Bütüncül Düşünce ve Sanat

Varlığı, bütünlüğü içinde kavramak, hakikatle sorunu olmayan barışçıl benliğin fıtri eğilimidir. En küçükten en büyüğe, en soyuttan en somuta, en içimizden en dışımıza kadar var olan bütünlüklü sistem; birbirini tamamlayan düzen ve işleyişe sahiptir. Bu bir sistemdir. Sistem, parça bütün ilişkisi içinde bir işlevselliği gerekli kılar. Sistemin tek belirleyeni olmadığı gibi, bütünü oluşturan bir parça, diğer parçalardan asla önemsiz değildir. Hakikat, parçalayıp böldüğünde büyü, aşkın düzen, uyum bozulur. “Evren bir bütündür. Birçok parçalardan oluşmuş bir bütün. Bu ‘bütün’e evrensel niteliğini kazandıran hiç kuşkusuz, bu parçaların birbirleri ile olan bağlantıları ve birbirini diyalektik olarak tamamlamalarıdır.”(1)

Berkeley, teoride zorunlu bir kabul olarak, şeylerin sistemden bağımsız var olmadığı konusunda görüş birliğini belirttikten sonra, pratikte içine düştüğümüz çelişkiye işaret eder: “Oysa bize zihnin her niteliği tek başına ya da birleştiği diğer niteliklerden soyutlanmış olarak düşünülebileceği, bu yolla kendine soyut idealar tasarlayabileceği söylenir.”(2) Evrende ‘mutlak’ dışında, kendi başına bir gerçeklik yoktur. Her şey, her birim(iz) kendi gerçek bütünlükleri ile daha kuşatıcı bütünlük içinde varlığa ve anlama katılır. Âlemin ‘büyük insan’, insanın ‘küçük âlem’ olması keyfiyetini bir yönüyle böyle anlamak gerekir. Demek oluyor ki, her bir şey, bir diğer şeyle ilişkilidir. Bu bakımdan saf gerçeklikten söz etmek imkânsızdır. Kant saf aklı eleştiriyordu. Haklıydı. Bizi ilgilendiren algı dünyası içinde, ne saf akıldan, ne saf duygudan bahsedebiliriz. Saf hayal de, saf gerçeklik de olmaz. Her bir düşte biraz gerçek, her düşüncede biraz duygu vardır. İster duygu, ister düşünce, ister sezgi; öznellik veya nesnellik kendi varlıklarını, diğerini yok veya inkâr etmek üzere kurmaz. Bilakis her bir parça bütün içinde birbirini destekler, anlamlı kılar. Niçin anlamlı kılar? Değilse kendi anlamsızlaşır da onun için. Yani felsefe karşısında örgütlenmiş bir bilimin veya amacını metafizik karşıtlığıyla gerçekleştireceğini sanan aklın, tutarsızlığı, tartışmaya bile gerek olmayacak ölçüde ortadadır. Her akıl, içinde biraz duygu barındırır. Metafizik alana, fiziki alandan geçilerek ulaşılır.

Düşünce de bir sistemdir ve bütündür. İnsan bütün bir varlığı ile düşünür. Ben düşünen bir varlık olarak, sadece düşündüğümü bilirim. Düşünmek her türden olgu ve fenomenin bendeki karşılıklarıdır. Hangi ben? Aklımla, sezgimle, duyduklarım, gördüklerimle oluşan bütün varlığımla ben. Bilginin ve insan gerçekliğinin parçalanması, batının pozitivizmle içine girdiği indirgemeci dönemin defolu ürünüdür. Parça bütüne egemen kılınmak istendi. Özellikle akıl ve bilim ekseninde oluşturulan deneysel bilgi (bilim) mutlaklaştırıldı.

