Dergimiz, 12 yıldır sürdürdüğü yürüyüşünü, peş peşe yayınladığı kitaplarla taçlandırdı. Daha öncekilere ilaveten, bu yılın başında kültür ve düşünce dünyamıza kazandırdığı dört kitapla, yürüyüşünü kalıcı izlerle bir değere, dönüştürüyor.
‘Ay Olun İnsanlar’ı okurken
Bu kitaplardan biri, Şeref Akbaba’nın ‘Ay Olun İnsanlar’ı. Büyük bir özveriyle gecesini gündüzünü verdiği dergiyle bütünleşen Şeref Akbaba, her sayı özlemle, sakin bir heyecanla bekleniyordu. Yazarın denemelerinden oluşan Kar Mumu’ndan sonra bu eseri, okurda Şeref Akbaba portresini daha da tamamlayacaktır.
Kitap, çoğu Ay Vakti’nde yayınlanmış toplam 62 şiirden oluşuyor. Hemen söyleyeyim ki, şairin yönettiği derginin ve kitabın da isimlerinde ‘Ay’ kelimesinin geçmesi tesadüfî değildir. Bir anlamda bu kelime, Biraz Ahmet Haşim, biraz Sezai Karakoç ve daha çok da Novalis’tekine benzer kullanımlarıyla (Örneğin: Geceye Övgü), ışıttığı anlam ve çağrışım bolluğuyla gecelerden süzülerek dimağımıza kendi metaforu, imge yoğunluğu ile bir kavram olarak yerleşir. ‘Ay’ Akbaba’nın dünyasında ilahi nurdur; arınmadır, sonsuz dinginlik, sükûndur. İnsanın kendini sığaya çekmesi, arınmasıdır. Ay, güçlü, zengin bir simgedir, imgedir şairde. Bütün bir varlığın teslimiyetle secdeye durduğu bir anda; itaatin, sonsuz bağlanışın iç serinliğine kaynak olan nur pınarı, ‘Ay’ motifi ile simgeleştirilir. “Ay olun insanlar” O aşkın benlikle dolun. Bu tema şiirin dimağımızda uyandırdığı etkinin sadece bir yanıdır. Ay imgesi, diğer çağrışımlarıyla yer aldığı dizelere de aynı zenginliği katar.
Bundan böyle Akbaba, sadece ‘Ay Vakti şairi’ olarak değil ayrıca ‘Ay şairi’ olarak da anılacaktır diye düşünüyorum. Ay kadar yoğun anlam yüklenmeseler de ‘kuşluk’, ‘yol/yollar’, ‘yürüyüş’, ‘vuslat’, ‘nöbet’ gibi kelimeler de iç derinliğimize doğru süren yolculukta, yan anlamları ile tematik örgüye katılırlar. Bu konularda müstakil araştırma ve eleştiri yapacak olanlar, mutlaka bu esaslı nüansları ihmal etmeyeceklerdir.
Akbaba, şiiri gerekli hatta zorunlu kılan derin duygulanımın şairidir. Orada katıksız inanç ve teslimiyet vardır. Daha doğru söyleyişle, ruhumuz, bir iç devinimle, nesnel dünyanın sınırlarını zorlar. Pasını dökmek, kabuğunu kırmak ister. Benlik özgürlüğe böyle yaklaşacaktır. Bu hakikat ilgilisine hiç de tuhaf gelmeyecek yalın söyleyişlerle ifade edilir. “Çek git istersen/ Ben zaten kölesiyim özgürlüğün” ‘Kuşluk Saatlerinde Vuslat’ şiirinin bu son dizelerinde olduğu gibi kimileyin kontrast, paradoksal ifadeler birbirlerini muazzam destekleyerek müthiş vurucu anlamlara sıçrama yaparlar.
