Hiç Yoktan Trajedi

1.
Mutfaktan gelen takırtı tukurtuyla uyandım. Aslında yarı yarıya uyanıktım. Şimdiyse onun mutfağa geçtiğini fark etmiştim. Kızı okula gönderdikten sonra, genelde vurur kafayı yatar. Kalkarım. Ocağın üstündeki çaydanlığın altı kısık ateşte yanmaktadır. Peynir, zeytin reçel tabakları masa üzerine baştan savma bırakılmıştır. Fincanım. Yanında çatal bıçak. Şu sivri uçlu meyve bıçağını görünce tepem atıyor. Mümkünse beyaz fincan, yanına bir kâğıt peçete koymalarını istememden hadi artık vazgeçeyim. Ama şu sivri uçlu bıçağı istemediğimi yüz defa söylemişimdir. Anlaşılır gibi değil. Yine o bıçak. Tereyağı ve reçel ucu oval bıçakla daha rahat sürülüyor. İstediğin kadar söyle. “Söyleyeceğine kalk al. İşte, çatal, bıçak bu çekmecede.” Mesele alıp almamakta değil. Madem bir sofra hazırlıyorsunuz, ne var yani, işte bu zıkkımı istemiyorum. İstemediğim bir şeyi her defasında inatla, ısrarla önüme koymanızın ne manası var? O çoktan köşesine çekilmiş, şapırdatarak yemesine başlamıştır bile. Benimse, işte bir sabah daha, işte bu sabah da moralim sıfıra inmiştir. Duyarsız kadın. Ne yapacağım bilmiyorum. Bir insan bin defa söylenen bir şeyi nasıl olur anlamaz? Nasıl olur aksini yapar? Anlam veremem. Sonunda beni sinirlendirmekten zevk alıyor olmalı diye düşünürüm. Öyle midir? Eğer bunu bilinçli yapsa, yani gerçekten beni sinirlendirmek için arada bir tezgâh içinde olsa, tuhaf ama ondan zevk alacağımı bile sanıyorum. Tuhaf gelmesin. Bunu muzipçe tasarlanmış bir zekâ gösterisi olarak ele alacağım mesela. Zararı yok benim istemediğim olsun. Veya şeker kâsesini dolaptan ben alayım önemli değil. Ama beni asıl duyarsızlık, sayısız kez söylememe rağmen, duyarsızlıkta ısrar üzüyor. Ne üzmesi harap ediyor. “İyilik de yaramıyor.” Lafa bak! Düşünüyor, taşınıyor olayın adını koyamıyorum. Yahu bunun felsefede, sosyolojide, psikolojide, din bilimlerinde her nerede var ise adı dangalaklıktan başka nedir? Yahu hanım yapma Allah aşkına, peygamber aşkına yapma ne olur, yalvarıyorum. Yirmi yıldır ısrarla, dirençle her defasında rica ediyorum. Hanım yapma, eğer iyilikten anladığın buysa, bana iyilik yapma. Benden ne istersen iste, her isteğin yerine getirilecektir, ne olur artık bana iyilik yapma. Senin iyiliğini istemiyorum. Ablası, kendisi gibi çokbilmiş ablası, “iyilik yapmanın neresi kötü?” diyor? Hadi buyur. Bilmeyen beni kabahatli sanacak. Tamam diyorum. İyilik çok güzel. İşte o güzel olanı benden esirgeyin. Bana kötülük yapın. Tamam diyorum siz iyisiniz, iyi kalınız. Ben kötüyüm, kötü kalayım. Ablasını da kendisini de ellerinden tutup odama götürüyorum. Bak canım diyorum. Bak bi tanem. Sen çok iyisin, temizsin ya, şimdi beni iyi dinle; bak ben izin vermedikçe bu odada temizlik yapma. Hele düzenleme hiç yapma oldu mu? Anladın mı, diyorum. “Anladım” diyor. Veya “anlamadım” diyor. Burada anlamak ve anlamamak aynı anlamlara geliyor. “İşte böyle abla” diyor, “şaştım kaldım. Odaya süpürge çekmekte, masayı, kitaplığı temizlemede ne sakınca var abla Allah aşkına? Ben bu insanı anlayamadım.” Bana dönüp “Bir başkasına anlatsan kınarlar seni kınarlar” diyor. “Ne güzel, gül gibi hanımın var; odanı tertemiz, pırıl pırıl yapıyor, teşekkür edeceğine bir de kalkıp hır çıkarıyorsun.” Hır çıkarıp ne yapıyorum? “Ne o öyle afra tafralar, günlerdir surat asmalar, kapıyı kilitlemeler, bizimle küsmeler. Ne yaptık biz sana? Kahvaltını hazırladık, suç mu ettik? Odanı temizledik suç mu ettik? Tamam, bir daha da yapmam sen merak etme. Canıma minnet.” İşte böyle hiçbir şey olmamış gibi, sonra beni mecbur ettiği saçmalıkların sebebi benmişim gibi bir de üste çıkmaz mı? Yaptıklarının bende ne tür olumsuz etkiler, yıkımlar yaptığını bilemiyor. Dedim ya, aklı basmıyor. Kızıma, kızım bari sen anlat, sen ikna et anneni diyorum. Ne de olsa büyüğü üniversiteye gidiyor, küçüğü henüz orta mektepte. “Anne” de, “Babam bir öğretmen, üstelik çalışkan, araştırmacı bir öğretmen. Sonra bir felsefe dergisinde yazılar yazıyor. Doktora çalışıyor. Onun için senin dağınık gördüğün