Pitagoras, yöntemi ve öğretisi ile sadece batının değil, çağlar boyu farklı coğrafyaların algı dünyalarını oluşturmuş bilge bir filozoftur. Babil’den Antik Yunan’a, Delphia mabedine geri döndüğünde, öğretisini vermekte zorlandı ve İtalya’da bir Dor kolonisi olan Crotona’ya (Kroton) giderek burada felsefe okulunu kurdu. Kurduğu okulda felsefe, din, siyaset, astronomi, müzik, okült matematik, geometri ahlak; kısacası insana, hayata dair ne varsa anlatılıyordu. Okulun girişindeki Hermes heykelin n kaidesine “inanmayan girmesin” diye yazdığı söylenir.(3) Pitagoras öğretisinde bilgi üç evrensel temel üzerine oturur: Akıl, sezgi ve iç aydınlık.(4) “Felsefenin ruhu, onu dile getiren insanın sadece aklı değil, aynı zamanda ruhudur da. Felsefenin akla ihtiyacı olduğu kadar ruha da ihtiyacı vardır. ‘Akıl’ ve ‘Ruh’ birbirinden ayrılmaz bir işleyiştir.”(5) diye yazan Malik İlyas Tanrıbağı, bilginin değişmez hakikatini ve doğal alaşımını yalın bir dille ifade eder. Mesele açıktır. “Aklın aciz kaldığı ve gerilediği noktada keşif ve ilham iş görmektedir”(6) Sanat ve Felsefe arasındaki ilişkiler konusundaki düşüncelerini ilgiyle takip ettiğim Afşar Timuçin, “Gerçekte duyum, duygu, düşünce ayrımı yapay bir ayrımdır. Bu üç öğe her zaman bir bütünlükte kendini gösterir ve birbiriyle anlam kazanır.”(7) dedikten sonraki şu ifadeleri konumuzu özetler gibidir: “Bilinç bir bütünselliğin bilincidir. Onda dışla iç, duyguyla düşünce, gerçekle düş, geçmişle gelecek bir bütün oluşturur, onda her duygusallık bir bütünselliğe açılır, her düşünsellik bir duygusallıkla koşullanır.”(8)

Varlığı, buna bağlı olarak düşünceyi, bütünlük içinde ele alıyorsak, bu zihni tutum zorunlu olarak bizi ‘uyum’, ‘yerindelik’, ‘örtüşme’ gibi işlevsellikleri çözümlememizi de zorunlu kılar. Aslına bakılırsa doğal akışı içinde düşünce bütün bu işlevselliklerle birlikte ilerler. İşlevsellik, hayat içindeki fonksiyon ve gerekliliklere göre farklı yoğunlaşmaları öne çıkarır. Somut bağlantılar kurma gerekliliğinin zorunlu olduğu durumlarda coşkun duygusallığa elbette yer yoktur. Ancak çoğu zaman bilmeden yer değiştirmeler yaparız. Alman idealist filozof Hegel’in, isabetle tespit ettiği gibi bazen bu yer değiştirmeler, kökleşmiş bir yapı bile oluştururlar. “Gündelik uslamlamada duyguları, sezgileri, tasarımları düşünce ile karıştırırız.”( 9) der Hegel. Belki düşünme veya eleştiri yoğunluklu, analitik ağırlığı olan düşünme yönteminin ilk ciddi evresi, bu ayıklamayı veya ayrıştırmayı yapmaktır.

Platon’a göre sanat, bilginin bir biçimidir, gelgelelim bu bilgi, felsefenin bilgisinden çok daha az değerlidir; çünkü sanat ideaların taklidinin bilgisiyken, felsefe doğrudan ideaların bilgisidir.”( 10) Belki sanatla felsefe arasına ilk mesafe, Platon ve Aristo’nun görüşleri ile girmiştir. Platon’da sanat ancak bir ‘mimessis’, yani taklit olarak karşılık buluyordu ve toplumsal bir yararı bulunmuyordu. Hatta kimi durumlarda gençler için zararlı olduğu bile söylenebilirdi.(11) Platon’un sanata mesafeli bakışı, düz mantıkla irdelenmemeli düşüncesindeyim. Devlet’in onuncu retoriğinde, çözümlememize doğrudan katkı verecek esaslı ipuçları vardır. O, sanatın ilgi alanı ve düşünce tarzı ile felsefenin ilgi alanı ve düşünce yöntemi arasında mütereddittir. Sanatın ayartmalarının doğruyu karıştıracak ve bulandıracak düzeyde olmasından korkar.(12) Bu tutum daha sonra felsefede Hegel’e, Kant’a Schopenhauer’a, sanatta Hugo’dan Tolstoy’a Dostoyevski’ye kadar ahlakçı bir anlayışın öncüsü olacaktır.

