İki Dünya Arasında Sanatçı

Sanat, vazgeçilmez duygu olarak sonsuzluğu, ontolojik doğallıkla hisseden insan benliğinin, yeryüzünün sınırlı nesnel koşullarına yabancılığını giderme amacına dönük, her türlü fark etme ve uygunlaştırma çabasıdır. Özetle ifade etmeye çalıştığım düşüncenin anlam mahiyetinin daha iyi kavranması bakımından, cümleyi tematik öğelerine ayırdığımızda, şu anahtar terkip veya kavramların ayrı ayrı düşünülmesi yararlı olacaktır: ‘Sonsuzluk duygusunun vazgeçilmezliği’, ‘Ontolojik doğallık’, ‘Hisseden insan benliği’, ‘Sınırlı nesnel koşullar’, ‘Yabancılık, yabancılaşma’, ‘Yabancılığı giderme’, ‘Fark etme’, ‘uyum ve uygunlaştırma’. Her biri mustakil yoğunlaşmayı gerektiren bu kavramları konu edecek değilim. Düşünülmesi için zikrettiğim kavramlar, işaret edeceğim çerçevenin tanıtlanmasına yardımcı olacaktır.
İnsanın, verili koşulların olumsuzluklarını aşma çabası, doğrudan varoluş kaygısıyla alakalıdır. Var edildiğimizden beri, bilincimizin derinliğinde hep bir varlık kaygısı, varlık sancısı taşır olmuşuzdur. Sancı ve kaygının giderilmesi veya hafifletilmesi, hiçbir tereddüde meydan vermeyecek tarzda, varlık cevherimizin hakikatini yaşanır kılmakla mümkün olacağa benziyor. Değilse bir savruluşun, yeryüzüne düşüşle başlayan sınanmanın, sıkıntılarını yaşamaya devam edeceğiz. Bu açıdan bakıldığında; demek oluyor ki, hissettiğimiz ağrı, ağırlık, tedirginlik, gurbette olma duygusu sürüp gidecektir. Nereye kadar? Anlaşılan o ki, benliğimiz ve içinde var olduğumuz dünyanın nesnel zolukları, zorunluluklarıyla bağlantılı tıkanmaları aşana kadar.
Tıkanıklığı aşmak, engin idrak, yüksek kavrama gücü ve sükûnet veren ahlakla mümkün olacaktır. Ya da bir yitik ülke metaforu olarak cennette muhteşem, mükemmel oluşa, varoluşa dâhil olana kadar. Adeta ontolojik bir özlem, varlığımızın genetiğinde yer etmiştir. Ebedi güven, rahatlık, kaygısızlık duygusu, nihayi bir amaç olarak, benliğimizin derinliğinde saklı duruyor. İçimizde çoğu hallerde bizim de anlayamadığımız duygu dolanımları, özün, özlemin yansımaları olmalıdır. Nesnel kanıksamalarla o öze yabancılaşmışızdır. Sayısız deneyimlerle herkesin yolcu veya misafir olduğunu, kimsenin evsahibi olmadığını artık anlamamız gereken içinde yaşadığımız dünyaya olan yakınlığımız, ancak bir yabancı yakınlığıdır. Öyleyse o kadar sahiplenmeli, o kadar yakın olmalıdır.