notlar, kitaplar, kitapların yerleri çok önemli. Sen düzenlerken aslında adamcağızın düzenini bozuyorsun.” Bir iki anlattı sanırım. Olmadı. Düzenlemekle düzenin nasıl bozulduğunu kadın anlayamıyor. Olmuyor olmuyor. Zorla, zorlamayla olmuyor. Bizim meslek çok okumayı gerektiriyor. Önce Sokrat öncesinden başlayarak günümüze Levi’ye, Hayek’e, Dekart’a Gazzali’ye, Hegel’e Habermas’a kadar herkesi her fırsatta ayrıntılı olarak okuyacaksın. Çizecek notlar alacaksın. Sonra o notları, kitapları araştırma konularına göre tasnif edeceksin. Yarın veya haftaya hangi sınıflara hangi konuları anlatacaksın? Wittgenstein’dan önemli bir not şurada kalsın. Schopenhauer’ın metafizik duyguculuğu ve çağdaş bilimin yönelimlerini çok iyi ifade ettiği tespitini şu bölümde değerlendireyim. Şimdilik acelesi yok, şurada beklesinler. Vico’ya yarın bakarım. Kitaplar, dergiler, fotokopiler. Sonra öğrencilerin sınav kâğıtları. Her biri ayrı bir dikkat istiyor. Bunlara yıllarımı, ne yılları ömrümü verdim. İşimi severek yapıyorum. Bu benim için iş olmanın ötesinde bir dava, bir ideale dönüştü. Her gün yeni, farklı yoğunlaşmaların heyecanını duydum. Öğrencilerimle sohbet ederken veya bir makale yazarken, dışarıdan biri olarak değil, içten, içeriden ifade ediyorum. İşime kalbimi, ruhumu katıyorum. Olay giderek kendi gerçekliğimizi, o gerçekliği aşan hakikati anlama çabasına dönüştü. Anlama ve anladıklarımı paylaşma çabası içinde öğrencilerimle ilişki kuruyorum. Gençken çok keskindim. Hatta devrimci karakterim fazla baskındı. Branşımda ciddi olarak derinleşince şu geldiğim noktaya bakın: Derviş olup çıktım. Daha engin, esnek, bol gönüllüyüm. Yoksa artık dayanılır gibi değil. Dervişliğimle dayanıyorum. Değilse işte şimdi çıldırmam lazım. Girdiğimde odamı yine pırıl pırıl buldum. Bütün kitaplar kaldırılmış, kitaplıkta rastgele boş görülen yerlere sokuşturulmuş. Notlar üst üste konup ilgisiz bir dosyaya yerleştirilmiş. Eyvah, korktuğum yine başıma geldi. Sükûtu hayale uğruyorum. Donup kalıyorum. Nutkum, dilim tutuluyor. Kaç zamandır hazırladığım kurgu, çerçeve tam sonuca gidecekken dağılıverdi. Kendimi Sisifos gibi hissediyorum. Dağın tam tepesine çıkarmak üzereyken, yuvarladığım o iri taş birden en aşağılara yuvarlanıyor. Haydi, bir daha dene. Bir gün başaracağım umuduyla bir daha dene. Sen yine de Sisifos olmaktan vazgeçme. Sisifos, umutsuzluğa karşı varoluş inadının, direncinin ve üzerine düşeni eksiksiz yapma bilincinin adı. Üstelik yarın da Araştırma Kültür Vakfında bir konferansım vardı. Bu akşam notlarıma son şeklini verecektim. Oradan bir makale çıkaracaktım. Makalenin tematik çerçevesini oluşturmuştum bile. Bir süre kıpırdamaksızın öylece kalıyorum. Açık pencereden esen rüzgâr tülü havalandırıyor. Beni öyle görünce biraz kabahatini anlar gibi oluyor. Yanıma yaklaştığını hissediyorum. Ruhumun ateşi, bakışımdaki ışık sönmüş olarak, yahu hanım diyorum ben sana ne dedim? Bunca yıllık deneyimden sonra, sorumun ne anlama geldiğini artık biliyor. Artık bilsin değil mi? “İyi ama Necmi” diyor, “her taraf darmadağınıktı. Kapalı kala kala içeriye havasızlıktan girilmiyordu. Ne yapayım dayanamadım. Gelen giden oluyor. İnan insanlar ayıplıyor. Ne pasaklı bir adam diyorlar.” Desinler diyorum. “Ama el öyle demiyor, ‘şu karıya bak bir adamı çekip çeviremiyor, her yanı şey götürüyor’ diyorlar. El ne anlar senin ilim aşkından.” Ulan ele de sana da başlatma şimdi. Her şeyimi allak bullak ettin lanet kadın diyorum öfkeyle. Sinirden titriyor, kıpkırmızı kesildiğimi hissediyorum. İçimden elime ne geçerse, önüme ne gelirse vurup kırmayı kuruyorum. Ardından bir tokat, bi daha bi daha. Öfkemin yine geçmeyeceğinden, maazallah elimden bir kaza çıkacağından korkuyorum. “Ne yaptım da bu kadar öfkeleniyorsun? Alt tarafı orada burada dağınık duran kitapları, kitaplığa koydum. Her şey kendi yerinde olmalı. Öyle değil mi ama?  