aynı yerde değilsen bıraktığın yerin keskin kurallarını yüklenmeyeceksin
gönderilmişsen, gönderenin korkusunu zor olsa da içinden sökeceksin
öyle ya da böyle yaşamayı öğrenecek,
gözlerden uzak ama hayatın tam da içinde olmayı bileceksin.
çiçeklerin bile dikeni varsa, sen de kendine bir diken seç.
bekleme korunup kollanmayı, bekleme sevilmeyi, bekleme hep özlenmeyi…
yüzünde tebessüm gezinirken, gözlerin ardındakini dahi görebilmeli.
Kapı tıklatıldığında Daye karanlığın dibine doğru giden yolda sürükleniyordu yine cevapsız sorular eşliğinde. Çaresizlik çıkmazından sıyrılıverdiğinde tıkırtıyla kapıya doğru uzandı, ama duruverdi bir tedirginlikle. Belli ki gelen Sıray değildi. Sıray kapıyı tuklatır tıklatmaz içeri süzülür, görevini yerine getirip çekilirdi. Bu sefer öyle olmadı. Kapı tıklatıldı, ama açılmadı. Daye kapıya yaklaşıp ellerini dayadı, sonra da dışarıyı dinlemeye başladı. Ses yoktu. Hiç ses yoktu. Hep sessizdi zaten etraf. Ne duymayı bekleyebilirdi ki? Açmadı kapıyı, açamadı. Şu her şeyi yalayıp yutan korku, köklerini saldığı yerde azimle direniyordu varlığını daha da güçlendirmek için. Her adımı durduran korku, sevimsiz ve sevgisiz korku, siyah ve sert ve acımasız korku…
kim demiş “cesaret iyidir” diye?
korkun varsa korumayı bilirsin kendini.
yoksa eğer,
zalim olursun hem, hem yakarsın usul usul şimdiyi.
O an yine tıklatıldı kapı. Daye sesindeki titremeyi durduramadan, kekeleyerek “Ki-ki-kim va-var o-o-orada?” Bir fısıltıyı işitebilecek kadar sessizliğin büyüdüğü vakitte bir kadın mırıltısına benziyordu duyduğu. Birkaç saniye bekledikten sonra kapı koluna uzanıp aralama cesaretini bulduğunda kendinde, yüzünü göstermeden ve görme cesaretini de bulamadan yine sordu: “Ne istiyorsun?” Bu sefer sesinde öfke vardı, rahatsız edilmiş olmaktan dolayı sanki. Yine fısıldadı kapının ardındaki. Bu sefer açıkça duymuştu Daye söylenenleri. Bir kadındı evet, “içeri girebilir miyim?” diye soruyordu.
“Yalnız mısın?” sorusu ağzından çıktığında, “Ne istiyorsun be kadın?” gibi bir anlam da taşıyordu. Kadın, “Evet” dedi sadece. Yalnız bir kadın, odada yalnız olmayan ama aslında bu yaşına dek hep yalnız yaşamış olan Daye’nin odasına gelmişti. Tabiî bu ziyaret bir kesinlik içeriyordu ki kendisi için yapılmamıştı. Kim ne etsindi ki Daye’yi! Kendisine karşı hep acımasız olmak adettendi artık. Ayşemin dışında kimseye yumuşak olmayı öğrenmemişti ki o. Bilmemişti ya da. Yarısına kadar açtı kapıyı, içindeki korkuya rağmen. Kadının odaya girebileceği kadar araladı veya. İçeri gireni hızlıca süzerken Daye şu noktaları yakalayıverdi hemen:
Başındaki gri örtüyü burnunun hemen altında sağ eliyle tutuyordu yüzü görünmesin diye. Örtüsünden bir ton daha koyu gri elbisesi boydan dökülüyordu ayak bileklerine kadar. Vücut hatlarını gizleyen elbisenin geniş kolları parmaklarını gizleyecek kadar uzanıyordu aşağıya doğru. Yanında ne bir heybe, ne bir bohça, ne bir yük vardı. Pabuçlarını kapının dışında bırakmış, yalın ayakları pek narin görünüyordu. İçerinin loş ışığında Daye başkaca bir şey seçemedi. Kadın ona yüzünü döndüğünde de ne gözlerinin rengini, ne yüz hatlarını ayırdedebildi.