“Ben zaten kölesiyim özgürlüğün” Bu dize ezberlenmez; çünkü unutulmaz! Bu son dize ile biten şiiri ‘Seni Azledemem Yüreğim’ başlıklı şiir izler. Önceki şiirdeki duyarlık farklı düzlemde bu şiirde de devam eder. Şaire göre duygusuz, duyarsız bir hayat düşünülemez. Son dizelerde şair, yüreğinden yana varoluşsal bir tercih yapmaz sadece, saf duygu, hayatın vazgeçilmezidir. Alttan alta “Her şeyimi bıraksam bile yüreğimden ayrı düşemem, ona mecburum” demektedir. “Seni azledemem yüreğim/ Tutsak ol içimde”
‘Ay Olun İnsanlar’ için ne söylenebilir derken işte bakın kendimi kitabın tam orta yerinde buldum bile. Akbaba, şiirin işlev ve içeriğini çok iyi kavramış bir şair olarak, edebiyat birikimimiz için önemli bir değer. Kendisini yakından tanıyor olmamın verdiği rahatlıkla söyleyeyim; O, insanı şiire zorlayan his yoğunluğunu, nezih kişiliğinde est-etik yaşantıya dönüştürmüş ender sanatçılarımızdan biridir. Gereksiz kuru gürültülerden, kapris dolu gösterişlerden hep uzak kaldı. Zaten has bir şairi Hira’ya sığınır gibi iç yoğunlaşmasına yönelten, bu öz arayışı değil midir? Siz, bir sanatçı veya düşünür olarak, bu arayışı amaçladığınız zaman, öz ve biçim meselesini kendiliğinden çözümlemiş oluyorsunuz. O nedenle ‘Ay Olun İnsanlar’ acelesiz, kendinden emin bir dile sahip. Zorlanmıyor. Şiir rahat söyleyişlerle örülüyor. Dinlenmiş, durulmuş şiirler bunlar. Dizelere coşkun duyguların sakin ritmi sinmiş. Sesler, her dizede reel fazlalıklardan süzülerek damıtılan olgun yoğunlaşmalarla, şiiri bütünlüyor. “En yüksek tepesinde meşaleler yakmalıyım kalbimin” diyor ‘Ayazma’ şiirinde. Ne kadar yalın, ne kadar açık ve fakat ne kadar derinlik içeriyor bu dize değil mi? Şair, sentetik sorunlarını düzeysiz kelime oyunları ile okurun üzerine yığıp, onu şaşırtmaktan zevk alma bayağılığına yönelmiyor. Bu cümle, şair üzerinden hareketle bir yanılgıya eleştirel tutumum olarak kabul buyurulsun. Şair’in ciddi esaslı bir meselesi var. Meseleyi ciddi kılan onun içsel boyutu. Med cezir içinde. O, bir yükselme çabası içinde. Tırmanacağı zirveyi kalbinde veya kalbi olarak seçmiş. Orası bir dağ. İşte o dağın en yüksek tepesine çıkmak istiyor(sunuz). Yükseklik gökle, göğün karanlığı ile buluşacağı için meşale yakmak gerekecek. İlk elden böyle düşünüyoruz. Başka düşünceler de çoğaltabiliriz. Hakikati dışımızda değil içimizde, kalbimizde, gönlümüzde aramalıyız diye düşünebiliriz mesela. Ayrıca hakikat arayışı kalpte ve kalpten olmalı, gönüllü; bıkmadan, usanmadan olmalıdır. Gönül kapısında durup beklemelidir. Çünkü o kapı doğrudan Allah’a açılır. Nitekim aynı şiirin üçüncü kıtasında da “Gönül kapısında tutmalıyım nöbetimi” dizesi bu anlam çerçevesini bütünler.
Akbaba’nın şiirleri, çoğu kez hayatın fark edilmeyen aralıklarından önemsiz gibi sanılan ayrıntılardan kıvılcım alıyor. O ince ayrıntıların gerisinde gizlenip yitmeye yüz tutan gerçeklikler, dikkatli bir duyarlıkla ayrıştırılıp, işleniyor; canlı algılar olarak tekrar yaşantıya katılıyor. ‘Sokak ve Çocuk’, ‘Pungar’, ‘Yumoş’ bu bağlamda başarılı örneklerdir. Bazen de ‘Ayneyn’de olduğu gibi tarihin içli, hüzünlü anlarına bir yolculuğa sizi ortak ediyor. Bu açıları ayrıca konu etmek gerekir.
“Sonsuz nur harmanındayım”
“Eğilmek eğilmekten kurtuluştur
Secde yeryüzünde en dik duruştur”
gibi daha birçok dizesinde asi-l duyguyu, hikmetle yoğrulmuş bir tutuma dönüştüren şairin ‘Ay Olun İnsanlar’ını beğeniyle okudum/okuyorum. Okurken heyecanım hiç azalmadı. Haz aldım. Bu kitap sanat birikimimize çok önemli bir katkı olmuştur. Şairi kutluyorum.
Ay Vakti’nin kültür ve sanat dünyamıza kazandırdığı diğer kitap bir öykü: Zemheri.
