Hikâye Derler

Görmediği, duymadığı bir şey değildi ki…

Hızla arabadan indi. “O kadarını ben de biliyorum.” diye söylendi. Başını eğip, alçak tavanlı evin küçücük eski tahta kapısından içeri girdi. Uzun boyu bu kapıya göre değildi ya…

Eski kilim ve halı parçalarına, kendisi için bir raf yapılmış olduğundan daima yüksek­te duran ve üstünde boya kalıntıları ve çizikler olduğu için de, göze pek hoş görünmeyen fakat hala çalışan dededen kalma radyoya baktı. Odada eşya denecek başka bir şey yoktu. -Dış kapı direkt odaya açıldığından başka bir yeri de görememişti- “Sefalet içinde yüzüyor burası be,” diye söylendi. Buyur edilince istemeye istemeye çöküp bir köşeye oturdu. Neyse ki kendisinin buraya bir aidiyeti yoktu. Bu duyguyla ferahladı, havadan baktı her şeye. içinde belli belirsiz bir acı hissetti yine de. Acıyor muydu? Neye?

Sıkıldı. Kalkmak istediğini gözleriyle anlatmaktan başka çare bulamadı. Öfkeyle kardeşinin bakışlarını yakalamaya çalıştı. Ne kadar uğraştıysa boşuna. Kardeşi konuşmaya öylesine dalmıştı ki sanki onu unutmuş gibiydi. Eğer ona verdiği söz olmasaydı… içinden kızdı kızdı. Görünüşte hiç konuşmadığı halde içinden söylenmedik söz bırakmadı. Kaşları çatıldı. Şu ikizini anlaması pek de kolay değildi. Kendisi gelmişse gelmişti de, ya onu peşinden sürüklemesi. Bir de ikizler birbirine benzer derlerdi.

Gider gitmez çay ikram etmişlerdi, içmedi, ikizi pek sevmediği halde içmişti. Şimdi de yemeğe kalmaları için ısrar ediyorlardı. Ah! Kardeşi bir ondan yana baksaydı. Herhalde bilerek, kasıtlı olarak bakmıyordu. Bir dışarı çıksalar ona söylemediğini bırakmayacaktı.

Tabii, ikizinin de ona söyleyecekleri vardı, en başta soracakları: Neden dostça ellerini sıkmadın, diye soracaktı? Neden gülümsemedin onlara, neden çayı sevdiğin halde içmedin, diye sora­caktı? Neden konuşmadın neden, sözünü esirgedin onlardan, hatta sorulanlara neden doğru dürüst cevap bile vermedin, diye soracaktı? Neden yüzünü asıp, kaşlarını çatıp oturdun, diye soracaktı? Neden sana yakınlık gösterenlere uzak kaldın, uzaktan baktın, diye soracaktı? Neden isteksiz geldiğini belli ettin, diye soracaktı? Neden, neden, diye soracaktı?

Şimdi onunla gelmemek, burada olmamak vardı ki…

Odanın bir köşesinde oynayan çocuğa takıldı gözleri, hele oyuncakları… Donakaldı. Dökülüyor denecek kadar eski püskü elbiseleri toz toprak içindeydi. Dışarıdan henüz gelmiş olmalıydı. Galiba ağlamıştı da. Tozlu yüzünde gözyaşları bir yol gibi iz bırakarak kurumuştu. Saçları karmakarışık, günlerce taranmamış gibiydi. Ağzının yanlarında kurumuş yemek artıkları vardı. Burnu akıyordu, bazen elbisesinin kolunu bazen de elinin tersini burnuna rastgele sürtüyordu. Böyle yaptıkça çocuğun küçücük, düz, güzel burnu, burnunun çevresi ve eğer yıkansa beyaz yumuşacık olan eli, iğrenç bir görünüm alıyordu. Daha fazla yüzüne bakamayacaktı.

Hele bir de oyuncakları… Bir salça kutusunun içine yakalayıp koyduğu – hızlı kaçamayan ve uçamayan cinsinden- canlı böcekler. Bunları bir ev eşyası gibi yan yana diziyor, gidenleri yaka­layıp yakalayıp yerine koyuyordu. Onlar gidiyor, o tekrar alıp yerine koyuyordu. Böcekler hep

sırayı bozuyordu. Çocuk da tekrar tekrar eline alıp, onları yeniden sıraya koyuyordu. Ne bitmez oyundu bu böyle yap-boz gibi.

Hele oyuncakları… O, bu yaşta bile elini süremezdi onlara.