İlk söylediği söz yine fısıltıyla “Ayşemin!” oldu Daye’ye baktığında. Daye irkildi. Tehlikede miydiler acaba? Bu kadın Şah’ın gönderdiği biri olabilir miydi kontrol için ya da Ayşemin’i öte aleme göndermek için? Ya da Daye’nin artık bu işten azledildiğini bildirmek için? Ya da bir kötü haber taşıyıcısı mıydı bu kadın? Şah’a mı bir şey olmuştu yoksa? Savaş mı çıkmıştı? Neydi? Ne olmuştu da bu kadın buradaydı? Hem de ilk söylediği söz “Ayşemin” oluvermişti. Nefes alış verişinin gittikçe hızlandığını hissediyordu Daye. Ter içinde kalmıştı. Avuç içleri kaşınıyordu. İçi yanıyordu. Bütün kasları gerilmişti. Kapıyı öylece aralık tutup direk kadına bakıyordu hiç hareketsiz ve aklında bir yığın soru koşuyordu.
Kadın atılıp kapıyı kapatıverdi ardından Daye’nin yaşadığı şaşkınlığı ya da korkuyu farkedip. Sonra da örtüsünü tutan elini bıraktı ki yüzü ortaya çıksın. Daye loş ışıkta önce yüzü seçemedi, çıkaramadı, hatta daha önce bu yüzü görüp görmediğinden bile emin olamadı; ama bir an süren tereddüt ardından çığlığı bastı: “Siz!” Kadın tanındığını anlayınca Ayşemin’in döşeğinin yanına çöküverdi. Saçlarını hafifçe okşadı. Sonra eğilip öptü o saçları. Hasretle. Acıyla. İnce vücudu Ayşemin’in vücudundan farklı görünmüyordu. Bir Şah karısı nasıl asil olursa öyle asil bir duruşu vardı. Her zamanki gibi her hareketinden asalet akıyordu. Ama o asalet mutluluk vermemişti işte. Mutluluk kimin elindeydi? Kimin tasarrufu altındaydı ya da? Bilmiyordu Daye. Bilen biri olup olmadığını da bilmiyordu. Gözlerini onların üzerinden ayırmadan pencerenin yanında duran döşeğine geçip oturdu o da. Ses etmeden. Sormadan, soramadan sormak istediklerini.
Perdenin ucunu aralayıp dışarıya bakıyormuş gibi yaptı sonra uzun bir süre. Görmedi hiçbir şey. Geçmişe doğru uzun bir uçuş yapıvermişti işte. Bir kadın ağlıyordu bu odada şimdi sessiz, aynı kadın büyük sarayın büyük ve gösterişli odasında ağlıyordu yine sessiz. Kucağında üç aylık bir bebek tutuyordu sımsıkı, bırakmak istemiyor gibi ya da bir daha göremeyeceğini biliyormuş gibi. Güneş üzerine battı kadının, gölgesiz kaldı o günden sonra. Gölgesini kaybeden cismini mi kaybetmiştir? Cisimsiz kadın siyahlara bürünüp gecelere daldığında bir daha sarayı göremeyecekti. Nedenini Daye kimseye soramadı. Kimsesizdi çünkü. Kimsesiz olmak hep susmak, hep kırılmak, hep yok sanmaktı. “Aç gözlerini Ayşemin, beklediğin geldi” demek istedi, diyemedi.