‘Zemheri’nin Sıcaklığı
Naz Ferniba’nın toplam 21 öyküden oluşan kitabı ‘Zemheri’ okurlarıyla buluştu. Baştan söyleyeyim ki, bu öyküler, okurla, dergidekinden daha sarıcı, sıcak, daha rahat ilişki kuruyor. Başka bir ifadeyle okur, öykülerin dünyasına, kitabın iklimi ile daha kolay, daha içten giriyor. Kelimeler, nesnel varlıklarıyla kavranmıyor sadece. Öznel, canlı kişilik kazanan kelimelere dokunuyor, onları elinize alıyor, kâh coşkularını, kâh hüzünlerini paylaşarak öykülerin içine giriyorsunuz. Böylece normal hermetik kategoriler bir çırpıda geçilerek, kitapla aranızdaki mesafe ortadan kalkıyor. Öyküleri yazarla birlikte kuruyor gibi oluyorsunuz.
Kitap bölümlere ayrılmamış olmasına rağmen, okur olarak bizler kendimizce bir düzenleme yapıp bölümlere ayırıyoruz. Kitabın ilk beş öyküsünden oluşan ‘Çizici’nin öyküleri’ ilk bölüm gibi değerlendirilebilir mesela. Sonra ‘Seyir Defteri Öyküleri’, ‘Uzun hikâyeler’ ve en sonra ‘Leyla ile Mecnun Hikâyeleri’.
Bende kalanlarla birlikte öykülere kısaca değineyim: Ferniba, kitabın ilk öyküsü olan ‘Vakit Tamam’da olduğu gibi insan ilişkilerindeki duygusal yoğunluğa odaklanıyor. Kendine bir ayrıntı seçip onu öne çıkarıyor. “Manen eğildiklerin çoğaldıkça maddeten eğildiklerin azalacak”(s.8) diyor mesela. Mana ile madde arasındaki çapraz geometrinin denklemini ne güzel kuruyor.
‘Kan ve Gözyaşı’, daha on üçündeyken hayatın acımasız yüzüyle tanışmış Bekile’nin durumunu anlatır. Bekile yaşamın tatsızlığı, ölümün umutsuzluk veren kasveti arasında kendini, yaşamı sorgular, kendini arar. Bulabilmesi çok zordur. Hatıralarını derin mi derin kazıyan bir ölüm vardır. Ölen anne midir baba mıdır? Bu da önemli değildir. “Ölenle ölünmez” sanılanın aksine, ölenle ölünür. Aileden her ölüm kendi ölümünüzdür. Bu iki sayfalık öykü, ağırlığı kadar trajik bir mesaj yüklenir.
Bunun hemen ardından gelen ‘Sandık Lekesi’(s.12) öyküsü de hemen bütün öykülerdeki gibi sürrealist denilebilecek bir tarzla yazılmıştır; mesajını işaret ettiğimiz bağlama uygun soyut düzlemde verir, hikmetli sözlere dayana dayana ilerler. Kendine böyle bir yol bulur. “Ne kadar boyarsan boya, karanlık boya tutmaz.” Öykülerde kelimelerin çok anlamlı kullanımı ile sağlanan bilmece, metne hem ayrı hem şiirsel bir güzellik katar. Mesela az önce bir sözünü alıntıladığım Mefşelâ’nın öyküsü olan ‘Sandık Lekesi’ndeki ‘sandık’ öyküde farklı anlamlarıyla kullanılarak kurulmak istenen giz, şiirsel çağrışımlarla sağlanır.
“Ufuk sandığımdaki yüreğim”, “Geçmiş sandığımdaki erişemediğim”, “En militan tarafımı sandığıma kilitledim”(s.13) Bu üç deyişte de ‘sandık’ kelimesi, farklı anlamlarda kullanılarak öyküye tematik derinlik, genişlik katılmak istenmiştir. Çizici’nin diliyle anlatılan bu öyküler bir yönüyle Halil Cibran’ı hatırlatır. İlk öykülerin son paragrafında ortaya çıkan Çizici, kimsenin fark etmediği kıyısında olanları en ayrıntısıyla bilen, olanlara geniş açıyla bakmasını bilen biridir. Bilici bir yönüyle kader, bir yönüyle yazardır.
Olaylar, yitip gitmesine gönlün razı olmayacağı güzellikleri ile hayatın sanki biraz rengi solmuş veya unutulmaya bırakılmış alanlarından alınıp, yüksek bir algı seviyesinden hayata yeniden iliştirilir. ‘Olmayı Bilmek’te(s.16) bu gerçekliği görürsünüz.