Odayı yeniden gözden geçirdi. Evet her şey eskiydi, parçaydı, yamaydı ama temizdi.

Yıkılacakmış gibi duran, girintili- çıkıntılı, eğri- büğrü duvarlar beyaz badanalıydı, lekesizdi. Ama hafif tozlu muydu, ne? Yaşlı karı kocanın ve felçli adamın üstü, eski, yamalı fakat temizdi. Ona uzatılan bardak pırıl pırıldı. Çocukla bu ev arasında bir irtibat kuramadı. Fakir olduklarını anlamıştı da, çocuk neden bu kadar bakımsız ve pisti?

Bu arada çocuk yine burnunu koluna sürttü.

Cebindeki kâğıt mendilleri hatırladı, çıkarıp verecekti ama silmeyi bilmiyor diye düşünüp vazgeçti. Çocuk çektiği burunu koluna sürttü, yeniden çekti. Bir daha çekti. Ağlıyordu. Sessiz sessiz ağlarken birdenbire yüksek sesle ağlamaya başladı. O zamana kadar varlığı fark edilmeyen çocuğa döndü herkes. Yaşlı kadın, “Ne oldu yavrum?” diye sordu.

“Öldü”, dedi, “Annem gibi yürümez oldu, toprağa gömelim onu.” -böceği gösteriyordu-

Yaşlı kadın, çocuğun yanına gelip elinden tuttu: “Ne zaman geldin sen?” dedi. “Gel bir yüzünü yıka­yalım.”

Çocuk, kadının elinden kurtulup böceğin başına geldi, “öldü” diye yineledi. “Annem” dedi ardından ve hıçkırdı. Kadın çocuğu dışarı çıkardı.

Böcek sırayı bozmuyordu artık.

“Zavallı çocuk” dedi, felçli adam, “Annesi ölünce ortalarda kaldı. Sabahtan akşama kadar bütün kom­şuları dolaşır böyle. Kimine girer çıkar, kiminde uyur, kiminde yemek yer. Bazen de aç kalır yavrucak ya da sokakta kalır kimsenin haberi olmaz.”

Kardeşiyle göz göze geldi bir an. Çocuğun hali onu öylesine etkilemişti ki, kalkmak için işaret etmeyi unuttu.

Kimseden ses çıkmayınca -uzun sessizliğini bozarak- dayanamayıp sordu: “Babası da yok mu?”

“Var,” dedi felçli adam, “Hamal ihsan. O da olmazsa, o da çalışmazsa bu çocuğun geleceği daha da karanlık olur.”

“Bugünü sanki çok aydınlık” diye geçirdi içinden. Yine içinden bir şeylere ve birilerine kızdı, bir şeylerden ve birilerinden nefret etti. Tiksindi, iğrendi. Ezdi, çiğnedi, ezdi. Koca koca adımlarla nereye basıyor, kim­lere nefes aldırmıyordu, kimler nefes aldırmıyordu? Kendinden ve başkalarından iğrendi. Sinirleri gerili bir yay gibiydi. Elinde olmadan ayağı kalktı, yeniden oturdu. Kardeşindeki rahatlığı kıskandı. “Bu kadar da vurdumduymaz olunmaz ki” diye mırıldandı. Kapıdan girmeden önce kardeşine dediklerini hatırladı: “Görüyorum, duyuyorum, biliyorum.” demişti. Demişti de; yalnız, sinemalarda, televizyonda film ya da tiyatro diye izlemiş, izlediklerini görmek- duymak saymış, yine romanlarda, roman diye okumuş ve bunu bilmek saymıştı. Sonunda film ya da roman, yine film ya da roman olarak biterdi. Ve isimleri hep öyle kalırdı. Oysa gerçek, daha başkaydı. Gerçek, bütün çıplaklığıyla gerçekti. Sonunda, ne film ne roman, ne de hikâye denirdi. Gerçek, evet gerçek, yani şu hakikat başka isimlerin gölgesinde serinlemeye imkân vermezdi. Öylesine yakardı.

ilk defa ağaçsız bir sahraya düştüğünden yanıyordu. Ağzı kurumuş, yüzü al al olmuştu, boğazını bir el sıkıyordu. Oda kapısının gıcırtıyla açılması onun kurtuluşu oldu. Kapıya döndü. Kapı gıcırdaya gıcırdaya yavaşça açıldı. İçeriye önce kadın sonra çocuk girdi.