“Sanatçı, adeta bilmediğimiz bir dünyadan, bir kaza sonucu, dünyamıza düşmüş bir yaratıktır. Yani fizikötesi yaşantılı bir kazazede. Gözünü dünyamıza açtığında çok şaşıracaktır ilkin.” Karakoç, ‘Edebiyat Yazıları’nda sanatçının derin, şaşkın, karmaşık ruh halini, bilinçaltını bile basit bir kategorik tanımlamaya indirgeyen bu cümlelerle ifade ettikten sonra, sanatçının işinin gücünün bu yabancılığı gidermeye çalışmak olacağını söyler.(1)
Cennette yaratılan insan, yeryüzüne savrulmuş gibidir. Birçok dinin âlimlerinin yanı sıra başta varoluşçu düşünürlerin bir kısmı, bu görüşü benimser. Kendi payıma ben, insanın zaten yeryüzü koşullarına göre yaratıldığını düşünüyorum. Çünkü ayetler insanın yeryüzünde yaratılacağından ve yaratıldığından söz etmektedir.(2) Varoluş serüveninin cennet ile başlatılması, adeta müteal bir seviyede başlayan, dünyaya inişle süren, sürmekte olan sonsuz tarihimizin ters çevrilerek anlatılmasından ibarettir. Ayetlerdeki üslup, alegorik bir yaradılış diyalektiğini, başka bir söyleyişle yaradılış sünnetini bize anlatmak içindir. Fıtrat üzre, yaradılışa sadakatle varlığımızı sürdürerek ömrümüzü tamamlamamız yani dairesel döngüyü tamamlamamız halinde, bizi bekleyen son, yani ebedi huzur ve mutluluk Âdem’e önceden tattırılmıştır. Bir anlamda amaç, ruhumuzun derinliğinde, güçlü bir arzu olarak somutlaştırılmıştır. O amaç sonsuzluktur, sınırsızlıktır. Sonsuz sevgi, sonsuz coşku, sonsuz haz, sonsuz huzur ve inayet! Çünkü sonsuz, mutlak varlık bizi kendi ruhundan üfleyerek yaratmıştır. Doğal olarak varlığımızda tanrısal temayüller taşırız. Kabına sığmayan yönelimlerimiz, hep daha fazlasını, daha ilerisini isteyen psikolojimizin derinliğinde bu temayül vardır. Eğer maddi- manevi kimyamızla insan ve kul olduğumuzu unutursak, o sonsuz coşku, sınırsız akış, bizi tanrı olma yanlış hevesine bile götürebilir. Bir anlamda Âdem’in şahsında, bütün bir insanlığın yaşadığı en önemli tecrübe budur. Yani tanrı olma arzusu ile insan kalmanın zor, imkânsız sınavı. Ama ilk bilinmesi gereken, bizi anlamlı kılacak (var)oluşu, varlığımızın imkân ve zenginliğini bilmektir. Yine bilinmelidir ki, elde edeceğimiz tüm iyilik ve başarı, insan varlığımızı korumanın dışında bir anlama sahip olmayacaktır. Böyle bir tarzla elde edilecek ne bir güzellik ne bir anlam olabilir. İnsan yapımızı, o yapıya yüklenen gerçekliği ihmal ederek, elde edilen veya edildiği sanılan bir başarı felakettir. Yozlaşmadır.
Önce somut olarak, sonra içimizin en gizli yerinde coşkulu bir düş, bir rüya, bir hatırlayış olarak süren cennetten, Karakoç’un ifadesiyle metafizik âlem gerçekliğinden sonra dünya; bizim için dar, sınırlı, sorunlu mekânın adı olmak durumundaydı. Bu doyumsuz tecrübeden sonra, nasıl var olacaktık burada? Düşüşten sonra insan, ontolojik bir şaşkınlık yaşamış olmalıdır. Kendini bir koyu tenhalığın, yalnızlığın, yabancılığın içinde bulmuştur. Her şey farklıdır. Yitik ülkeyi anıştıran görüngüler, nesneler yok değildir. Ama gariptir işte. Bir huzursuzluk kaplamıştır içini. Kaygılar, korkular, tedirginlikler istila etmiştir benliğini. Başı dönmekte, ruhu karışmaktadır. Üzerinde bir ağırlık vardır. “İnsan varlığının duyduğu ağırlık, burada gerçekliğin ağırlığı olmaktadır”(3)
Şaşkınlığı uzun süre üzerinden atamamış olmalıdır. Bir hayal içinde midir, gerçek midir yaşadıkları? Evet, bu da bir gerçektir. Hakikatin bu tarafındadır. Gerçekliğin bu boyutunda. Benzerlikler hayallerini, hatıralarını depreştirir. Hayal de olsalar, imgeler, metaforlar halinde de var olsalar, o yitik gerçekliklerin şimdiki yaşanılanlardan daha gerçek bir cevher olduğu bilinmektedir. Hatta varlığın ve anlamın ondan geldiği ve dönüp ona gideceği sonsuzluk cevheri. Bilinsin veya bilinmesin bu cevherle iç içeyizdir, ondan ayrı düşülemez. Descartes’a göre sadece kendi aldanmışlığımızla onun bilgisine uzak düşeriz. Ünlü düşünür şöyle der: “Ben bir cevher olduğum için, cevher fikri bende bulunsa da, bununla beraber sonlu bir varlık olduğum için, sonsuz bir cevher fikri, gerçekten sonsuz olan bir cevher tarafından bana konmuş olmadıkça, bende bulunamaz.”(4) Görsel dünyada çoğu zaman varlığın cevherle dolaysız ilişkili hakikatini anlamak zorlaşır. İnsan kendisini bu nesneler dünyasında yabancı gibi, garip gibi hisseder. Ruhsal yönelimi, içten arzusu onu gördüklerinin ötesini düşünmeye iter. Her görülenin ardında bir görülmeyen vardır. Görünenler görünmeyenler üzerinde bir örtü gibidir. Görünenler sanki görünmezleri gizlemek içindir. Daha da önemlisi his dünyasına görünen uzak, görünmeyen yakındır. Anlam vermeler, yorumlamalar; kafa ve ruh karışıklığını gidermek için yeterli olmaz. Hayaller gerçeklere, gerçekler hayallere karışır. Boyutlar, düzlemler, çizgiler birbirine geçer. Her biri diğeriyle ilişkilidir. Biri diğeriyle anlaşılacaktır. Burası orasıyla, orası burasıyla. İnsan unutuş ve hatırlayışlar arasında gezinip durur. Unutuş, yeryüzüne uyum sağlamak için bir yol, bir çözümdür. Bütün varoluş bağlarını, hakikat düşüncelerini bir yana bırakarak bildiklerini unutmak, bir anlamda kendi bilincini terk ederek bir dünya kurmaya teşebbüs etmek anlamına gelir. Zorluktan öte imkânsız bir çılgınlıktır bu. Daha sonra bu anlam veya anlamsızlık da dert edilmeyecektir.