Antik dönemde dini, ahlaki duyarlığın sadece sofistlerde olduğu, mesela Demokritos veya Tales gibi doğa filozoflarının bu tür kaygılar taşımadıkları, hatta pozitivist oldukları sanılmamalıdır. Kimi felsefe tarihçilerinin sandıklarının tersine, Tales gibi Antik Yunan düşünürleri “dine açıktan açığa karşı çıkmadılar, ama kutsal olanı maddenin özünde var olduklarına inandıkları kendiliğinden hareket özelliğiyle dini felsefeden ayırdılar.”(13) Tabir yerindeyse bir anlamda ihtisaslaşma denilebilecek, kendi uğraş alanlarını seçtiler. Sonuçta devam eden bir hayat vardı ve herkesin aynı şeyi yapması gerekmiyordu. Farklı ilgiler, diğer ilgilere hasmane bir tutum takınmıyorlardı. Aralarında süren tartışmalara rağmen, bu tutumun manasızlığını en iyi antik dönem sanatçı, filozof ve alimleri biliyordu.

Gadamer’e göre Antik Yunan Felsefesinde bilimsel metot, doğruluk kavramı üzerinde tahakküm kurmamıştı. “Burada özne ve nesne, düşünce ve varlık henüz kesin bir biçimde birbirinden kopmamıştı. Ancak 17 yüzyıldan başlayarak, Kartezyen düalizmle birlikte bu kopukluk batı felsefesinin temel taşlarından birini oluşturmuştur.”(14)

Felsefe, bilim ve sanat alanları elbette aynı değildir. Ama Thomson’ın dediği gibi kuşkusuz bilim ile sanat birbirinden bağımsız da değildir. “Bilim adamıyla sanatçının ayrı ayrı kendi özel çalışmalarını yürüttükleri iki farklı dünya, aslında ikisinin de bir arada yaşadıkları ve çalıştıkları toplumsal dünyanın ayrılmaz parçasıdır.”(15) Kant’a göre “İnsan varlığı bir tüm’dür. Yani duyum, duygu evreni ile us evreninin bir bileşimidir. Özgürlük bu bileşimin varlığının kabul edilmesiyle anlam ve değer kazanır. Bu nitelikler, evrensel niteliklerdir.”(16) Hegel, zaten tarihi süreç içinde de izlenen, düşünce, bilim ve sanattaki bütünlüğün, güçlü bir savunucusu cusu olmuştur.(17) Kant’da olduğu gibi Hegel’de de, “insanoğlu belli bir bilinç düzeyine eriştiğinde, kendi varlığını us, ruh ve bilinç bütünü olarak kabul ettiği gibi, ahlaksal bir özne olarak da belirler. Bu belirleme kendi öz bilincinin bir ürünüdür.”(18)

“Bilim ile sanatın farkı, Lukacs ve Hegel’in ileri sürdükleri gibi, bilginin iki ayrı basamağını ya da biçimini oluşturmalarında mı aranmalıdır?”(19) Her şeyin, her alan ve katın birbiri ile daha kolay ve kendiliğinden geçişler oluşturduğu karmaşık entegrasyon süreci, soruyu daha güncel ve anlamlı kılıyor olabilir. Bizce, ilk evrede parçaların sistemden koparak bağımsız nitelik kazanacağı sanılan dönemin ardından bugün, hayatın ve varlığın realitesi, dar gerçeklikleri birbirine yaklaştırmakta, kaynaştırmaktadır. Kaynaşmanın daha boyutlu yaşanacağını kestirmek zor değildir. Parça, bütünden ayrı düşmenin sıkıntısını kaybettikleri veya bir türlü kazanamadıkları ile yeterince yaşadı.