Dış kapı tıkırdadı sanki o an. Daye yerinde sıçradı. “Peygamber aşkına!” diye mırıldandı, “Biri var dışarıda.” Ayşemin’in annesi Şahbanu, “Dur!” dedi nezakatle. “O benimle.” Gözlerindeki yaş bir an parıldadığında Daye’nin içi burkuldu. “Hiç değişmemiş sanki. Hayat ona hiç dokunmamış sanki. Zaman onu hep dışında bırakmış sanki.” Dalıp gitti Daye cümlelerin akışına. Cümlelerden cümlelere atlayıp sıçrarken gelip bir soruda soluk soluğa kalakaldı: “Şimdi ne olacak?”
ne düşün, ne de düşünme olacakları
ben diyorum ki; izle izleyebildiğin kadar
hayat sana yaptırır zaten senin için planlanmış olanları
yükün hafiflese sevinme, ağırlaşsa yakınma derim
yüzün ve gözlerin ve sesin ve duruşun ve sözlerin ele vermesin
ne üzüldüğünü, ne de sevindiğini senin
Ayşemin ara ara sayıklamalarına devam ederken Şahbanu kızına şifacılar bulmayı düşünüyordu. Değişik kürler uygulayan tanıdıklarına haber salsa iyi olmaz mıydı! İki elinin narin parmaklarıyla yanaklarındaki nemi silip Daye’ye döndü yüzünü. “Bu kadar keder yeterli” dedi dirâyetle. “Artık karar verip uygulamaya geçirmeli zaman kaybetmeden.” Daye’nin gözleri büyüdü, tek bir kelimeyi dahi hayata geçirmeyi bundan sonra başarabilmek için ciddî gayret göstermesi gerekecekti ona göre. Şahbanu’nun sözleri açıkça, hiçbir şüpheye yer bırakmadan şu demekti: “Bundan sonra artık beraberiz!” Allah bilir neler gelecekti başlarına. Şah duyarsa canlı canlı doğratırdı onları. Yapar mıydı? Yapmazdı tabiî! Bir Şâh da kanlı canlı insandı nihâyetinde. Bu zâlim düşüncelerden hızla sıyrılıp şimdiye dönüverdi Daye. Allah bilir ne zaman rahat bir nefes alacaktı. Allah bilir nerede endişesiz derin uykularla geçirebilecekti gecelerini. Belki de hiç. Bazı insanların önünde çok seçenek olmuyordu nedense. Birileri onlar daha dünyaya gelirken çekip alıyordu sanki karşılaşabilecekleri tüm seçenekleri “tek bir yolunuz var” der gibi.
Şahbanu, ayaklanıp kapıya yöneldiğinde bu yüzden soramamıştı zaten: “Nereye gidiyorsunuz?” diye. Bekleyip olacakları seyretmek en iyisi olacaktı onun için. Daye de öyle yapmaya karar verdi. Şahbanu dışarı çıkıp kapıyı ardından kapattı, ama uzaklaşmadı. Kapının ardında birisi ya da birileriyle konuştuğunu mırıltılar şeklinde işitebiliyordu. Bir erkek sesi duyar gibi olduğunda Daye daha bir meraklandı. Kimdi ki? Kim olabilirdi ki?
Şahbanu yüzündeki endişeyi kapı dışında bırakamamış olarak geri odaya girdi. Eski yerine oturup dudaklarını kımıldatmaya başladı. Belli ki dua ediyordu: “Sen de oku” dedi Daye’ye bakıp. Daye titrek ve kısık ve kesik kesik “Ne okuyayım?” diye sordu. Alabildiğine şaşkındı. Kendini bir kenara atılmış hissediyordu sanki. Bu yüzden de cümlelerin anlamlarını yakalayamıyordu. Her biri havada asılı kalıyordu da süzülemiyorlardı içeri. Daye kitaplığa kısaca bakındı oturduğu yerden. Eline aldığı son kitap çarptı gözüne: “Ucûbenin Evi” Hemen yanında dua kitabını farkedip ona atıldı. Unutmak ne kadar güçlü bir tavırdı böyle. Bir sarmaşık gibi dolanıyordu insanın bütün geçmişine ve örtüyordu üzerini kimse hatırlamasın diye. Şahbanu Daye’nin sersemlemiş hâlini farkedip ona doğru eğildiğinde ağzından çıkan cümle kendine gelmesine yetti: “En kısa zamanda buradan çıkmalıyız!”
kaçacak yerimiz mi var?
bütün kapılar kapalı
bütün kara parçaları denizle çevrili