Kanlı meydanlarda, yüzüm yere dönük ve her bir karenin çizgisine basmamaya özen göstererek, gözlerimden damlayan bir garip hüzün ile midemdeki bulantıyı birbirinden ayırmaya çalışarak (ki acı neredeyse, tüm duygular o noktaya hücum ediyor) toplamayı deniyorum kimsenin göremediği yalnız bana beliren (en azından ben öyle sanıyorum) tomurcukları. Ve yüreğimi yararcasına üzerime düşen şavkında tarihin, kalabalığın arasından yol bulup sıvışma gayretinde, sıcağın temmuzunda üstelik köşe başı parklarında çimlerin serinliğine uzatıyorum bedenimi. Bir kanal boyunca şehrin, ölümün şahitliğini yaparken ve susarken bu şehadete rağmen ve “bir gün tükeneceksiniz” fısıltılarını bırakırken kulaktan kulağa, ya dağlar da üzerimize devrilir de ecelimiz, tüm gelecek üzerine yapılmış planlara rağmen, anlık kararlarla maddemizi ruhsuz bırakırsa işte ‘YANILGI’:
“Umut verip ödül sandılar
Umudu alıp ölür sandılar” (1)
Demeyecektim böyle. “Küçüktüm, çocuk değildim… Âşıktım.” (2) Kimsenin bilmesini istemediğim cümlelerimi içimdeki mahrem sandığımda sessiz besleyecek ve bakacaktım yine de bir tebessümle önümdekilere. Sonra hiç kimseye gördüklerimin resmini çizmeyecektim. Herkes herkesin inandığına inanmak zorunda sayıyordu kendini belki (insan eli kanunlarıdır bunlar) ve ben bu inancı yıkmanın zamana, yer ile gök arasına; toprağa, suya, havaya sığmayacağını düşünme genişliğini yakaladığımda “Anne, baba çabuk gelin! Burada kırmızı donlu bir fare var.” (3) dememe kararını almıştım bile. Ne acı! Hâlâ karar alarak hayatın ipine bağlanmak ve üstelik hayal üretmeye çalışmak…
Keşke aşk’ın ayıbını örtüsüz kılabilseydim ve izler silinseydi geriye kalan ve vursaydım hummalı atışlarla tam orta yerinden, düşseydi mezarına boyunca. Bir büyük şehirden bir büyük şehre uzanmış tüm tanımsızlıkları, kurulan cümleleri paragraflara dönüştürmeye çalışmaktansa, her birine uzun şerhler düşmeye çabalamaktansa ve yüreğime atılan ‘aşk’ mimlemesinin nelere, hangi kıyılara ve hangi uçurumların kenarına beni sürükleyeceğini anlayabilseydim diyecektim belki:
“bu sokakta her köşe ayrı birer hikaye
kuytularda düşlediğim rüyalar da toz mavi” (4)
Gördüm ki yaz geldi mi sıcak da ona eşlik ediyor, tanımadığım topraklarda bile ter birikiyor alnıma. Soğuktansa nasibini bolca almış olmanın sertliği ellerimde gezinmede. Artık ne “anne” demek geçiyor içimden, ne ağlamak, ne de tanısı konmamış anları kalemle buluşturmak… “hepsi soğuk kış yüzünden” diyerek kaçmak da yalan artık. Hiç postalanmamış bir mektuba konu olan her ne ise, her ne ise bu kaçışın adı, her ne ise zamanında yakalayamamış olmanın divaneliği, her ne ise yeşil pencereli, mor boyalı evlerin bildik duruşu… Ben de o’yum (beni karşılaştığınızda tanıyamayışınız ondan). Vah ki, bir amaç bile edinemedim şöyle “tadına doyamadan gitti” diyebilecekleri. Bu yüzden;
“Şimdi dünyada nerede biri ağlıyorsa
İşte öyle- ağlıyorsa dünyada
Bana ağlıyor” (5)
Buraya, yazının tam şurasına (X) Paris sokaklarından bir taş söküp koymalı, “yazarın imzasıdır” adına… Ve Mevlânâ’nın ateşiyle yanmaya başlamalı daha da geç olmadan:
“Seccadeni ateş haline getir de secde yeri temiz olsun.”
1) Aydın Ufuk Yücel 3) Pınar Öğûnç 5) Rainer Maria Rilke
2) Mustafa Alagöz 4) ihsan Ergen