Korkma notlarını da yemedim, işte hepsi burada.” Off of. Bu kadının laf dinlemezliği öldürecek beni. Git diyorum git geri zekâlı. Git ve artık yeter bana eziyet ettiğin. Bin defa söylediğimi işte bin birinci kez yineliyorum. Yahu sen ne biçim insansın? Nasıl bir tıynete sahipsin, laftan sözden anlamaz mısın? Sana nasıl davranayım Allahın belası? Bak beni sonunda zıvanadan çıkarmayı başardın. Nasıl başardın bunu? Benim gibi mülayim, yumuşak, kendi halinde bir insanı nasıl sinir küpü yaptın? Sonunda beni de küfürlü konuşmaya mecbur ettin. Yok, yok işte başka dilden anlamıyorsun ne yapayım. Ulan öküz bak bir defa daha diyorum. Beni öldüreceksin sen. Ben senden bir şey istemiyorum. İlişme, bana da, odama da, hiçbir şeyime ilişme. “O zaman sen düzeltirsin. Ben bu evde dağınıklık istemiyorum. Düzelt, dağınık bırakma ki ilişmeyeyim.” Ne yaparsın şimdi. Katil olmak işten değil. Anlaşıldı. Bu kadın bana şeytana tahammülü öğretiyor anlaşıldı. Hayattan ve kitaplardan alamadığım son ders: Sabır. Sabrın içsel olan en zor boyutu. Çaren yok katlanacaksın diyorum. Bu arada kendimi sırtüstü kanepeye attım. Son zamanlarda kendimi zaten iyi hissetmiyorum. Kendimi atmasaydım devrilecektim. Bir anda benzim, şeklim uçmuştu. Kalbim kötü kötü çarpmaya başladı. Küçük kız geldi. “Hoş geldin baba” dedi. Biraz olsun o yatıştırıyor beni. Ne yapıp edip beni gevşetmeyi beceriyor. Kısık bir sesle ve iç geçirerek hoş bulduk dedim. Gözlerimi tavandan ayırmadım.

2.
Günlerdir böyle sessiz. Ağzını bıçak açmıyor. Ne yaptık bilmem. Sanki anasını öldürdük. Bilmeyen de beni ne kötü bir kadın beller. Bu adama akıl sır erdiremiyorum. Ne yapmışım? Yok efendim sabahleyin biraz geç kalkmışım. Ne var yani. Bugün hafta sonu, biraz şekerleme yapayım demişim. Acelen ne adam? Bugün herkes evde. İnadına erkenden uyanır. Uyanır uyanmaz gürültüsü evi doldurmaya başlar. Mutfakta kendi kendine bir şeyler yapar. Biliyorum çaydanlığa suyu foşurdatarak mahsustan koyuyor. Sonra kapağını çatırdatarak mahsustan kapatıyor. Ocağı yakarken bile çakmak çat diye beynimde patlıyor. Sonra masaya savurur gibi çatal kaşık, tabak sesleri. Be adam hafta sonu olduğu için iki gram fazla yatsak ne olur yani? Ne var bunda? Bak bakalım sokağa, bir Allahın kulu var mı? Herkes uyuyor. Bugün Pazar. Acelen ne? Yok, inadına erkenden kalkar. Odalarda, koridorda bir karabasan gibi gezer. O karabasanı hepimiz hissederiz. Önce kızlara gider. Sözüm ona sever, okşar. Be adam bırak çocuklar biraz yatsınlar. Hafta boyu, erkenden okula gide gele yoruldular. Tabii ilgileneceksin ki haberin olsun. Neyden haberin var ki senin? Çocuklar nasıl okula gönderiliyor, umurunda mı? Saçları taranacak, beslenmeleri hazırlanacak karınları doyurulacak. Sen ancak kitapların ya da televizyonun başında bizi unutmayı iyi bilirsin. İşte şimdi de sabah haberlerini izliyor. Biraz sesini kıssa olmaz sanki. Biz televizyonun sesini bu kadar versek yapmadığını koymaz. Üstelik biz senin gibi sabahın köründe milleti rahatsız da etmiyoruz. “Ulan hanım ne sabahı, neredeyse öğlen olacak. Tamam, tamam, kalktım. Bir hafta sonu bile dinlenemiyorum. Evde olduğu zaman, çile başlıyor. Yok, makineler çalışmayacak, süpürge yapılmayacak. Gürültü oluyormuş. Bütün bu işleri o evde yokken yapmalıymışım. İyi de bu evin döküntüsü mü bitiyor. Nasıl oluyor anlamıyorum, elimden hiç bez eksik olmuyor. Kimse aldığını götürüp yerine koymuyor ki anam. Kızlar, hiç olmazsa sizler bana yardımcı olun. Yok, anam ne yardımı. Son zamanlarda bir de tabağı götürüp odada yeme huyu çıktı ortaya. Bir bu eksikti. Diyelim ki yediniz, boş tabağınızı, bardağınızı götürüp mutfağa koysanıza kızım. Tabii nasıl olsa hizmetçi emrinizde. O toplasın. Sizin peşinizi toplamaktan bıktım. Bir de anlayan olsa. Beğenen olsa. Ne gezer. Herkeste bir tafra ki sorma. Konuşmayı, laf sokuşturmayı iyi bilirler. Şu kıza bak. Bacak kadar boyu ile o da bana karşı çıkmaya başladı. Neyse boş ver. Bunlar elde ne karı var, ne anne var bilmiyorlar da konuşuyorlar. Sofra hazır. Gelmezler. Sofra hazııır. Hadi kahvaltıyaaa. Burada haklı, hazır olduktan sonra sofraya gelinmedi mi benim de canım sıkılıyor. O da çocukları uyandırmaya gitti. “Çocuklar hadi.” Bütün