Özlemişim, başı sonu belirsiz şehirlerarası yolculuklara çıkmayı, delikanlı düşlerin dalından düşmeyi, dizginsiz üşümeyi, anadan doğma yersiz bir yurtsuzluğu. Bir Adana tren garında uyuyakalmayı. Sonra okuduğum kitaba kapılıp gitmeyi. Yitik anılar şehri olacak, muhakkak.
Özlemişim, kuşlara öykünüp kendi göğümde bir başıma uçmayı. Bulutsuz bir yaz ikindisi, gökyüzü sere serpe, avuçlarımda sonuna kadar gerilmiş atlaslar, ayaklarımda cins atlar, yol alıyorum bilinmez dehlizlere, beni bekleyen acılardan bihaber. Özlemişim acılarla yüz-göz olmayı, cana düşmeyi, ele kalmayı. Namlusundan boşanmış krizantemler misali, her solukta hercai, tarifsiz bir yol hakkı.
Özlemişim, gecelerin terkisinde yarasalarla yaşamayı, hep çocuğum işte, başımda ölümsüzlük tacıyla, hep on yaşındayım, başımda kavak yelleri… Teslim olmayacağım ölüme, sineye çekmeyeceğim hayâsız saldırıları, aldırmayacağım içi boş, kof saldırganları. Düşmeyeceğim ideolojik yanılgıların kapanına. Kapılmayacağım temayülsüz vaatlere. Vazgeçmeyeceğim başı sonu belirsiz yolculuklara çıkmaktan. Her adımda, uzak kılınmış rahnelerin gül suyunda ölüme yürümek; ölümden uyanmışım, yaşama bilenmişim, yaşayabilmişim.
Özlemişim yalınayak kayboluşları, kül bakışlı düşüşleri, ikindi yağmurlarına bezenmiş toprak yolları, işte, doğduğum yerlerdeyim. Kundaktaki toprağım, başımda tacım, annem yakın bir darbı mesel, babam gayrimenkul aşiyan.
Özlemişim, derin sularda yitip gitmeyi, her bir katrede görünmez olmayı. Bir dere boyunda, asılmış asma kütükleri gölgesinde hezenin, kurulmuş işte emekçilerin gececi tezgâhları; yoksulluk, yalnızlık ve emanet baş tacı yine. Bir ırmak içinde, kapılıp gitmişim sevdalara, kâh kesik yol alırım kıyılara her vurduğumda, kâh açıklarda kalırım bir başıma, sıfırı tükettiğimde.
Özlemişim, Robinson’un adasına düşmeyi, Don Kişotla yel değirmenlerine saldırmayı, yaşlı bir kıyıda yitip gitmeyi.
Özlemişim, dağlarda sabah uykularına uyanmayı, taze sağılmış sütün buğusunda zamanı unutmayı. Koyunlar gurbet kokacak, kuzular türküler çığrışacak, keçiler kazan kaldıracak.
Özlemişim, kuşlardan uzun uçmayı, taşlarda güneşe kalmayı, sulara atılan taşlarla sekmeyi, yolların toz dumanında günü uğurlamayı. Kaşlarını çatmış fırtınalar boşalacak üzerimize. Bir çocuk babasının hasretliğinde çarpılıp kalacak. Anne yakından bitecek, içinden yanacak, savrulacak… Kuşlarım, çatısı olmayan evlerde geçen günlerimin çetelesini tutacak. Ben bir duvar sasarılığında, uzanacağım, uzanacağım, kaskatı bir hüzünle kalakalacağım.
Özlemişim, göğün mavi atlasında gemiler kaldırmayı. Açık mavilerde arada kalmayı, sonra koyu maviliklerde dağlara düşmeyi, uçurtmalar uçurmayı, pek tebelleş, uzun kuyruklu, zor terazili… Kubbelerim vardı, başımda mescit. Secde ederdim ayet ayet, kendime kaldığım vakitlerde, utangaç, mahcup ve biraz da sıkılgan. Kubbelerim vardı, sabah ezanlarını dolduran, akşamüst- lerini büyüleyen, geceleri çalakalem. Sırra kadem bastı duaya kalkmış kub- bemsi eller. Bir ikircikli düş kırması. Serfiraz olduk rahlenin gölgesinde her dem, göz göze geldik diz kırmalarında. Ağladık gök kubbe altında, pek yandık inzivalarımızda.
Özlemişim, göğsümde yarım kalmış romanlarla uyumayı, sonra uyanmayı uykudan roman kahramanlarıyla. Belirli belirsiz sesler duyuyorum uzak yakın, kapılar kırılmış, pencereler aralık, yollara pusular kurulmuş, ihbarlar alıp başını gitmiş, geçen yüzyılın ilk zamanlarına benzeyen. Bir komitacı uykusunda, revolverlerini indirmiş. Eşkıya duldasında hak arayan… ihtilalci sularında jakoben atılımlardan medet uman…
Özlemişim, ağaçlarda mahsur kalmayı, kuş yuvalarında çocuk kalmayı. Bir servi kokusunda çocuk yaşında ölen kızın saman sarısı saçları, babasının kırılmış göğüs kafesi, annesinin kaykılmış elleri. Simsiyah gözlerin intizarıdır, diyor belirli belirsiz sesler. Geçip giden bir koşu, Safa-Merve mühürlü…
Bir dut ağacında rengârenk bilyelerim, ellerim, divanlarım. Özlemişim, bilyelerin desenlerinde kaybolmayı, siyah dutlara bulanmış ellerde koşmayı, divanlarda toplanmayı. Özlemişim, çağla ağaçlarından çağlalar düşürmeyi. Başımda uzanıp giden masmavi gök, sapsarı hüzün, yemyeşil ebediyet…
Özlemişim, 1984’ün kışında çamurlara bata çıka yürümeyi, kırmızı killi rengiyle akan yağmur sularına bakıp düşler kurmayı. Akranlarımla çatal yolda düşüp kalkmayı… Bir selamla yollara düşmeyi, frezede kuzu uykusuna yatmayı. Koynumda ayçiçekleri, parmak uçlarım morarmış, gözlerim kırmızı birer gül. işrak sularında kalıyor ellerim, kuşluk vaktinde kırılmış dizlerim, karılmış ömrümün harcı, ağartıların rahmanileştiği demlerde. Beni bekliyor olacak annem, burada ya da başka yerde; farkı yok.
