğlence, bir festival haline getirmeye çalışır, onların bu işten zevk almalarını sağlardım. İlköğretimdeki bazı öğretmenlerimizin yaptığı gibi, onları cezalandırmak için çöp toplattırmaz, bu sevilerek yapılması/yaptırılması gereken işi, bir ceza olarak onların zihinlerine kazınmasına engel olurdum.
Doğayı onlara farklı bir pencereden göstermeye çalışırdım. Ağaçların bizi ne kadar sevdiğini anlatırdım. Kendileri kuru bir topraktan beslendikleri halde bize çok hoş kokulu, çok güzel renklere sahip meyveleri cömertçe sunduğunu; bir portakal ağacının belki de bizleri düşünüp meyvesini tam ağzımıza göre dilim dilim verdiğini; bir vişne, bir kiraz ağacının biz daha rahat ulaşabilelim diye dallarını aşağı doğru sarkıttığını söyler, güneş bize çok fazla tebessüm ettiği zaman, onun sıcaklığından korunmak için ağaçların bir anne şefkatiyle, bizi dallarının arasına aldığını anlatırdım.
Sonra, bizim yaşamamız için kendileri ot yiyip de bize leziz gıdalar veren o sevimli canlıları, hayvanları anlatırdım. Bir tavuğun bile bize her gün bir yumurta hediye ettiğini; sanki birer süt fabrikası olan ineklerin bizi çok sevdiğini ve bu sevgilerini göstermek için en faydalı gıdalardan biri olan sütünü her gün bizim için ürettiklerini ve hiçbir ücret istemeden bize verdiklerini hatırlatırdım. Anne sütünden sonra onların sütüyle besleniyoruz. Sanki ikinci annemiz oluyorlar. Yine bizim için hayatlarını feda ediyorlar; etlerini yiyor, derilerini ayakkabı, çanta, kemer olarak kullanıyoruz. Üzerlerinde asırlarca diyardan diyara koştuğumuz o yardımsever mahluklar, bizden çok daha güçlü oldukları halde bize itaat ediyorlar ve bizi sırtlarında taşıyorlar. Her bir canlı kendi becerisine göre bize yardım ediyor. Sanki insanlara hizmet etmek için yaratılmışlar. Bizim, bu kadar iyiliğe rağmen o sevimli mahluklara kötü davranmamız insanlığımıza hiç yakışır mı?
Akarsulardan, nehirlerden, göllerden, denizlerden bahseder; susadığımız zaman hemen yardımımıza yetiştiklerini; yine bizim beslenmemiz için sinelerinde balıkları yetiştirdiklerini anlatırdım. Sonra doğadaki yardımlaşmadan bahsederdim. Yağmurların akarsulara; akarsuların, denizlere hayvanlara, insanlara; denizlerin bulutlara ve bulutların da yine biz insanlara yardım etmek için ne kadar fedakarlıklar yaptıklarını söyler; güneşi kızdırdığımız zaman bulutun hemen aramıza girip bizi nasıl koruduğundan bahseder; çok susadığımız sıcak günlerde yardımımıza yetişip bizleri, hayvanları, ağaçları, bitkileri nasıl beslediğini, onun suyu sayesinde ağaçların ve otların yeşerip, bize gıdalar verdiklerini anlatırdım.
En önemlisi bütün bunların temeli olan sevgiyi aşılamak için bütün gayretimi sarfederdim. Bir tane ağaç dikip, o ağaç büyüdüğü zaman hem bizlere meyve, hem hayvanlara bir yuva, hem insanlara bir gölgelik, hem de nefes almamız için kendi kirli havayı içine çekip, bize temiz hava veren fedakar birer canlı olduğunu anlatırdım.
Yolda veya kaldırımda insanların canını acıtacak bir cisim gördükleri zaman, yaşlı bir amcanın veya küçük bir çocuğun zarar görebileceğini düşünerek, hemen bir kenara koymanın  ne kadar önemli olduğundan, aslında bize Peygamber tavsiyesi olduğundan bahsederdim. Bizden küçük canlılara şefkatle yaklaşmayı, bir karıncayı bile küçümsememeyi anlatır, tabiattaki doğal dengeyi korumanın öneminden bahseder, “eğer şimdi çevremizi korumazsak gelecekte koruyacak bir çevre olmayabilir” bilincini onların zihinlerine bir kuyumcu titizliğiyle işlemeye özen gösterirdim. Zaten yeni nesil bilinçli bir şekilde yetişirse gelecekte ortaya çıkacak problemler kendiliğinden çözüme kavuşmaz mı?
Halktan her kesime hitap etmeye çalışır onlara her şeyin belediyelerden veya devletten beklenilmemesi gerektiğini, aslında her ferdin küçük bir devlet olduğunu, çevreyi korumanın her birimizin vazifesi olduğunu anlatırdım. Küçük veya büyük bir işyeri olan vatandaşımız duyarlı davranıp da çevreye zarar vermemek için elinden gelen her şeyi yapıyorsa onu tebrik eder, ödüllendirirdim. Böylece hem yaptığından gurur duyar hem de diğerlerine de iyi bir örnek olur.
Halkımızı gerek taşıtlarda kullanılan, gerekse ısınma için kullanılan yakıtlarda, çevreye daha az zarar verenin seçilmesi yönünde biliçlendirmeye çalışırdım. Bunu gerek afişlerle, gerek reklamlarla gerekse belediyeler ile birlikte yapardım. Hatta  zaralı yakıtların fiyatının artırılması, çevreye daha uygun yakıtların fiyatının düşürülmesi için gerekli makamlarla işbirliği yapardım.
Eğitim kurumlarında yapılan “en temiz sınıf yarışması”nı daha da genişletir, “en temiz okul bahçesi yarışması”, hatta mahallelerde “en temiz sokak yarışması, gibi ödüllü yarışmalar düzenlenmesi için girişimlerde bulunurdum.
Acaba Kur’an-ı Kerim’deki, “Biz her şeye ona uygun bir ölçü verdik” hitabı bize bir şeyler mi hatırlatmak istiyor?
Elimizde bir ağaç fidanı varsa kıyamet kopmaya başlasa bile, onu dikmemizi emreden bir hadis neden vardır?
Peki biz bugün ne kadarını tam olarak yerine getiriyoruz? Bizi doğadan, tabiattan veya o zamanki insanlardan ayıran nedir? Tabiatla, atalarımızla bizim aramıza giren ne? Geçmiş zamanlarda doğayı tehdit eden bu kadar unsur yok iken atalarımızın gösterdiği duyarlılığa niçin erişemiyoruz?
Bunları yapmak için vakıf kurmak gerekli mi sizce?

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

139. SAYI / TEMMUZ-AĞUSTOS 2012 / Ay Vakti
Yeni İmzalar / Ay Vakti
Resim Altı Şiirler-I / Mehmet Ragıp Karcı
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -73 / Şiraze
Kitaplarla Baharı Yaşamak-II / Recep Garip
Tümünü Göster