İnsanın hamuru hatırlayışla olduğu kadar unutuşla da mayalanmıştır. Yunan mitolojisinde Lethe, Hades’in üç ırmağı veya çeşmesinden biridir. Suyundan içenler unutkanlığa kapılır.(5) İnsanların bir kısmı kendilerini dünyaya böyle bir akışla bırakmışlardır. Ya da Homeros’un Truva kahramanlarından Odesseus’un yurduna dönüş macerasında, arkadaşlarının bir kısmını kendilerini unutmaları sebebi ile kaybetmesindeki gibi. Fırtınalar Odesseus’u Lotosyiyenler’in adasına sürükler. Adalılar, tıpkı insanların ekmekle, şarapla beslendikleri gibi, nefis bir bitki olan lotos yemektedirler. Eğer bir insan bu enfes yiyeceği yerse, her şeyi unutur; artık geçmişini hatırlamaz, kim olduğunu, nereden geldiğini, nereye gittiğini bilemez.”(6) Odesseus’un, orfik mesajlar yüklü olduğu kuşkusuz olan bu öyküyü, ‘yurduna dönerken’ yaşaması tesadüfî bir kurgu olmamalıdır. Kendi gerçekliğini ancak öz yurdunda yaşayacaktır. Değilse gurbet, yabancılık duygusu benliğine sürekli sıkıntı verecektir. İnsanlar, uygarlığın asıl dinamiği olan uyumu gerçekleştirmeyi ne yazık ki kendi varlık hakikatlerini ve amaçlarını unutarak sağlama yolunu seçmişlerdir. Adeta dünyanın suyundan içiyor ve asıl yurdumuzu, ahreti unutuyoruz! Yurda dönmek düşüncesi akla bile gelmiyor.
Yaşam felsefesine göre, insan, dünyaya ve eşyaya ‘aşinalık’ içindedir. Ancak aşinalık duygusu ile gerek dünya gerek bütün eşya anlaşılabilir olmaktadır. En azından anlaşılabilirliği imkânsız kılacak bir durum yoktur. Buna mukabil, Bollnow, Varoluş felsefesinde ise dünyanın insana kaçınılmaz bir yabancılık içinde arzı endam ettiğini söyler.(7) Maddi dünyanın verileri veya dünyadan elde ettikleri ile amacını sınırlayan insan; uzak, ileri amaçlarından vazgeçmiştir. Sadece beş duyuyla algıladıkları, daha sığ bir algı ile sadece gördükleri ile gerçekliğini sınırlandırır olmuştur. “Araştırma saf görmeye dayanmak zorundadır.”(8) şeklinde kabaca formüle edilen materyalist anlayış, tüm hayata ve anlama egemen olmuştur. Her dönemde kitlelerin itibar ettiği materyalist önceliklerin hayatın merkezine yerleştirilmesi, egemenliği şımartarak yaygınlaştırdı. Böylece, anlamak için derinlemesine düşünme zahmetini gereksiz gören düzeysiz tiplere, gün doğuyordu. İnsan görünenin ardındaki gerçeği anlamak için perdeyi kaldırma zihni faaliyetine niçin katlansındı? Hakikat veya gerçeklik dünyasını gördükleri, dokundukları ile sınırlandırdı. Onun için, sadece, açık seçik gördükleri vardı. Daha doğrusu açık seçiklik sadece gördüklerinden ibaretti. Görmediği yoktu. “Bilginin aşkın olana, kendi kendine verilmemiş olana değil, yalnızca ‘dışarıda kastedilen’e nasıl ulaştığı benim için açık değilse, o zaman açıklığa ulaşmada hiçbir aşkın bilgi ve bilim bana yardım edemez. Benim istediğim açıklıktır; ben bu açıklığa ulaşmanın olanaklı olup olmadığını bilmek istiyorum.”