‘Seyir Defteri Öyküleri I’ küçük yaşta babasını yitiren Undam’ın ruh durumunu; yaşamakla ölmek isteği arasında, umut, bekleme, kavuşma sarkacında gidiş gelişler, ustalıklı çizgilerle son derece başarılı tasvir edilir. Hele babanın ölüm anı, içsel hissettirişle ancak böyle verilirdi. Undam sonunda intiharı mı düşünür? Hayır, tüm sıkıntılarını içsel bir hamleyle aşmayı başarmıştır. Bu net bir son değildir; ucu açık bir üslupla hissettirilir. ‘Seyir Defteri Öyküleri’nin ikincisi tam bir trajediyi anlatır. Yaşanmış gerçek bir trajediyi. Birincisinde olduğu gibi arka planı oluşturan kış ve soğuk fonu tüm ölümcül dehşetiyle verildikten sonra, Stalin Rusya’sının Ahıska Türklerine yaptığı soykırım anlatılır. (Bu hükme biraz da yakın tarih bilgimizle varırız) Bu öyküde ‘gece’ de kış’ da, ‘soğuk’ da bilinen algılanmalarının (mesela Jack London’ın) üstünde soyut, keskin, kanlı bir anlamla sembolleşir. Özellikle ‘b’ bölümünün tüm paragrafları ‘Geceydi’ diye başlar. Buradaki ‘gece’ koyu bir zulüm yüklenmiştir. Her defasında geceye vurgu yapılmakla sadece basit, mükerrer betimleme veya hatırlatma yapılmış olmaz. Zulme karşı vicdanların derinliğinde bir savunma ve direniş hattı oluşturulur. Gece haindir, belirsizdir, acımasızdır, işkencedir, ölümdür, zulümdür. Bir gece tren vagonlarına tıkış tıkış doldurularak uçsuz bucaksız Rusya bozkırlarına, Sibirya’ya hareket eden ölüm treni anlatılır. Tren durmamacasına ilerler. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar ölür. Ölenler nerede durduğu bilinmeyen dondurucu kışın ortasında dışarıya atılır. İnsanlar ölülerini bile gömemezler. “Ölüm treni durmak bilmedi. Dolandı durdu bozkırlarda. Asya ağladı. Asya hep ağladı. Bir tek işitmeyi bilenler duydu onun ağıtlarını.”(s.27) Öykü özelde Ahıska’lı kardeşlerimizin yüzyıllık hüzünlerini hatırlatarak, genelde vicdanın tanrısal sesini canlı, diri tutmayı amaçlayan bu cümle ile biter.
4. Seyir Defterleri öyküsü, Şehremin ve Leyla(Lili) isimlerinde iki kardeşin hüzünlü buluşma ve ayrılmalarına yoğunlaşarak bir ailenin trajedisini konu eder. Bir yönüyle o ailenin ideolojik sebeplerle koyuldukları serüvenin hayallerde olduğu gibi tatlı hayatlara değil, sonu meçhul savruluşlara, kadere dönüşen acılara, derin hasretlere, hicranlara, hüzünlere, bitişe, tükenişe, dağılmaya çıktığını anlatır. Bu öyküde her şey var: Negatif etkileri yakın zamanda azalan Türkiye’deki cari düzen, komünist propaganda, ideolojik körlük ve babanın ‘Dönün’ vasiyeti. Sosyalist olduğu için takibata uğrayan Baba, bir yolunu bulup eşi ve küçük çocuğu ile birlikte gerçek özgürlüklerini yaşayacaklarına inandıkları Sovyetler’e kaçar. Bu bir anlamda hayallerden gerçeğe kaçıştır. Ancak gerçeklerin yüzü hayallerdeki gibi pembe, sıcak değildir; katıdır, acımasızdır. Aile çok zor, sıkıntılı yıllar yaşar. Aradıklarını bulamamışlardır. Üstelik özgür topraklar diye geldikleri bu acayip ülke, geri dönüşü bile imkânsız kılacak kadar kapalı, baskıcı, bunaltıcı bir rejime sahiptir. Tıpkı Moskova Günlüğü’nde Walter Benjamin’in(Metis yay, İst. 2001) veya daha açık anekdotlarla Ander Gide’in konu ettiği gibi. (ör: Rıchard Crossman, Aldatan Put, Andre Gide (Komünizmi Anlatıyor), 4.bas. s.87-125, tur yay, Ank. Tarihsiz.)
