Şiraze’ye…
Ne kadar deniz ve martılar desem de hepsi bir düştü aslında…
Gerçek olan bir sendin. Gerçek, şendin yalnızca…
İstanbul gözlerindeydi. Gözlerin İstanbul’du. Şehirler koştu
peşinden. İnsanlar, kuşlar, ağaçlar… Bilinmek istedin, bilsinler
istedin. Sonra üşüyen yıldızlardan bir taç yaptın saçlarına…
Güvercinler konduran bir kaderle ve efsaneleşmiş muhteşem
yalnızlığınla aşk defterine yazılmıştın… Orada bir senin adın,
bir senin kaydın vardı bütün kayıtlardan önce, yalnızca senin adın….
Böylece bir zincirine vuruldum ben.
Mevsim yazdı…
Karlı dağlar ardından gelmiştim, karanlıklardan çıkıp sabaha ermiştim.
Ovalardan, yaylalardan senin için kırmızı güller dermiştim bülbül figanına
aldırmadan. Aldırmadan geceye ve gündüze… Yerde gökten inen sofra
başında hayret makamlarındaydım… Elimde âsâ Yunusla Tabduk
yollarındaydım. Sen kelebeklere vurgundun, ıhlamur ağaçlarına, serin
rüzgarlara… Rengin, sesin, kokun onlardaydı. Bu yüzden seni önce
uzaklarda aradım ama içimdeydin. Bunu anladığım gün park bekçilerine ve
içimde kopan kıyametlere aldırmadan, nar çiçekleri kopardın kalbinin
sesine uyup cennet hatırası için…
Ben aynalardan geçip gönlümü sana açtım.
Mevsim yazdı…
Böylece aşk meclisinde başladı kudüm. Döndü semazen belâ nikabıyla…
Gel dedim bağrımda otur, bir ateş yak içimde. Bir ateş… Ve sustum. Çünkü
söz bitmişti benim için. Sen konuştun buğulu kelimelerle… Bütün dağlar
Tur-i Sina… Kardeşimdi Musa… Yağmurla yağdı çocukların düşlerine…
Nankör olmadı onlar… Ne verdinse alıp dağıttılar… Ben sustum. Kader ve
keder çizgisinde gönül yordamıyla bir çift güvercin uçurdum içimden. Ne
de olsa bir çocuktum.
Güneşi öyle uğurladım dağların ardına…
Mevsim yazdı…
Ay çıktı sonra. Çobanlar uykuya daldı. Sürülerinde bir telaş bir telaş… Her
koyun kendi kuzusunu aradı. Anne kokusu, evlat kokusu, yâr kokusu…
Ben senin kokunu aradım. Kanatlandı gönlüm. Baharlarla, yazlarla birlikte
oradaydım, o çobanlarla birlikte. Kavalımda o bildiğin nağmeler, senin
denizine gürül gürül aktı. Sular kayaları öptü. Vakit o bildiğimiz şafaktı.
Güneş doğmak üzereydi.
Sen rüyalarında birdenbire büyüyordun.
Mevsim yazdı…
Bir bana bir gökyüzüne bakıp uykulara sığındım. Katıldım yıldızlarının
arasına… Siyah elbiseler giyindim. Girdim üşüyerek gecenin içine…
Uykularına katılmak için izin istedim meleklerden… Çöl türküleri söyledim
Mecnun diliyle… Azat ettim dünya kokan yanımı. Dost oldum ceylanlarla…
Bir gün dedim, bir gün rüzgarlardan cesaret alarak çaldım kapını…
Otağında yasemin kokusu, ipek böcekleri vardı. Bense bir güle kandım.
Toprağa bakıp kırılmış kalbimle…
Ağladım… Ağladım…
Mevsim yazdı…
Gül dedimse ateşti yazdan kalma sarı bir yaprağın damarlarındaki bütün
suları çeken. Bağ bozumlarında daha bir yaşlanmış halimle, kış bitmeden
baharlar düşleyen bakışlarımla bir kez baktım sana, alnının ortasına, iki
kaşının arasına… Gözlerine değil. Çünkü gözlerin çok sonrası bir makamdı.
Bu yüzden Efendim dedim sana, yüreğimi verdim eline oradan içime bir
ırmak aktı. Makamlar açıldı perde perde… Gecenin esmer serinliğinde… İçi
dışı aynıydı aynanın. Sır yoktu hiçbir yerinde… Belâ şarabını içip bir kuş
uçtu pencereden.
Mevsim yazdı…
Yorulmuş ruhumla yılların ve yolların arasında bir düşe tutunup bir kuş
kanadında denizler, dağlar aşıp bir ıhlamur masalına tutunmuştum.
Hastaydım, susuzdum, uykusuzdum. Bu defa yoldaşım bir kartaldı. Koyu
bir maviliğin içinde gözleri hep uzaklarda, uzaklarda… Avcısını aradı. Bir
meş’ale yaktı dağlarda. Bana seni gösterdi. Bahçendeydi çiçeklerin
cümlesi… Kuşlar hoş âvâz ile ilahiler söylüyorlardı. Kartal, kendinden kaçtı.
Suret perdesini yıkıp ankâ oldu.
Keskin gözleriyle dünyaya son kez baktı.
Mevsim yazdı…
Korktum resmin duvardan düşecek diye. Kıyametim olacak, kış gelecek,
kar yağacak diye… İncitmeden aşkı, utandırmadan suları. Gecenin
duvarlarını yıkıp sabaha uzandım. Ben bir başkasıydım gecenin serin
koynunda Üşüyor üşüyordum. Namlundan bir kurşun çıktı. Yeniden
var olup aynalarda, kalbim ateşler içerisinde üryan. Lütuflar sundunuz bana.
Nimetler… Tadını ötelerden alan. Hoş rayihalı..
Mahcup saçlarım dağıldı rüzgarda…
Mevsim yazdı…
Böylece bitti hikayemiz, dünya mekanlarında… Yeni bir zamanda ne mum
ne pervane, ne gül ne bülbül… Akıl ve gönül… Kürre ve zerre… Ne bir söz
ne bir kelâm… Elest bezminde nasıl başlamışsa her şey… İşte öyle oldu.
Hayat yeni başlıyordu. Yeni bir sabahtı, gün doğuyordu… Ölümün ecel
vaktiydi. Kılıcın ucundaydı gül. O, sizdiniz efendim. Kalbime vurulan mühür
sizindi. Bana ilk mektubu gözlerinizle yazdınız.
Aşk yeniden doğuyordu.
Mevsim bahardı…