(9) diyen Husserl, ruh derinliğinde var olan gerçekliği, aslında zahmetsiz, kolay ilgilerin gerisinde unutuşa terk eden bir anlayışı, sözümona felsefi bir dille ifade eder. Oysa bu sathi yaklaşımın çelişkileri, klasik felsefeciler, mesela Aristo tarafından yüzyıllar önce dile getirilmekteydi. Dile getirilmekteydi, çünkü varlığın özündeki gerçekliğin bilincine ulaşmayı dava edinmeyen kolaycı mantık o zaman da vardı. “Görünen şeyin doğru olduğunu söylemek, her şeyin göreli olduğunu söylemek demektir” diyordu Aristo. “Bundan dolayı kesin mantıksal kanıt arayan ve aynı zamanda görüşlerinin hesabını vermek iddiasında olan filozoflar, görünen şeyin var olduğunu söylemekten kaçınmak zorundadırlar. Onların görünen şeyin göründüğü insan için, ona göründüğü anda ve göründüğü anlam ve koşullar altında var olduğunu belirtmeleri gerekir.”(10)
Oysa yaşadığımız hayatın ve evrenin sırlarla dolu garip döngüsü, hepimizi her an akıl erdiremediğimiz bir duygu selinin içine sürükleyip durmuyor mu? Ölüm, yaşam, duygu, kader, varlık, aşk, idrak, anlam… Gündelik yaşamlara, yansımalara bakalım: Yarım kalmış sevgiler, hasretler, ümitler yaşamıyor muyuz? Önleyemediğimiz akış, irademiz üstünde ve dışında bir tahakkukla bizi alıp istemediğimiz yerlere götürmüyor mu? Engelleyemediğmiz, durduramadığımız veya istesek de yapamadığımız ne çok şey var. Bütün bunlar bile varlığımızda bizi ve her şeyi aşan gerçekliğe tekabül ve işaret etmiyor mu? “Sonsuz bir varlığın işlemlerini kavrayamıyoruz diye, onun gücünü yadsımak doğru olmaz” diyordu John Locke.(11) Bu söz, zihnin temel sapmalarından birine dikkat çekmekte, asıl güzergâhı bulma imkânına yöneltmektedir. Wilde bu imkânı kullanmaya hazır gibidir. “Geriye doğru şöyle bir bakıp insan hayatının, duygusal yoğunluğu had safhada, esrime ve neşeyle taşan heyecanlı anlarla dolu olduğunu görünce, tüm hayat bir rüya, bir yanılsamaymış gibi geliyor” diyor Oscar Wilde. “Gerçekdışı, fantastik dediğimiz şeyler, insanı bir defalığına ateş gibi yakan tutkulardan başka nedir? Ya inanılmaz dediklerimiz, bir zamanlar içtenlikle inandığımız şeyler değil mi? Gerçekleşme ihtimali yok, gerçekleşmez dediklerimiz, kendi elimizle gerçekleştirdiklerimiz değil de nedir? Hayır, Ernest, hayat bizi gölgeleriyle aldatır.”(12) Wilde’ın sözünü ettiği gölgeler, az sonra değineceğimiz, Platon’un mağarasında oynaşanlarına ne kadar benzemektedir. Zaten Platon, “bilginin kökünü, ruhun, bu yaşamın sınırlarının ötesinde yatan bir gerçeklikle ilişkisinde gördü” (13)
Bahtin, Wilde’ın yarım bıraktığı samimi ifadeleri, daha tatmin edici felsefi itiraflarla dile getirir. “Gördüğüm dünyanın sınırında konumlanmış gibiyimdir adeta. Plastik-resimsel terimlerle ifade edecek olursak, bu dünyayla aynı hamurdan değilimdir. Düşüncem bedenimi bütünüyle diğer nesneler arasında bir nesne olarak dış dünyaya yerleştirebilirken, fiili görmem aynı şeyi yapamaz; yani görme, yeterli bir dış imge sağlayarak, düşünmenin yardımına koşmaz.”(14) Bahtin, Husserl’in tam karşı kutbunda, dış evrenin sathiliğinden içinin derinliğine bir yolculuk halinde gibidir. Üstelik oradaki öznel gerçekliğin, nesnel olanlardan daha tercih edilir olduğunu güçlü, içten bir vurguyla ima ederek.