Baba memleket hasreti ile hatta bu hasrete dayanamayarak hastalanır, ölür. Aile dağılır. İki kardeşin bağlantıları kopar. Çocuklar arasında duygu akışı azalır, bağlılık zayıflar, ilerleyen zaman içinde kaybolurlar. Materyalizme ayarlı yaşamın; insanı, çevresi ile birlikte kendi varlığına yabancılaştırmasının bir yansımasıdır bu. Ancak güçlü hissedişlerle ulaştığımız bu anlam, kitapta açık, doğrudan bir anlatımla verilmez. Okur kendine bırakılan yorum ve tahmin alanında bu bağlantıları kurar. Okura bu tür bağlantıları kurmanın imkân ve ipuçlarını verdiği için öykü(ler) bir kat daha değer kazanır. İki kardeş trajik, garip bir rastlantıyla buluşurlar. Bundan sonrası daha da dokunaklıdır. İçimizde dokunduğu en duyarlı yerlerimizi kopararak, kanatarak, orada kanayan bir burkuntu bırakarak biter. “Babam öldü dedi Lili. Moskova’ya yerleştikten bir yıl sonra, bize bir yolunu bulup geri dönmemizi söyleyerek. Gitti.. Hastalandı ve gitti. Annem onu hasta eden şeyin hayal kırıklığı olduğunu söyledi hep. Dönemedik. Dönüş yolları artık kapanmıştı. Belki bir gün…Sen hiç gittin mi İzmir’e?” (s.39)
Gidenler Döndüler (s.43) su ile canlanan susuzluk ile kuruyan kültür ve hayatı, öznel duygulanımla çok iyi anlatıyor.
‘Herkes Öyküsünü Kendi Yazar’da olduğu gibi, yer yer mitolojik öğeler ve motifler öyküye katılır.(s.48) Bunlar düş, hayal arası bir yerden fantezi olarak var edilirler. Bu da insan zihninin bir ürünü bir işleyişidir.
Genel olarak öykülerde, merak katsayısı hiç düşürülmeyerek okurun ilgisi hep taze, canlı tutuluyor. ‘Bir Perşembe Gününün Bir Saatinde Birden Fazla ve Farklı Yerde Gelişen Olaylar Üzerine’ bunlardan biridir. İlk elden öykünün ismi insanın hoşuna gidiyor. Bu öyküde bize iki ölüm hissettiriliyor. Birincisi Avyera’nın bilmediği, akıl sır erdiremediği tren raylarındaki hazin ölümü. Teknoloji ile gelen ölüm!
İkincisi ise kapitalizmle dengesi, ölçüsü bozulan hayatlar! Dimitris sessiz, dingin bir sahil köyünde bir sepet ustasıdır. Sepet örmek, onun kendiliğinden sürdürdüğü doğal bir varoluşsal çabadır. Bu uğraşta, yaşamın doğal akışını, büyüleyici uyumunu bozucu bir yan bulunmaz. Bu yönde ne bir bilinç ne bir niyet de doğmuş değildir. Dimitris’in her gün bir sepet satması yeterlidir. Bir gün işadamı olduğunu düşündüğümüz çokça sepete ihtiyaç duyan bir kişi, Dimitris’in bütün sepetlerini alır. Çokça üretmeyi, çokça pazarlamayı, çok kazanmayı amaçlayan bir mantıkla yaklaştığımızda Dimitris’in buna sevinmesi, hatta daha çok ve yeni bağlantılar kurmak için çaba göstermesi gerektiğini düşünürüz. Düşüncemizde yanılmışızdır. Çünkü Dimitris adeta affedilmez, bağışlanmaz bir hata yapmış gibi o gece küçük kayığına binerek, kürekleri denizin karanlık belirsizliğine doğru çeker. Dev dalgalar Dimitris’i yutar. Dimitris bu çılgınlığı niçin yapmıştır? Modern insanın akıl erdiremeyeceği bir tarzla hayatın büyüsü, sırrı, kanaati, tılsımı bozuldu diye çekip gitmiştir aslında. Kendisini zorlayan yeni ilişki biçimi ile (Çünkü adam, sepetleri Dimitris’ten zorla almıştır.) hayatın bir anlamı kalmamıştır, varlığın, var olmanın büyüsü, oranı, ölçeği bozulmuştur. Olanlar, olması gerekenler değildir. Dünyanın çivisi oynamaya başlamıştır. İlahi ritimle varlığa bahşedilen uyum, düzen sükunet bozulmuştur. Bir tek sepet ördüğü ve bir tek sepet sattığı zaman varlığın, yaşamın dost, uyumlu bütünlüğü içinde yeri vardır. Oysa şimdi ihtiyacı ve hakkı olmayan bir alana girmiştir. Dev dalgalar Dimitris’i yutmuştur. Dalgaları, kapitalizmin varlığın hakikatini hiçe sayan işleyişi, veya başka çağrışımları ile varlığın diyalektik yasasının mukadder sonucunun sembolik ifadesi olarak düşünebilirsiniz.