Gözlerini ovdu. Çocuğa, yanlış mı görmüş gibisinden iyice baktı, bir iyice inceledi onu.

Evet, bu çocuk, o çocuktu. Yağmur öncesi kül rengi gökyüzünü andıran, bu iri, kederli, kahverengi gözleri nerede görse tanırdı artık. Oydu. Elleri, yüzü yıkanmış, saçları-saatlerce taransa o saçların açılacağına ihtl— mal veremezdi- taranmıştı. Kıvırcık sandığı saçlar düzdü, arkaya doğru taranmış, bağlanmıştı. Yeni elbisesi ne kadar da yakışmıştı. Şimdi

bu mahallenin çocuğu değildi o. Onu geldiği semtten getirmiş gibiydi. Evet evet, oturduğu apartmanın ikinci katındaki avukatın çocuğuna benziyordu.

Kadın, doğruca ikiz kardeşinin yanına gitti: “Allah razı olsun.” dedi, “Evladım. Sayende yetimin yüzü güldü. Bir ağlamaya başladı mı susmazdı o, susturamazdık. Ama aldıkların aklını çeldi. Çocuk işte, çocuk… Oyuncaklara bakarken saçlarını taramama bile ses çıkarmadı, yoksa hiç elletir miydi? Saçlarını da açmak kolay olmadı hani. Suyla ıslata ıslata zorla açtım, bazı yerler kördüğüm olmuştu da, oraları makasla uçla­rından kestim de öyle açtım.”

Yaşlı adam: “Gel bir deden yakından görsün seni, gel bir dedenin boynuna sarıl, amma da güzel olmuşsun ha” deyip, çocuğu kucaklayıp öptü, başını okşayıp bıraktı.

Çocuk elbiselerini incelemekle meşguldü. Üstündekilere bakıp bakıp ara sıra düşünür gibi yapıp sonra gülümsüyordu.

Yaşlı adam, ikiz kardeşinin elinden tuttu. Çocuğu işaret ederek, “Şimdi mutluysa sebebi sensin,” dedi, “Sağ ol, Allah her işini rast getirsin, ne muradın varsa versin…” Daha bir sürü şeyler sıraladı.

İkizi, ağzını açmadan mahcup bir şekilde gülümseyerek başını salladı, sonra suç işlemiş gibi başını eğdi. Sanki deminden beri rahat rahat konuşan o değildi, öylesine sıkıldı. Zaten hep utangaç biriydi o, ama nasılsa geldiğinden beri durumu iyi idare etmişti. Adam, dua edip onu övdükçe, daha çok utanıyor daha da çok başını eğiyordu. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Bir kurtarıcıya ihtiyacı vardı ki…

Birdenbire çocuk bir şey hatırlamış da geç kalmış gibi kapıya koştu. Boyu kapının koluna yetişmiyordu. Bir an odadakilerden yardım ister gibi baktı, sonra hemen kadına döndü:

“Kapıyı aç, kapıyı aç gideceğim” dedi. “Elbiselerimi Hasanla, Suna’ya göstereceğim”.

Felçli adam, “Yemek ye sonra git,” dedi.

“Yok yok” dedi çocuk, “Ben gideceğim.”

Bu arada kadın kapıyı açmıştı. Çocuk dışarı fırladı.

Çocuğun ardından, odada, uzun, upuzun bir sessizlik oldu.

Nereye bakacağını ne düşüneceğini şaşırdı. “Eve gider gitmez bunları yazmalıyım” dedi, kendi kendine. “Sonra ismi bir hikâye olur belki. Okuyanlar, ‘Bir hikâye’ der geçerler işte.

‘Bir hikâyeydi hepsi bu’ derler.”

Kardeşi başını kaldırmışsa da, yüzü hâlâ eski beyazlığına kavuşmamış, kırmızıya yakın pembeydi. Gözleri daha buğulu ve sıcaktı.

Bakışlarıyla kalkmak için anlaştılar.

Eli kapının kolundayken ürperdi birden, ellerini önce boynuna sonra saçlarına götürdü. Tavandan toz-toprak mı dökülüyordu ne? Kendini dışarı attı.

Pencereden vuran güneş ışığında kalın ve yoğun bir toz tabakası uçuşuyordu.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

138. SAYI / MAYIS – HAZİRAN 2012 / Ay Vakti
Gündem / Ay Vakti
Kafdağı / Şeref Akbaba
Cezada Elif Firarı / Naz
Kitaplarla Baharı Yaşamak-I / Recep Garip
Tümünü Göster