Platon’un Devlet’inin 7. kitabı Mağara Metaforu ile başlayıp, sanat ve idealar üzerine derinlikli diyaloglarla devam eder. Ünlü filozofun sanat, hakikat, idealar üzerine düşüncelerine kaynaklık eden bu benzetme ‘Mimessis metaforu veya ‘Mağara istiaresi’ olarak bilinir. Platon insanın hakikatle olan ilişkisini, bir mağarada üstelik zincirlerle bağlı insanların dünyalarıyla ilişkileri üzerinden örneklendirir. Mağara doğal olarak karanlıktır. Dışarıdan sızan ışık içeride, duvarların üzerinde kimi gölgeler, şekiller oluşturur. Gölgeler ışığın hareketine göre değişik biçimler, kazanır. Oradakilerin ‘şeyler’ hakkındaki bilgisi, işte o şekillerden, gölgelerden ibarettir. Oysa gerçek dünya dışarıda, ötededir. Biri bütün bu algılanır dünyanın gerçek olmadığını ifade etse, ona iyi gözle bakılmaz. Yalan söylediği bile iddia edilir.
İşte tüm gerçekler, bir yaklaşımın az önce verdiğimiz örneğindeki gibi göz önündedir ve görülmektedir. Oysa Platon’un idealar kuramı içinde gerçek, görülen dünyanın yani beş duyuyla algılanan dünyanın üstünde, ilerisindedir. Gerçeğe ulaşmak için zincirlerden kurtulmak, gerekirse duvarları yıkmak gerekecektir.
Mimessis kavramı İÖ. 5. yüzyılda kullanılmaya başlamış ve ‘gibi yapmak, davranışlarda öykünme’ anlamı verilmiştir.(15) Bugün konuyla ilgili hemen tüm eserde ‘taklit’ anlamı ile tartışılmaktadır.
Taklit yabancılaşmayı giderici bir unsur mudur?
Otto Friedrich Bollnow, yine varoluşçulukla son derece duyarlı ölçütlerle kaynaştırdığı konuyla ilgili düşüncesini, şöyle ifade eder: “Ameller ve alışkanlıklarla kendisine yakınlık kesb etmiş olduğumuz ve kendi yaşam idrakimizin içine kattığımız dünyamız, sadece küçük bir kesitten ibarettir. Bu dünya bizimle eşyanın gerçek yabancılığı arasında yer alan ve yırtılmaya hazır bir örtü gibidir. Dünyamız ‘anlamlandırılmış’ bir dünyadır. Yani kendisine anlamlar atfederek benimsediğimiz ve intibak ettiğimiz bu dünya, ancak zoraki olarak gerçek dünyanın yabancılığını perdelemektedir. Gerçek dünyanın yabancılığı her an beklenmedik şekilde kendini göstermektedir.”(16)
Sanatçı nesnel dünya ile arasındaki sıkıntıları kendi tarzı ve dili ile aşmaya çalışır. Taklit bu yöntemlerden biridir. Platon, sanatı taklit, sanatçıyı taklitçi olarak görür. Sanatçı şeyleri taklit ederek hakikate ulaşmak ister. Ancak bu hakikati kavrama yolunda yeterli bir çaba değildir, olamaz. Çünkü taklit, özü kavrama hele bir özgünlük ortaya koyma yetkinliğine, asla sahip değildir. Bu yüzden taklitçide hakikatin özünü kavrama becerisi bulunmaz veya çok zayıftır. Hatta taklit insanda hakikat üzerine yanılsama bile oluşturur. Bu da kimi duyarsızlıklara sebep olacağı endişesiyle iyi görülmemiştir. O nedenle sanat, öykünmeden ziyade ‘yaratma’ olarak ele alınmıştır.(17)  İlla bir taklit söz konusu olacaksa bu yaratmanın taklidi olmalıdır.