‘İsimsiz Sokak Öyküleri’nde yazar, Lemine üzerinden sokağa ve sokaklara bakar. Sokak en genel anlamda dış mekândır. Hayattan değişik panolara bir bakış gezdirilir.
“Bu sokağın ilerisinde ne var?”
“Başka sokaklar”
Siz bunu başka dünyalar, başka kültürler, yaşam biçimleri, anlayışlar olarak da değerlendirebilirsiniz.
Sokaklarla beraber düşler de birbirini kovalar. Sokak lambaları, ışıkları hatta bir kedi adeta birer kahraman olarak öyküde yerlerini alırlar. Daha sonra sokaklar boyu gözlenen kötü kalpliler, kopuşlar, ayrılışlar, sarsılışlar kısa fragmanlarla birbiriyle örülür. Anlatılmak istenen dünyadır, bu hayattır. Bulaştıkları ölçüde kötülükle kirlenmiş her şeyin ilahi nurla yıkanmaları gereği hâsıl olmuştur. İşte bir kandil gecesi olduğunu hissettiğimiz yoğun aydınlanmada, sokak lambasının gözünden ıhlamur ağaçları şahsında yeryüzünün, bütün bir varlığın secdeye kapandığını hissederiz. Öykü iç anlatımların, içte olup bitenlerin gerçekliği ile benliğinizde metafizik karşılığını bulur.
‘17 Mart Zeytin Ağacı Hediyeleri’nde(s.68) olduğu gibi Ferniba’nın öyküleri, su gibi akan üslubuyla samimi, kendiliğinden geliştiği izlenimi uyandıran anlatımı ile okura yaklaşıyor, sokuluyor, sonra fark ettirmeden veya fark etmenin tadını yaşatarak sarıyor, tutup öykünün içine çekiyor.
‘Kaybolan Cümleler’ Tarzı, dili, içeriği, kuruluşu ile belki kitabın en ilginç öyküsü. Evvela 27 sayfalık uzunluğu ile ilgi çekiyor. Ferniba’nın diğer tüm öykülerinde kurmayı başardığı bilmece, sır, hikmet, merak, şaşırma gibi belirgin unsurların hepsi bu öyküde toplanıyor. Öykü, Nube’nin anlamak ve kavramak amacına yönelmiş ‘varoluş’ daha doğrusu ‘oluş’ serüvenini, fantastik macera kıvamında bir kurguyla anlatır. Taşlar üzerindeki desenleri düşünmekle harekete geçen muhayyile, Verka’nın kitabını anlamak heyecanlı serüveni ile bir yolculuğa çıkar. Her defasında olayların yönü, kitabı okumakla değişmektedir. Okur da hadiseler bunaltıcı bir noktada tıkandığında Nube’den bile önce kitabı hatırlar hemen. Daha doğrusu o kitap, öykünün adeta başkişisi olarak okur zihninin gerisinde yerini almıştır. Bir anlamda şifre çözülmüştür. Ancak o kitap, o yazı nedir? İçimizdeki sesler mi? Korkularımız, umutlarımız, beklentilerimiz mi? Doğa mı? Kader mi, hayal mi, gerçek mi? Yoksa hepsi mi? Bence hepsi. Yazı dediğimiz, okuma dediğimiz bunların hepsidir. Nube aslında kendini okur. Öykü boyunca uçuk fanteziler gibi gelen masalsı olaylar, insan muhayyilesinin doğurduklarıdır. Bir kurgu olarak öyküde veya sınırlarını belirleyemediğimiz tarzda tahayyül de olsalar gerçekliğin her zaman aşkın boyutu vardır. İyi ki de vardır. Gerçeklik bu aşkın boyutlarla bağlanmaksızın, beslenmeksizin varlığını genişletemez, hatta sürdüremez. Sanat edebiyat da böyle değil midir? Siz anlam ve algı alanını özgür bırakamazsanız birbirlerini kapatır, kuruturlar. Hayallerinin, düşlerinin, içindeki seslerin izini özgürce süren Nube’ye toplumun ‘deli’ yakıştırmasında bulunduğu gibi (s.73)
‘Yazılanları Okurken Yazılabilecekleri Yaşamak’ 41 sayfalık hacmiyle kitabın ikinci uzun öyküsü. Gerçekte de uzun bir öyküyü konu eder. 1921 yılında bir gizli görev için padişahın fedaisi olarak yola çıkan Fettah Efendi’den başlayıp, günümüze kadar kuşaklar boyu o ailenin trajedi ve ilginçliklerle dolu hayat hikâyesi, hayret duyulacak ölçüde üstün bir beceriyle özetleniyor. Naz Ferniba bunu bir öyküye sığdırmayı nasıl başarıyor? Bir roman özeti gibi. Öykünün sınırları zorlanıyor. Ama yine de öykü, öykü tadından bir şey yitirmiyor. Bir ailenin neredeyse 200 yıla varan geçmişi, türün çerçevesi zorlanmadan nasıl öyküleştirilir? İşte böyle öyküleştirilir. Bu, öykünün dilini, ritmini, bunlarla bağlantılı olarak sırrını bilmekle ilgilidir. Yazar, öykünün sırrını iyi biliyor. Öykü, anlatı ağırlıklı. Bu öykü hikâye anlatıyor. Hemen her öykünün dayandığı, üzerine oturduğu veya arkasına fon olarak aldığı bir hikâye(si) var.