gecenin ağırlığını üstünden atamayan mayışıl gevelemeyle kız mırıldanıyor. “Ya baba dur da yatalım. Her Pazar böyle yapıyorsun.” Neyse kendi hallerine bırak, onlar sonra yer. Öbür kız masada hazır. “Nereye oturacağım?” Masa dolapla kapı arasına sıkışmış. “Şöyle bir çekelim.” Önce bir otur bakalım. Yine birden taş kesildi. Biraz yüksek sesle konuştum. Şimdi bunu bahane edecek belli ki. Karnından, dişlerinin arasından konuşmaya başladı. “Aferin. Sizden de bu beklenir. Bir güzelliğin sonunu getiremezsiniz. Bir güzelliği sonuna kadar sürdüremezsiniz. Adam gibi cevap verseydin şaşardım zaten. Suç sizde değil bende. Bende ki sizleri adam yerine koyuyorum. İt gibi havlarcasına bağırmanın ne anlamı var? Öküzünki gibi açtığın gözlerinden ateş püskürüyor. Yazıklar olsun sana. Allah belanızı versin. Olmuyor. Bin yıl geçse olmaz. Suyun bulanık senin kızım, hamurun bozuk. Her şeyi öğrensen de inceliği, nezaketi öğrenemeyeceksin. Öğrenemezsin. Yapmak istesen de yakışmaz sana. Üzerinde iğreti yansımalarla ele verirsin kendini.” İfadelere bakıyor musun? Ben ne yaptım, ne dedim şimdi? “Sen ne dediğini iyi bilirsin. Aslında bilmen de gerekmiyor. Senin bir şey bilmekle elde edeceğin bir değer yok. Böyle bir derdin, kaygın yok.”

Bir tek kelime, bir tek kelime etse her şey düzelecek. Aynı evde farklı dünyaları yaşıyoruz. Dünyalarımız birbirinden buzdan soğukluğun görülmez duvarlarıyla ayrılıyor. Aylar var ki neredeyse ne yüzünü gördüm, ne sesini duydum. Evde soğuk bir hayal bir gölge. Gölgenin varlığı veya yokluğu içeriyi bunaltıcı bir kasvetle dolduruyor. Her sabah kalkıp kahvaltısını masaya hazırlıyorum. Uyanıp, lavaboya geçiyor. Giyiniyor. Hissettirmemeye çalışsa da gelen seslerden anlıyorum. Ben mutfaktayken kahvaltıya oturmuyor. Sıkıldım ama ne yapayım. Artık çekilmez oldu. Bu böyle gitmez. Ama nasıl gideceğini de bilmiyorum. Yine geçiyorum odama. Odama geçtiğimi anlayınca sessizce kahvaltısını ve son hazırlıklarını yapıp çıkıyor. Sadece kapının açıldığını, kapandığını duyuyorum o kadar. İşte yalnız ve kendimle baş başayım. Sürekli soğuklaştırdığı duvarın arkasında kendi odasında, kendi dünyasına kapanırken, yalnızlığı bu denli rahat yaşayamıyorum. İçimde bir daralma, sırtımda bir yük oluyor. Evde olmadığı zamanki sessizliğe artık dayanıyorum. Evde olduğu zamanki soğuk sessizlik beni boğuyor. Gidince yüreğimdeki, ruhumdaki düğümlenme çözülüyor. Kız okuldan geliyor. Akşam oluyor. Gelme saati yaklaşınca, yine o kasvetin, gittikçe kana karışan zehir gibi damarlarıma, ruhuma yayıldığını hissediyorum. Sıkıntı daha gelmeden bunaltısı geliyor. Aynı nedensizliği yaşamak bıkkınlık veriyor. İşte yine zil çaldı. Hiç şaşmayan rutinle kapıyı açıyorum. Kapıyı açanın ben mi kız mı olduğuna bile bakmaz. Ayakkabısının bağlarını çözmekle meşgul olur. Her zamanki gibi sessizce içeriye girer. Bize yüzünü bile dönmez. Pardösüsünü, ceketini çıkarıp portmantoya asar. Gölge tek kelime etmeksizin dosdoğru odasına kayar. Macera başladı. Sessiz macera. Kapısını kapayıp başlar kitabına gömülmeye. Varsa yoksa kitapları. Bu yüzden bizimle hiç ilgilenmedi. Eğer kapıyı tam kapatmamışsa onu ince aralıktan izlerim. Hem çok tanıdık, hem de anlaşılmaz bir yabancı. Evde bir yabancı mahcupluğuyla, köşesine çekilmiş sayfalar cümleler arasında kendini unutmuştur. Artık ben de bir yabancı gibi uzun uzun izlerim onu. İzlediğimi bilmez. Ah kocacığım. Niçin böyle oldu? Nasıl böyle oldu? Azdan aralık kapının gerisinde beni fark etmez. Bir tarafımla imrenerek, diğer tarafımla üzülerek, iç geçirerek dikizlerim. Kendini de bizi de harap etmene ne gerek var, ne gerek vardı? Son derece olgun, filozofik edalarla sayfaları çevirmesi bile ne kadar hoş. Onun çok derin, çok müstesna bir insan olduğunu, bir o kadar zor biri olduğunu biliyorum. Hayatım zehir de olsa bunu biliyorum. Allah var iyi insan. Hiçbir kötülüğünü görmedim. Gördüm desem dilim tutulur. Farklı, zor biri. Anlayamadım. O hiç kimseye benzemiyor, bunu biliyorum. Ara sıra yazdıklarından okurdu. Pek bir şey anlamam, anlamazdım