“Mimessis, yalnızca algılanan nesnenin duyumsal bir tekrarı ve yeniden maddi ve algılanır bir şekilde bedenleşmesini anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda temsil edilen şey hakkındaki bilgiyi de gündeme getiriyor”(18) olsa da Platon, felsefeyle sanat arasında tavrını birincisinin lehine belirler. Her şeye rağmen, Platon’un, sanat ve sanatçı üzerine düşüncelerinin, kastettiği anlam alanına uygun tartışıldığı kanaatinde değilim. O şairleri, şairler genellemesiyle sanatçıları ideal devletinin dışında bırakırken, sorumlu bir iyilik bilinciyle düşünüyor olmalıydı. Burada iyilik, idealar şemasında, ‘yaradılışla iç içe geçmiş yetkinlik’ olarak anlaşılmalıdır.
İnsan yeryüzüne düşmüş, bir süre sonra nesnel dünyanın rehavetine kapılmıştır. Sanatçı ile filozof, insanın hikmet ve hakikat arayışını, farklı alan ve boyutlarda sürdürmesi gerekirken, varoluş iddiasından vazgeçmiş gibidirler. Kökensel bağlarının şekillendiği dünyanın değer ve dilini, amaç ve istençlerini unutmuşlardır. İnsan iki dünya arasında kalmış gibidir. İki düş, iki gerçeklik. Hangisi daha gerçek, hangisi daha sanal? İnsandan tüm aşkın arayış ve iddialarından vazgeçmesi değil, ideallerine sahip çıkması beklenir. İdealarıyla bu dünyaya yaklaşmalı, bu dünyayı Vico’nun kavramsallaştırmasıyla ‘ilahi inayet’in değer ve dili ile anlamalı, anlamlandırmalıdır. İnsan dilini yitirmemelidir. Burada kastettiğimiz dil, sadece lingustik karşılığıyla anlaşılmamalıdır. İnsanın hayalini, düşünü, arzusunu, felsefesini, duygusunu, eylemini, konuşmasını, eğlencesini, hüznünü, ilişkilerini hâsılı tüm bir hayatını, varlığını, dünyasını kapsayan en yetkin kelime olduğu için ‘dil’i öne çıkarıyoruz. Burada dili anlaşmanın aracı olarak değil, anlamın asıl unsuru olarak değerlendiriyorum. Alıştığımız dünya bize dilimizi unutturmuştur. Yeni dil unutuşun, hatırlamayışın dilidir.
Biz insanın buraya veya oraya uyumunu dili ile anlarız. Dil sadece sistematik sesler toplamı veya dizgesi değildir. Bu kavrayışa göre, sesler veya ses düzeni, aslında dile aracılık eder. Dilin fonetik formunu, sınırlarını, müziğini oluşturur. Asıl dil hakikattir. Yani kelamdır. “Tanrının dilsel özü kelamdır. Tüm insan dilleri kelamın addaki yansımasıdır yalnızca. Ad, kelama olsa olsa bilginin yaratışa yaklaştığı kadar yaklaşabilir.” diyor Benjamin. Sözün devamı, burada bizi asıl ilgilendiren kısmıdır. “Tüm insan dillerinin sonsuzluğu, Tanrı kelamının mutlak olarak sınırsız ve yaratıcı sonsuzluğuyla karşılaştırıldığında, doğası gereği sınırlı ve analitik kalır.”(19)
İşte sanatın da felsefenin de özetle tüm soyut insan etkinliğinin nihai amacı, sonsuza intibak etmek, olmadı onu his ve düşünce dünyasında yaşanır kılmaktır. Bu yaşantı yoğunluğu ile benliğimiz huzursuzluktan, bunalımdan, çelişkiden, çatışmadan bir nebze kurtulur. Eğer bir aldanış, bir yanılsama varsa onları bilmek bile insanın huzursuzluğunu hafifletir. Belirsizlik en büyük tedirginlik kaynağıdır. Yani herşeyden habersiz olarak gaflet halinin sahte neşesi yaşanacağına, kendi uzamını bulmaksızın tatmin olamayacak ruhun mustarip bilincinde olmak daha yüksek duygudur. Istırap varlık cevherini yaşanır kılmanın en asil duyumlarından biri olmalıdır. O yüksek duygunun yani fark edişin, bilincin bilincinde olmak, varoluşu direngen kılan bir zevktir. Bilincin bilinci! Bu az önemli bir ayrıcalık değildir. Bizi farklı, ayrıcalıklı kılan o bilinç seviyesidir. Karakoç’un da ifade ettiği gibi sanatçı, içine düştüğü yabancılığı, bilinçle,  dille, yani düşünceyle aşacaktır.