Yeis,(s.142) Bütün ilişki biçimlerinin karanlıkta donduğu çağımız gerçeklikleri ile çok keskin yüzleşmenin öyküsü.
Son iki öykü Leyla ve Mecnun öyküleri. ‘Aşk-ı Leyla’ ile ‘Aşkı’na Mecnun’
Bir tek son öykü, diğerlerinden farklı olarak birinci tekil kiple yazılmış. Bu düzenleme, bir anlamda yazarın öyküler demetini aşkla ve öznel bir dil kullanarak bağlama isteğinden olmalıdır. En azından ben böyle düşünüyorum. Yazar, okurla arasında bilinçli bir hesapla oluşturduğu anlam alanının niteliğine ilişkin düşüncenin farkında olarak paylaşımcıdır. Adeta yazar hem bu kitabın, hem ‘Zemheri’ üzerinden diğer kitapların sırlarını taşıyan ipuçlarını veriyor gibidir. “Öyküler kaçar. Öyküleri ancak öykü okuyucular yakalar. Cümlelerin öyküsü, sadece onlara kapılarını açar.”(s.154) Ben de burada duyduklarımdan öyküye, öyküden duyduklarımla içimize, hayatın fark edilmez aralıklarına, eleştirel algıya, yaşantıya bir kapı aralamak isterim. Alıntıladığım cümlelere katılıyorum. Yazarın lehine bir fazlalıkla: Bu kitap süzülmüş, damıtılmış cümleleri yanında, bütünüyle kavranması, özümsenmesi gereken bir eser.
Okur, kitabı yazarla birlikte kurduğu anlamla özümsüyor.
Bu birlikte üretim sonrasında anlam belirsizliği olmuyor mu? Sınır ortadan kalkmıyor mu? Kalkıyor. Zaten yazarın seçtiği konu, tercih ettiği tarz, üslup göz önüne alınırsa anlam belirgin sınırlar içinde dondurulmuyor. Metinle aranızda oluşuveren yüksek meraklı ilgi, kıvamı ustalıkla ayarlanmış gizemle daha da çoğalıyor. Hayat biraz da, hatta bütünüyle böyle değil midir zaten? Kim hangi anlamı tümüyle çözdü ki? Çoğu şeyler hep yarım, belirsiz kalmıyor mu? Yani yazarın da nihai çözüme ulaştığı söylenemez. Belki yazar, aramasını yerini belli ederek sürdürür. ‘Demiryolu Hikâyecileri’ öyküsünde Oğuz Atay’ın (Korkuyu Beklerken) yaptığı gibi “Ben buradayım sevgili okur; sen nerdesin?” diyerek yerini belli eder. Burada buyurganlık değil ortaklık vardır. Yazar okurun dimağına seslenirken bir anlamda hem kendini eleştiriye açar, hem de şair dost A. Vahap Akbaş’ın meraklısına dediği gibi “İşte buradasın; uğraş, didin, kendine var. Kendine varırsan ola ki ötesine de varırsın” demektedir. Akbaş bu cevabı, tam da “Yazarak ne yapmak istiyorsunuz?” şeklindeki bir soru üzerine vermiştir. (Zamandan Kurtarılan, s.17, Konak Yay, İst.2011)
Kısaca kitap, hayatı fark etmenin ince aralığından espriyi kavrama meraklıları için tadına doyumsuz bir eser. Sanat, bildiğimiz, bilemediğimiz tüm boyutları ile iç dünyamızı anlamanın, anlatmanın en iyi yoludur. Böylece sınır ve sınırlama kaygısı ile daraltılmaması gereken sanatın iç açılarının birleştiği düzlemde, enlem ve boylamların buluşmasında anlam ortaya çıkar.