Özlemişim, yollara düşmeyi bir başıma, istanbul’a gidiyorum, ısmarlanmış bir nisan yağmuruyla. Güya bahar gelmiş, sahaflarda mayıs çiçekleri açmış. Görmüyorum. Surlara vurduğum üç-beş kıratlık konsolosluk seferleri. Gitmenin ağır baskısı, davetkâr kolları, yüksek cazibeli gülüşleri… Kendimden çıkmam gerek. Kendimden çıkmadan mümkün değil çatal ağzından yol almak.
Özlemişim, görünmez dünyaların boşluklarında makas değiştirmeyi. Oysa şimdi kırılan bakışlarım… Ellerim kırık dökük, işe yaramaz, inci boncuk. Yaşım başımdan aşkın, geri durmuyorum kendimden. Bütün kötü kahramanlara meydan okuyabilirim. Bir intiharın darağacında yeni yaşamların haritasını çıkarabilirim, güzergâhını çizebilirim, kalbini alabilirim.
Özlemişim, bir yaz uzunluğunda iftar ezanını beklemeyi, iki yarım orucun bir gün ettiğini sandığım zamanlar. Damlarda açlık kokan nefeslerin buğusu… işte, yaz sıcaklarıyla cehennem ateşinin farkını ayırt edemediğim zamanlar. Hep baharda kalmak istiyorum, kendimi birden sonbahar kapısında buluyorum, mahzun, melül, bir başıma gurbetin yolunu tutuyorum. Büyüyormuşum meğer.
Dedesinin suyu çekilmiş, kırışmış avuçlarında ufalmış, küçülmüş bir çocuk, şarkı meclisinin yolunu tutuyor. Sesi pek kırılgan, incelmiş kolları kırıldı kırılacak, cam kalbi. Divanları toplayacak sonra, hususi harplerde. Yargılanacak bir başına, şarkılara ağlayacak. Başında bir tutam Samanyolu, bir avuç masal kuşu, mavi izler sonra, masun ve münzevi.
Özlemişim, dağlardan kopmuş karlarla savrulmayı. Ayaklarıma zincirlenmiş dünyanın dizginleri boşalacak, ölüm çocuklaşacak, yaşam yaşlanacak. Ben garip bir geçmişin içinden çıkıp gideceğim, gidip dönmeyeceğim, bir seferberlik türküsüyle kalakalacağım uzaklarda, hep.
Özlemişim, sınırları belli alanlarda koşmayı, koşuşturmayı. Zerdali akşamlarını sevmişim. Söyleyecek sözüm varmış, söyleyememişim. Göze gelmiş ilklerim; mesela, ovada saklambaç hürriyet şarkılarım, dağlarda yalın ayak korkularım. Şehrin ışıklarını görememişim. Çıldıracağımı sanmıştım. Ne çok eksik kalmışlık, yurdum gibi kadim ve yetim.
Özlemişim, yap-boz tahtalarında be- lirlp kaybolmayı. Gelincik tarlalarında kırlangıç sürülerini kaldırmayı, bir korkudan, elbiselerim başıma geçmiş, gelinciklerin kokusu aklımı başımdan almış. Bir papatya uykusu ayaklarıma dolanmış, insanım gibi mebzul ve kıymeti harbiyesi sorgu sual edilmiş, can damarı çekilmiş. Bir gül yaprağı duvarda kurumuş, dedemin ihtiyar elleri yaprağın secdesine uymuş. Anlıyorum ki, iki gitmek bir kavuşmak etmiyormuş, bir şeyin boşluğu başka bir şeyin gelişiyle kapatılmıyormuş. Zaman, en onulmaz acıların üzerine en kalitelisinden perçin vursa da, izlerini silemiyormuş.
Özlemişim, bir mayıs ikindisinde annem için çiçekli düşler kurmayı. Bir düştü işte benimkisi, aya benzeyen uzak ve sıcak, suya dolan akıcı ve berrak, taşan çalan hırçın ve nobran. Bin düşüşle gelen bir düş.
Özlemişim, yıldızların altında uyumayı. Aklıma düşüyor çocukluk sorularım. ibrahim’in gençliğine emanet ettiğim gar yolculuklarım ve İsmail’in boynunda kement teslimiyetim.
Özlemişim, evrenin müzikal ahengine yakalanmayı. Pascal, manastırından çıkıp gelir mi, söyler mi bana kaderin sırrını?
Düşer mi kollarından bu şehir, indirir mi bütün gemilerini uçsuz bucaksız okyanuslara. Özlemişim, Cennetü’l- Bakî’nin eteklerine kurulmuş medeniyet şahikası şehirde, başı sonu belirsiz yolculuklara çıkmayı.