Bu durum sanatçının kenarda kalmasını, kendini soyutlamasını gerektirmez. Bilakis o Heidegger’in ifade ettiği gibi, ‘dünya içinde’ bir varlıktır. Dünya her şeyi ile bizim varlık imkân veya imkânsızlığımızı oluşturur. Bilakis sonsuzluğu arzulayan bir iç dünyayla, sonlu, sınırlı evrende var oluşumuz, bizi dilsel, düşünsel yoğunlaşmaya, sanatsal faaliyete mecbur eder. Prigogine’in dediği gibi bu mecburiyetin, fark edilince şevke dönüşen bir tarafı bile vardır. Düşünüre göre değişmekte olan olayların arkasında değişmez ebedi bir gerçek arayışı şevkleri uyandırır.(20) “Sanatçı dünyadan soyutlanmış birey değildir. Belki biraz sıkıntılı bir bireydir. Filozof olsun, sanatçı olsun, yaratıcının dünyası oldukça çelişkili, iyiden iyiye sorunlu, açmazlarla dolu ve elbette bir bakışta anlaşılmaz olan bir dünyadır.”(21) Sıkıntı ve açmazın kaynaklandığı sebep, her an uzlaşmayı veya çatışmayı zorunlu kılan, farklı dünyaların gerçekliğidir. O nedenle sanatçı, yaşamın görünen yanlarına inceden inceye bakmayı bilen; onlardaki, giz perdesini aralayıp gerisinde saklı anlamları okuyabilen insandır. “Bu yüzden sanatçı, bizim görmediklerimizi görür, bizim duymadıklarımızı duyar, bizim sezmediklerimizi sezer.”(22)
Özetle sanatçı fark edendir. Fark etmek zorundadır. Fark etmek sanatçının, sanatın kendine özgü düşünüşü içinde, hakikate doğru ilk ciddi yönelişidir. Bu bağlamda sanatçı ve filozofun yönelişleri, birbirine çok benzerdir, yakındır; birbirini tamamlayıcı hususiyetlere sahiptir. Her iki faaliyetin denk düştüğü realite ve düşünme tarzları farklıdır; birbirini bütünleyici niteliktedir.
Bir şey daha var: Sanatçı fark eder ve fark ettirmeye çalışır. Çünkü fark ediş ahlaki olarak da duyarsızlığın, ilgisizliğin çemberini kıran ilk devinimdir. Sanatçı bir tebliğ faaliyeti içindedir adeta. Tebliğ, açmak, açıklamak demektir; açmak, açıklamak içindir. Sanatçı da insanın gözlerini derin, uzak, aydınlık ufuklara açmak için çabalar. Dar açılar içinde zihni, idraki, duyguyu, sezgiyi sınırlayan, kimi durumlarda bütünüyle ortadan kaldıran perdeyi açar. Alışılmış, kanıksanmış yanlışlar tarafından gizlenen hakikatleri hissettirir. Alışkanlığa dönüştükleri için yadırganmayan ne çok yanlışlarımız vardır. Onlar hayatın vazgeçilmezi olarak bir saplantıya, koşullanmaya dönüşmüşlerdir. ‘Onlarsız olmaz’ dediğimiz vazgeçilmezlerin çoğu, aslında bizleri mağaraya zincirleyen görüngülerdir. Derin bir sanrı, bir sapmayla, asıl gerçekliğimizi bir hayale kurban etmiş gibiyizdir. Gölgelere teslim olmak, yani anlam ve ruh dünyamızı görünür olanla sınırlamak, uzlaşmak değil yozlaşmaktır. Uzlaşmanın, birini diğeri ile izah etmenin, açıklamanın, anlaşılmayacak bir tarafı yoktur elbette. Birbakıma sanatçı veya filozof buna mecburdur da. Burayı orayla, orayı burayla değerlendirecektir.