Başarıyla canlı tutulan entelektüel ilgi ile kitabı elinizden bırakamıyor, bir solukta okuyorsunuz. Öyküler, dergide münferit güzelliklerinden ayrı olarak, kendi dizilişleri içinde ayrı bir bütünlük oluşturuyorlar. O zaman yazarın öykücülüğünü daha iyi kavrıyorsunuz. Ay Vakti’nin, Naz Hanım gibi beğenilerek izlenen yazarlarıyla sürdürdüğü yolculuğu, bu yetkin verimlerle amacına ulaşıyor. Ay Vakti kendilerine özgü, asil yalın duruşlu, nezih üsluplu, dolgun içerikli yazarları ile kendi sesini, ekolünü oluşturdu denebilir.
Naz Ferniba’nın öyküleri, sadece dili iyi kullanmakla güçlü değil. Kurgusu, mesajı itibarıyla da çok başarılı örnekler. Hikmetli sözler, bazen aralara serpiştirilmiş, bazen kahramanların dilinden öykünün mesajını doğrudan yükleniyorlar. Ne var ki açığa çıkan mesajı ile içerik, hikâyenin aktığı yatağı zorlamıyor. Öyküler, kendi akışları içinde okurun da zihin kıvrımlarından geçerek, kâh yazar ve okurun hayal, kâh reel gerçekler düzleminde, ortak paylaşımlar sürecinde kendiliğinden biçimleniyor. Zemheri’nin dili de, kurgusu da özgün. Bu öyküler, kendi tadında, kendi kıvamında kendine özgü metinler.
Ferniba’nın öyküleri kimi, kimleri örnek alıyor? Hangi sanatçının etkisindeler? İşte baştan değindiğim gibi, kuralcıların aşamadıkları takıntılardan biri de buradadır. Kuralcı eleştiri şemasına göre, bir eserin başka eserlerle benzerlikleri ortaya konmalıdır. İlgili ilgisiz kimi benzerlikler aranır bulunur. Bu çabaları küçümsüyor değilim. Hatta, özellikle sanat tarihi eğitiminde, Stil Kritiğinin önemini ve yararını bilen biriyim. Bu tarz kritikler, eserin daha iyi kavranması, yeni özgün eserler üretilmesi için yol göstericidir. Ancak bizdeki kimi eleştiriler bence bu konuda gereksiz zorlamalar, yakıştırmalar, yakınlaştırmalar içine girebiliyorlar. Günümüzün önemli estetikçilerinden Townsend’ın, haklı olarak işaret ettiği gibi yeni olanı algılamaya çalışmak yerine, belli zihni kalıplar içinde sıkışan değerlendirme biçimi, sonunda dayatma yolunu seçerek, farkın, fark etmenin önünü de kapatır. “Estetik eleştiriye karşı çıkışın bir nedeni, başkalarının yargı ve değerlerinin bizlere dayatılıyor olmasıdır.”der bir eserinde. (Dabney Townsend, Estetiğe Giriş, s. 53, çev. Sabri Büyükdüvenci, İmge yay, Ank. 2002.)
Bu kusurlu tutumun batı etkisindeki Türk edebiyatı ve sanatı ile başlayıp günümüze kadar geldiği söylenebilir. Ancak öykünmekten ve taklitten başka hüneri olmayan o kompleksli dönem, bugün için geride kalmıştır. Zemheri’de istenirse Çehov’dan, Sabahattin Ali’ye, Orhan Pamuk anlatıcılığından Ayçil’in öykülerine kadar kimi benzerlikler bulunabilir. İşin doğası gereği bu böyledir. Hayatlar ve insanlar ve her şey, birbirlerine benzerler. Bunda ne bir mahsur ne de kusur vardır. Ancak bu mukayeseler öykülerin kendi değer ve güzelliklerini ne azaltır ne çoğaltır. Bu öyküler başkalarını örnek almamıştır ama başkalarına örnek olacak özgünlüktedir.
En iyisi kelime kelime kitabı okumak. Okuyunca Zmheri’nin sarıcılığını, sıcaklığını hissedeceksiniz. Yazarı ve Ay Vaktini kutluyorum.
Önemsiz bir not: Ay Vakti Kitap’tan çıkan bir eser de bu fakirin imzasını taşıyor: “Yaşamak Öldürür Beni” Bu kitap için ne söyleyebilirim? Ben o kitabın çerçevesi içinde söyleyeceklerimi zaten söyledim. Başka? Bundan sonrası bana ait değil. Bu çizgiyi bir santim bile geçmemeliyim. Konuşmam gereken yerde susuyor değilim. Susmam gereken yerde konuşamam.