Bir gökkuşağı gibi harikulade renklerin oluşturduğu imgeler dünyası. Söz söze ulanıyor ve dizeler alıyor başını gidiyor ülkesi serazat motiflerden oluşan gizemli hayata. Şiir varım diyor böylece.
Hayat o acımasız labirentler şehri. Çizginin önü ve arkası. Macerası dar kapılardan oluşan karanlıkları içinde barındıran mağara… Çile ve ıstırap yumağı. Bir tarafı da aydınlık olan rengârenk bir gülistan… Hayat işte. Muğlâk ya da mütevekkil… Sabır veya isyan halindeki organizma… Dahası mutlak sınav yeri… İnsanoğlunun bir müddet konakladığı mekân… Rüyası bol bir âlem… Arzusu bol bir âlem… Nef’i’nin deyişiyle; “Bahar erse yine seyri gülistan olduğun görsem”.
Ne gam.
Şair Nef’i’yi boğdurtan şiir; meşakkatli, zor, mesuliyetli bir şahitliğin adıdır. Şiir inşa etmek her kulun üstesinden gelebileceği bir iş değildir. Anlayış ve kavrayışları yüksek, içlerinde ateşli hassas bölgeler barındıran, söz söyleme yetisine sahip kişilerin harcıdır şiir söylemek: “Ben, ma’na âleminin, cihan bezeyen padişahlar padişahıyım / Sözlerim de sözlerin mutlu padişahıdır.”
Şiir böyledir…
Mevcudiyetinin, varlık sebebinin alt yapısında neler var, üst kategoride neler muhafaza edilmekte, meçhul bir geminin meçhul bir denize açılması gibi meçhul mü? İdrak mekanizmaları atıl bir vaziyette, tek ötüşlü borazanın sesi çınlatmakta mı ortalığı? Kendini bir türlü kendi kılamamış zoraki, dayatmacı, üstelik yapay bir çelişkinin içinde bocalayıp durmakla hemhal iken; sessizken, kabullenmişken, muti olmuşken bu hayhuya. Kendi olmak başlı başına bir çile, bir idrak, bir şahsiyet sorunu. Bir ayağa kalkma eylemi. Kendi olmak birçok şeyi ifade kolaylığı içinde bu çetin yolda olgunluğa ulaşmak…
Bir kışkırtıcı olarak şairin varlığı inkâr edilemez bir gerçeklik olarak kendini afişe ediyor zaten. Şiiri kuşatacak olan asli ve sahici bir bakışın evrensel olanın hamurunda var olması elbette elzem. Lâkin tahakkümcü unsur orada da kendini ele veriyor. Kendini daimi; hep kalıcı bir fenomen; değiştirici, bozucu, baştan çıkarıcı, iğdiş edici olarak görüyor. Asli olana karşı inkârcı tavrını hiç gizlemiyor. Kültürel varoluşun varyantlarını neredeyse yadsımayı öngörüyor. Bu kadar baskıya, yok saymaya, görmezliğe rağmen gene de varılan nokta tabii seyrini icra ediyor hayatın içinde. Bütüncül bir bakış açısıyla bakıldığında yapıp edilenlerin sonunda nasıl bir boşluğa düşüldüğünü görmek de mümkün oluyor.
Şiirin cazibesi ortalığı karıştırıyor. Düzeni bozuyor. Elbet otoriteyi sarsmak önemli bir avantaj… Üzerini örtmek, kapamak, gizlemek artık bir şey ifade ediyor mu? İfade edenin ise ifadenin rahatça bir kapı aralaması bir yol bulması kendine. Öyleyse nasıl yapmalı, nasıl etmeli de şiirin hasını, şiirin şiir olanını söylemeli. Geçmişin o harikulade söyleyişlerini, o rahatlığı, o güzelliği sindirebilmeli; içimize, doğamıza taşıyarak, yenileyerek, şiirin o has bahçesinde mutena güzellikler içersinde beyanı aşk ile yürüyüşlere başlamalı…
Yeni baştan idrak etmek!
Şair, şuur, şiir!
Bir fetret havası…
Belki de bir aramak.
Şair: O uslanmaz varlık!
Şair: O vadilerde başıboş dolaşan!
O şaşkın!
O kelime hırsızı!
Gerek renkli reklam çağrışımlı olsun, gerekse diğer teknik aygıtların cazibesi eşliğinde kendini afişe etmek olsun, birer şaşırtmacı unsurlardır bunlar. Şairin umarı tekil kişiliktir. Ben merkezli, tek olmak… En başta olmak… Şairin egosu azgın bir nehir gibi! İlginç değil mi? Kendini herkeslerden başka görmek! Daima merkezde olmak Bu toz duman arasında, haksızlıklar, zorbalıklar arasında nasıl bir duruşu deruhte etmektedir şair? Nasıl davranmakta nasıl durmakta hayatın içersinde? Şiirin hasını mı sunmakta, estetik ve içkin bir şiirle mi buluşturmakta kimseleri kimselerle?
Hayatın içinde olmanın ötesinde hayata hükmetme psikozu. Değişmeyen bir şeyin, varlık şuurunun derin baskısı altında mecz olunan imgenin fenalıklara karşı duruşunun ifadesi.
Peki, şair ne yapmalı?
Şairin boy aynası nasıl olmalı?