ama çok manalı şeyler yazdığı belliydi. Ben kim onları anlamak kim. Bunları biliyorum. Sonra arkadaşlarının, öğrencilerinin niteliklerinden, onlara gösterdi nezaketten, ilgiden biliyorum. Benim kocam en iyisi. İşte tam da burayı çözemiyorum. Ortada ne var? Bütün bunlara, bu suskunluğa, bu soğukluğa ne gerek var? Bir iki kitabın yerini değiştirdim diye ne oldu? Bu kadar büyük bir adam bu kadar küçük meselelere nasıl takılır? Boş yanıma geldiği bir an, kapı kollarına bir iki havlu, gömlek, yazma iliştirdiysem kıyamet mi koptu? Mutfakta çalışırken telefona bakması için kıza seslendiysem ne var bunda? Ne var işin ucunda ölüm mü var? Neymiş efendim bu evde odadan odaya bağırılmayacakmış. Tamam, bundan sonra bağırmayız. Bir hatamız varsa düzeltiriz. İşte düzelttim de. Ama nereden bilecek. Artık odasından ve kapıdan başka bir yer görmüyor ki bilsin. İyisin, hoşsun ama beni harap ettin Necmi. Çöktüm. İçim çöktü. Bana acımıyorsan bari çocuklarımıza acı. Bak çocuk kaç oldu ki seni sofraya davet ediyor. “Babacığım yemek hazır.” “Siz yiyin kızım.” “Hadi gel baba, çocukluk yapma.” Bak, şu çocuk, sana ‘çocukluk yapma’ diyor. “Siz yiyin kızım. Gelirsem huzursuz olursunuz. Sizi huzursuz etmeyeyim, buyurun siz yiyin. Afiyet olsun.” “Baba niye huzursuz olalım.” “Vallahi kızım siz yiyin. Siz mutlu olursanız ben de mutlu olurum. İnanın bir art niyetle söylemiyorum. Madem benim varlığım sizi rahatsız ediyor, en iyisi ortalıkta görünmeyeyim. İşte varlığımı aranızdan çekiyorum. Bensiz yaşayın. Bensizliği yaşayın doya doya.” Bunları işitiyorum. Daha doğrusu bana işittiriyor. Her cümlesi içime iğne gibi batıyor. Ne sen bizi üzüyorsun, ne sensizlikten mutlu oluyorum. Asıl huzursuzluk, sensizlik bizim için. Özellikle de bu tarz bir sensizlik. Eğer bunca yıl sonra onun ruhunu çözmüşsem, aklınca kendisinden mahrum bırakarak bizi cezalandırıyor. Sensiz olmuyor, sensizlik dayanılmaz zor. Sensiz imkânsız diyeceğiz. Bizi kendisinden mahrum bırakarak dolayısıyla bizi olumsuzluğun, zorluğun, imkânsızlığın içine atıyor. Madem sen böyle düşünüyorsun ben de inadına pes etmeyeceğim. Sonuna kadar sensizliği yaşayacağım.

3
“Nasıl gidiyor baba?”
“İyi gidiyor kızım.”
“Evde de her şey yolunda mı?”
“Yolunda kızım. Herkes işinde gücünde. Herkes rahat. Kimse kimseyi üzmüyor.”

Ya babacığım, felsefi atraksiyonlar yapma. Bu nasıl üzmemek? Kimse kimseyle konuşmasa, kimse kimseyle ilişki kurmasa elbette üzüntü olmaz. Peki, üzüntü yok ama sevinç mi var? Sorun yok ama barış mı var söyler misin? Üniversite son sınıfta okuyorum. İnanın annem ve babam olacak bu koca çocukların durumlarını düşünmekten başımdaki ağrılar bir türlü çıkmıyor. Şu son yılda, çalışmaya en fazla gerek duyduğum şu yılda sizin bu saçmalıklarınızla mı uğraşmalıyım bir de? Anneme bakılırsa kendisinin hiçbir kabahati yok. Bütün suç babamın. Babama sorsam, olmadık küçük şeyleri nasıl büyütüyor, nasıl onur, gurur meselesi yapıyor anlamak mümkün değil. Üstelik içimizde en fazla anlayışlı olması gereken kişi de kendisi. İşi bu. Bunun ilmini yapıyor, dersini veriyor. Üstelik dinini, diyanetini bilen bir insan. Mümin insanların üç günden fazla dargın kalmaması gerektiğini en iyi o biliyor. Anlayamıyor, gerçekten çözümleyemiyorum. Demek ki bilmek ve yaşamak farklı gerçeklikler içeriyor. Demek benliği en olgun insanın bile bir tıkanma noktası, bir tutuk yanı var ve insan o engeli aşamıyor. İnsan kendi kendini aşamıyor. Babacığım, işte bunlar senin aşamadığın çizgilerin. Bu küçük şeylere takılarak, son sıçrayışlarını yapamıyorsun. Şimdi ben sana ne söyleyeyim? Ne dersem ne yapıp edip kendine uygun bir gerekçe buluyorsun. Diyalektik mi, demagoji mi ne desem bilemiyorum. İçindeki haylaz, laf dinlemez çocuğa boyun büktün. O çocuk bir konuştu, bir tavır aldı. Sen de ona uydun, gurur meselesi yapıp hatandan dönemiyorsun. Aslında dönmek de istiyorsun ama bir türlü o çocukla bütünleşen benliğini incitmeyecek bir bahane bulamıyorsun. Hatanı bile haklı gösterememe sıkıntısı seni yaptıklarını aklileştirmeye götürüyor.