Uyum ve uzlaşma adına, bizden gölgeleri ve bağları kutsamamız istenmektedir. İşte sanatçı hissediş düzleminde; varlığın, hakikatin sonsuz gerçekliğini hisseden biri olarak; kalbimizin, duygumuzun, algımızın bütün bir dünyanın perdelerini aralayandır. Hissediyor, hissettirmeye çalışıyor. Duyuyur, duyuruyor. Eğer farklı bir dünya, farklı bir gerçeklik tecrübesi olmasaydı, o da herkes gibi zincirlerine bağlı olarak kalacak, fark edemeyecekti. Gerçeklik gölgelerden ibaret bir yanılsama olarak kalacaktı. Dehşet bir yanılsama! Gerçek sanatçı gölgelerin zihnimizdeki lekeli etkilerini silme çabası içindedir. Lekeler kalıcı izlere dönüşmüştür. İzlerin geçerli izleklere dönüşmesi yanılgının, yabancılaşmanın ruhsal körleşmeyle ifade edilecek vahim boyutunu ortaya koymaktadır. Yanılsamayı dehşetli kılan, hakikatle yalanın yerlerinin bizzat sanatçı tarafından değiştirilmesidir. Gölgeler adına sanat yaptığını söyleyenler, bizi basit, kaba zevklerin mağarasında tutsak, etmek gibi korkunç bir cürüm işliyorlar. Sanat da felsefe de, insanlara ruhun aydınlık dünyasını yansıtmak yerine, o dünyaya körleşmeyi artırmak için yapılabilmektedir. Sanatı endüstrileştiren kapitalist işleyiş, her türlü nezih duyarlığı ‘ihtiyaç fazlası’ veya ‘defolu mal’ görerek hayatın itibarsız alanına itmiştir. Estetik, iyice çığırından çıkarılan eğlence kültürünün saçma hızı ve hazzına hizmet eder duruma getirilmiştir. Sanat, zincirlerimizi sevmemiz amacıyla, egemenlerin baştançıkarıcı bayağılıklarına aracı kılınmak istenmektedir. Biçimsel seviyede bile olsa; ne sanat ne sanatçı bu yozlaşmayı kabul edebilir.
____________________
(1)  -Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları I, s.20, Diriliş Yay. İst. 1982   (2)  -Kur’an- Kerim, Bakara:2/30, Enam:6/165, Neml:27/62(3) -Otto Friedrich Bollnow, Varoluş Felsefesi, s. 41, der. ve çev. Medeni Beyaztaş, Efkâr yay. Tarihsiz(4) -Descartes, Metafizik Düşünceler, s.161, çev. Mehmet Karaslan, 3.bas. MEB. yay. İst. 1967(5)  -Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, s.211, Remzi kitabevi yay. İst. 1972(6)  -Jean Pıerre Vernant, Evren Tanrılar İnsanlar,  s.87, çev. Levent Yılmaz,   Dost  Kitabevi yay. Ank. 2001(7)  -Otto Friedrich Bollnow, age. s. 43,(8)  -Edmund Husserl, Fenomenoloji,  s.40, Çev. Harun Tepe, Bilim ve Sanat yay. Ank. 1997(9)  -Edmund Husserl, age. s.36(10)  -Aristotales, Metafizik, 1011-a,20, s.225, çev. Ahmet Arslan, 2.bas. Sosyal yay. İst. 1996(11) -John Locke, İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme, s.432, çev. Vehbi Hacıkadiroğlu, 2.bas. Kabalcı yay. İst. 2004 (12) -Oscar Wilde, Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil; s.85, çev. Esin Soğancılar, Kaya Genç, Fatih Özgüven, Türker Armaner; 2. Bas. İletişim yay. İst. 2010(13) -Roger Trigg, Akılcılık ve Bilim, -Bilim Her şeyi Açıklayabilir mi?- s.127, çev. Kadir Yerci, Sarmal yay. İst.1996  (14) -Mihail Bahtin, Sanat ve Sorumluluk, s.45, Çev. Cem Soydemir, Ayrıntı yay. İst. 2005(15) -Remo Bodei, Güzelin Biçimleri, s.68, çev. Duru Kundakçı, Dost Kitabevi yay. Ank. 2008(16) -Otto Friedrich Bollnow, age, s.44(17) -bkz. Irıs Murdoch, Ateş ve Güneş, s.16, çev. Serdar Rifat Kırkoğlu, Ayrıntı yay. İst. 1992(18) -Jale Nejdet Erzen, Çoğul Estetik, s.118, Metis yay. İst. 2011(19) -Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk,  s.177, çev. Nurden Gürbilek, 4. Bas. Metis yay., İst. 1993(20) -Ilya Prigogine, Isabelle Stengers, Kaostan Düzene, s.35, çev. Senai Demirci,    2. bas. İz Yay, İst. 1998(21)  -Afşar Timuçin, Estetik Bakış, s.68, Buket Yay, İst. 2005(22) -Afşar Timuçin, age. s.140

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

136. SAYI / OCAK – ŞUBAT 2012 / Ay Vakti
Eşref-i Mahlûk / Ay Vakti
Kitap/Yar / Şeref Akbaba
Şuurdan Şiire / Nurettin Durman
Cepheden Selam / Mehmet Ragıp Karcı
Tümünü Göster