4.
Soğuk sessizlik, evde yaşam biçimine dönüştü. Artık kapıyı o açmıyor. Aynı saatte eve geldiğimden zile bastığımda ‘Kim o?’ denmeksizin otomatın düğmesine basılıyor. Geldiğimde, kapıyı açık buluyorum. Azdan aralı bırakıp köşesine çoktan çekilmiş. Artık o da alıştı. Ağırlık, kasvet, konuşmama, ilgisizlik artık yadırgamadığımız normallikler oldu. Bu hanım benim hanımım mı? Ben bu kadınla mı 20 yıl birlikte oldum? Şu fakiri kaldıramadınız, taşıyamadınız. Yirmi yıl sanki hiç gülmedim gibi geliyor. Yaşanan üzünçlerin yaşanmış sevinçleri silmek gibi bir özelliği var olmalı. Sanki birlikte oturmadık, gezmedik. Nasıl olur? Geçmişte sanki hayal meyal bir mutluluk vardı. Ara ara da olsa, mutlu görünme adına mahsustan yaşıyor gibi olduğumuz. Şimdi belirsiz bir hayal, rüya gibi hatırladığım. Hatırladıklarım, hatırlamadıklarım arasından kendimi aramaya, kendimi seçmeye, bulmaya çalışıyorum. İnsan neyi, neyini öne çıkarınca diğerleri geriye çekiliyor, sonra da yitip gidiyor?  Evet, itiraf etmeliyim ki, anlaşılmaz insan yanımı öne çıkardım. Anlaşılmaz insan yanım! Diğer yanlarım geride kaldı. Öfke öne çıktı. Aslında kızım haksız değil; öfkem yanına akli dayanakları, onur, gurur gibi sahte gerekçeleri alarak güç buldu ve bize saldırıyor. Hem bana hem ona. Ne tuhaf. Bunu biliyor ama bir türlü kendimi aşamıyorum. İyi güzel de canım diyorum, bütün kabahat bende mi? Bazı şeyleri sineye çektim, çekiyorum da. Ama kimi durumlar var ki, kaldıramıyor, kabullenemiyorum. Bir iki kez niyetlendim. Çocukluk etme dedim kendime. Ne çocukluğu aptallık etme. Affetmek büyüklüktür. Büyüklük sende kalsın. Kızımın dediği gibi git akşam evine selamını ver. Çocuklar de, bugün ne pişirdiniz? Hadi bakalım sofrayı kurun. Yemekten sonra birlikte salona geçin. Açın televizyonunuzu. Birlikte sakin sakin konuşun. Kıza telefon açalım. Çaylarımız gelsin. Birkaç gün sonra şakalaşmalar, espriler başlasın. İşte bu. Böyle bir iki kez kurdum. Planlar yaptım. Bir selam, bir teşekkür her şeyi değiştirecek biliyorum. Tüm solan renklere, seslere yeniden canlılık katacak. Ama ne oluyorsa anlayamıyorum, son anda rüzgâr birden tersten esmeye başlıyor. Böyle yaparsan sanki bir şey mi değişecek diyorum. Sadece yanlışlarına taviz vermiş olacaksın. Aynı tas aynı hamam devam edecek. O zaman bunca kırgınlık, bunca gerginlik ne içindi? Böyle düşününce içimden gelmiyor, cesaretim kırılıyor. Yumuşadığım en son çizgide, tutumum birden sertleşiyor, keskinleşiyor. İçimde bir öfke dalgası tüm hatlarımı tekrar yıkıp geçiyor, beni teslim alıyor. İşte görüyorsun hanım benim kararlılığım bu kadar sarsılmaz ve ciddidir. Kendimi mahvederim, inandığım hakikatleri mahvetmem. Kurgular anlık değişiyor kafamda. Bak diyorum kendime, yaptığının hakikatle filan ilgisi yok. O da sen de kapris yapıyorsunuz. Triplere giriyorsunuz. Anladın mı dostum? Anladın mı çokbilmiş, derviş kılıklı felsefeci? Bana öyle geliyor ki aynı şeyleri o daha fazla yaşıyor. Bir gün diyecek “Necmi Bey” diyecek “sana karşı ne yaptım ne ettiysem bin defa özür diliyorum. Artık bu manasızlığı daha fazla sürdürmenin kimseye bir yararı yok. Hayatım kendini yıpratma. Bizi de kendini de üzme, heder etme.” Böyle diyecek. Böyle dese. Ben de ‘Tamam üzmeyeyim ama…’ diye söze başlayıp içimi bir güzel döksem. O zaman rahatlayacağım biliyorum. Onurlu bir savunma olsun benimkisi. Teslim olmaksızın bir savunma. Ama ne yalan söyleyeyim teslim olmaya da razıyım. Hele kızımın telefondaki hıçkırıklarından sonra artık iyiden iyiye dayanamaz oldum. Kalbimde bir diken. Sürekli batıyor. Nefes aldığımda verdiğimde kalp damarlarım yırtılıyor sanki.

Yapamadım.
Nasıl olduğunu bilemediğim bir şekilde kendimi bir oda bir salon, bir bekâr evinde yalnız yaşıyor buldum. Nasıl oldu demeyin. Birden baktım ki, bir ev tutmuşum. Ev dediysem zemin katta bir oda daracık bir antre, sığınak gibi bir mekân. Bir iki öteberi ile evi dizmişim. Bir halı, bir masa, tava tencere, üç beş tabak hepsi bu. Kendimce bir düzen kurdum. Banka kredi kartım hâlâ hanımda. İstediğini alsın. Sonra küçükle para da gönderiyorum. Ne oldu, nasıl oldu anlamadım, anlayamıyorum. Hiç aklımdan çıkmıyorlar. Nemin duvarı çürütmesi gibi galiba gam de beni yiyip bitiriyor. Üzüntü, keder, çaresizlik, gurur, hayıflanma, sorumluluk, sorumsuzluk birbirine karışarak içimde bir kördüğüm oldu. Düğüm ruhumu sıktıkça sıkıyor. Diken kalbime battıkça batıyor. İçim kanıyor. Okuyamıyorum. Elime bir şey alsam dikkatimi toparlayamıyorum. Kimseyle konuşamıyorum. Kendimle, üstelik aynı şeyleri tekrar ede ede konuşuyorum. Aklın son kıyısında aynada, kaç zamandır uykusuzluktan karanlık çökmüş gözlerimle kendi yansımama bakıp onunla konuşuyorum. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Aldın mı diyorum kendi kendime. Fedakârlığının, iyiliklerinin karşılığını aldın mı? Sen bu izbe, karanlık, tek kişilik mahpushane hücresi gibi yerde perişan ol onlar senin imkânlarınla prenses gibi yaşasın. Tam bu sırada evi düşünüyorum. Bin bir sıkıntı çekerek aldığım, içini gönlüne göre döşediğim evimizi. Çocuklar siz mutlu olun yeter. Benim dünyada başka da amacım yoktur. Nasıl amacın gerçekleşti mi? Kendimi her bakımdan kötü hissediyorum. İyiden iyiye zayıfladım, çöp gibi kaldım. Galiba ince bir hastalığa tutuldum. İçim sızım sızım sızlıyor. Son zamanlarda kendi kendimle konuşmalarım sıklaşmaya başladı. Derste yeterli yoğunlaşmayı yapamıyorum. Bu böyle devam edemez. Emekli olmayı düşünüyorum. Günümün dolmasına az kaldı. Öğrencilere ve arkadaşlarıma karşı eski hoşgörümün kalmadığını, memnuniyetsiz olduğumu da biliyorum. Kendim için ideal bir kişilik amaçlamıştım. Şu yaşlarımda o kişiliği yaşıyor olacaktım. Onunla karşılıklı kurulup, göl manzaralı evimizde ahir ömrümüzün tadını çıkaracaktık. Demek ki, kimse kaderinin önünden gidemiyor. Olmadı. Başaramadım. Kendimi unutup, erteleyip, arkada bırakıp bir yere gidemedim. Bir şekilde yollarım kapandı. Yollarım içimde kapandı. Kendimi aşamadım. Buraya ancak kendini bırakarak, terk ederek gelebilirsin dediler. Ben de buna razı olamadım. Olamazdım. Burada kaldım. Böyle sandım. Sandığım doğru muydu, yanlış mıydı? Kendi evimde bana istediğim gibi davranmalarını isteme hakkım yok muydu? Hep ben mi haksızdım? Hep ben haksızdım. İşte bu zoruma gidiyordu. Bana “Her şeyimizi karşıla ama bizden bir şey, en ufak bir şey bekleme.” diyorlardı. Burada biri diğerinin arzusuna göre yaşayacaksa, o senden başkası olmayacak. Bizim her isteğimizi yerine getirmeye mecbursun. Kabul. Ama bu peşin kabulüme karşı ileri sürülen şart onur kırıcıydı: Biz ise senin hiçbir isteğini yerine getirmek zorunda değiliz. Başım dönüyor, içim geçiyor. Uzanıyorum.

Telefonum çalıyor. Kızım. Sabahın köründe hayırdır diye geçiriyorum. Alo demeye kalmadan hıçkıra hıçkıra “Baba” diyor sadece “baba.” Eyvah ne oldu? Yoksa korktuğum başıma mı geldi. Ne oldu kızım, hayırdır, ne var diyorum. “Babaa” diyor, söyleyemiyor. Hıçkırıkları boğazında düğümleniyor. Söyle kızım. “Baba annem öldü. Öldü baba öldü. Annem öldü” Beynimden vurulmuşa dönüyorum. Bütün iç organlarım kopuyor sanki. Ruhum bedenimden ayrılıyor. Hiçbir şey diyemiyorum. Gözyaşlarımı tutamıyorum. Giyinip, bu lanet olası bekâr evinden çıkıp, kendi evime doğru koşuyorum. Korkunç bir suçluluk ve mahcubiyet duyuyorum. Eve vardığımda hanımın ablalarını, kayınbiraderi, amcasını, dayı çocuklarını kapı önünde, içeride holde buluyorum. Hepsinde tarifsiz bir kederin soğukluğu var. Bana alttan alta hayıflanarak bakıyorlar. Baldız, “Enişte” diyor, “böyle mi olmalıydı?” Hiçbir şey diyemiyor, cenazeye, yatak odasına yöneliyorum. Bu odaya karımı son kez görmek için mi girmeliydim. Bu odaya böyle mi girmeli, onu böyle mi görmeliydim? Kayınbirader “Başın sağ olsun” diyor. Kimin olduğunu seçemediğim bir ses, bana hayıflı içerlenmiş bir ironiyle dokunduruyor sanıyorum: “Geride kalanlar sağ olsun.” Ama bir türlü odaya doğru gidemiyor, adım bile atamıyorum. Görülmez bir engel beni tutuyor. Aralıktan kızımı görüyorum. Annesinin üzerine kapanmış sarsıla sarsıla ağlıyor. Birden görüntü durdu. Gözlerimi aralamak için gücümü topladım. Müthiş bir kâbustu. Karanlığı yokladım. Ellerimi hareket ettirdim. Nefes alıp verdiğimden emin oldum. Aman ya Rabbim! Çok şükür rüyaymış. Allah’ım ne kadar zordu. Kan ter içindeydim. Yüreğim kötü kötü çarpıyordu. Yoksa kalp krizi mi geçirdim? Bütün gün rüyanın etkisindeydim. Her günkü gibi kızımla görüştük. Ona rüyamdan bahsetmedim.

O gün çok kötüydüm. Öğretmenler odasında bir çeşit bayılma yaşamışım. Ambulans gelmiş. Hastaneye kaldırıldım. Kendime geldiğimde koluma serum bağlanmıştı. Yanı başımda kızım. Az sonra annesi de geldi. Doktor, beraberinde hemşirelerle girdi. Dosyama, hastalığımla ilgili ne olduklarını bilemediğim, bilmek de istemediğim verilere baktı. “Necmi Bey” dedi “geçmiş olsun. Nasılsın? Kendini nasıl hissediyorsun?” Bilmem diyorum. Galiba iyiyim. Ne oldu neyim var? “İyisin” diyor, babacan bir sevecenlikle. İyi miyim? Diyorum. Ardından iyi olmak buysa kötü olmak nasıldır diye soruyorum. “Arkadaşlar felsefeci olduğunu söylediler. Hemen belli oldu zaten. Ben de felsefeyi çok severim. Özellikle benlik, estetik ve psikiyatriyi ilgilendiren konularını çok severim.” Neyim var doktor diye soruyorum. “Kendine ne çok yüklenmişsin” diyor. “Kendini bu kadar üzmeni gerektiren ne tür bir mesele olabilir hocam?” Hanıma dönüyor, “Yenge hanım hocamı bu kadar üzen ne olabilir?” Şaka yollu “Hocamı üzmeyin” diye ilave ediyor. Bir iğne yapıyorlar. Bir iki hap yutuyorum. Çıkarlarken, kızım geçiriyor doktorumu. O esnada doktor kızıma bir şeyler anlatmaya başlıyor sessizce. Sonra fısıldaşarak dışarı çıkıyorlar. Bir şey var ama benden gizliyorlar mı acaba? Hiç önemli değil. Bütün gerçekliklerimi yitirdim nasıl olsa. Bir rüya olduğumu, gölgeden farksız olduğumu anladım sonunda. Hiç değilse bunun felsefesini, felsefi hakikat olarak bunu öğrendim. Var mıyım, yok muyum? Bütün anılarım, acılarım birden uçtu, silindi sanki. Bana ait olduklarını sandığım her şey, usulca akıp gitti. İlaçların etkisinden mi acaba? Tüy gibi hafif hissettim kendimi. İçimde muazzam bir boşluğa doğru salınırken, huzur veren bir serinliğe tutuluyorum. Bütün bir ömür tatmadığım bir duyguyu tadıyorum. Bu duyguyu şimdi, böyle mi yaşamalıydım? Bu ülfetin külfeti böyle mi olmalıydı? Yorgun, ışığı matlaşmış gözlerle hanıma bakıyorum. Onu iki yıldır ilk kez bu kadar yakından görüyorum. O da, ne diyeceğini bilemeyen bir edayla bana bakıyor. “Geçmiş olsun” dedi sessiz, titrek bir tonla. Gözleri doluktu. Sesi, sesinin tonu hiç değişmemiş. Sağ ol diyorum. Böyle olmamalıydı. Bu son cümleyi deyip demediğimi bilemiyorum. İçimdeki boşluk beni kendine çekiyor. Gözlerim ağırlaşıyor. Uyumak istiyorum. O esnada açılan kapıdan, bulanık bir görüntü halinde kızım giriyor. Ağlıyor. Kızım diyorum sadece. Niçin ağlıyorsun? Metin ol. Ortada ne var ki? Geçecek, hepsi geçecek, derken ağlaması hıçkırığa dönüşüyor. Galiba bunları da diyemiyorum. Gözlerim kapanıyor. Bir el elimi tutuyor. Bu hanımın eli olmalı. Sadece hissediyorum.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

137. SAYI / MART – NİSAN 2012 / Ay Vakti
Haber / Ay Vakti
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -72 / Şiraze
İktidar Türküleri / Nurullah Genç
Özgür Ceset / Özcan Ünlü
Tümünü Göster