İnsan, varlık ve hakikat tasavvurunun belirleyici merkezini Rönesans’la birlikte değiştirmeye başladı. Fransız devrimi, modern insanın tüm bütünlükleri bozduğu, anlamı en basit düzeyde anlaşılacak seviyede kavradığı, kaba materyalist bir dönemin zaferiydi. O en alt katta sadece tanrıya değil, başta ruh ve mana olmak üzere, piyasa değeri olmayan her şeye inkârla, düşmanca yaklaşan ideolojik bir dönem başlatıldı. Öyle anlamak için uzun boylu düşünmeye gerek yoktu. İdeolojik tanımlamalar kısa yoldan, kestirmeden anlama götürüyordu. Hem sonra görünenin ardını, derinliğini irdelemek için onca çabaya da gerek yoktu. “Diyalektik akıl için, hakikat denen şey, somutun kendisidir ve soyut bu somuta sokuluşumuzun bir basamağından başka bir şey değildir” (20) şeklinde özetlenen sığ, kaba anlayış belki de en yumuşak olanıdır. Niçin yumuşak dedim? Pozitivist kalıplar içinde insan sığlaştığı ölçüde hem şımarıyor, hem saldırganlaşıyordu. Sapma o derinliksiz, sığ çerçeve içinde kalmadı. Haddini bilmez çılgınlıkla, insanı azmanlaştıran saçmalıklar, sözüm ona ‘tartışılamaz yeni kutsallar’ olarak toplumlara dayatıldı. “Tanrıya inanmak her ne ise, bu kendisini sınayabileceğimiz ya da birtakım sınama yolları bulabileceğimiz bir şey olamaz”(21) Bu, inananları yaralayıcı, alaycı ifadeler, dönemin diğer başka söz ve hadiseleri karşısında önemsiz kalır. En kabul etmeyeceğiniz bir inanç karşısında bile azami saygıyı göstermek, insanlık gereğidir. Yeni anlayışa göre insanlık değeri ve gereği denilen şey, işe yararlılık ölçüsünde laboratuar ve piyasa değeri olması halinde mümkün olabilirdi ancak. Değilse metafizik saçmalıklardan, gerici boş saplantılardan öte gitmezdi. Çağdaş insan zoru değil, imkânsızı başardı, başarıyordu. Değilse insan varlığının sınırını bilecek, eğer bir başarı, bir ilerleme kaydedecekse o sınırları muhafaza ederek elde edeceğini bilecekti. Mitolojiye göre önce kaos vardı. Belli ki, modern insan ne içinde, ne dışında bir türlü düzen kuramıyordu. Üstelik kaosu yaşama biçimine dönüştürüyordu. Ruhta, duyguda, düşüncede, algıda, anlamada bir kaos! Tanrı tarafından sınanma konumunda olan insan şimdi tanrıyı sınama, test etme küstahlığına özgürleşme diyordu. Özgürlük için daha çok kaos! Oysa her tanrı olma çabası, imkânsız bir varoluş denemesi olacağından, alçaltıcı sonuçlarıyla insana bir düşüş yaşatır. Hazin bir düşüş. Üstelik düştüğü yer, son insan varlığı ile terk ettiği yer de değil. Orada, o seviyesizlikte ne kendini, ne kendi yerini bulabiliyor. Duygusal, zihinsel, yaşamsal düşüş. Çağdaş insan bu düşüşün feci sonuçlarını yaşadı, yaşamaya devam ediyor. Ne sağlıklı duyuyor, ne ayakları yere basan düşünceler üretiyor. Üretip pazarladığı bilim düşüş içinde; sanat, felsefe düşüş içinde. Ruhu cerahat kanıyor. Yükselemiyor.

“E. Gilson Batı düşünce tarihinde felsefenin gitgide bir düşüş kaydettiğini görmüştü”(22) Felsefe ile birlikte sanatın da. Teo Grünberg “İnsan bilgisinin bugünkü aşamasında, bilim denen gerçek karşısında, felsefeye ne gibi bir görev düşebilir?”(23) diye dışlayıcı bir soru sorarak, sözünü ettiğimiz çağdaş saldırganlığın, şımarıklığın entelektüel militanlığını yapıyordu? Zavallı Grünberg! Kargadan başka kuş tanımıyor. İdeoloji olarak savunduğunu sandığı bilimin istemeye istemeye de olsa son itiraflarından haberi yok. Vico’dan Horkheimer’dan geçtik, Karl Popper’dan biraz haberi olsa, bilimin değil ama bilimi kendi ideolojisinin manivelası olarak kullanan yaklaşımın itirafını sergileyen tartışmalardan haberdar olacak. Popper: “Hiçbir bilimsel kuram asla kesinlikle kabul edilmiş ya da kanıtlanmış diye görülmemelidir.”(24) diyor. Popper’e göre bilimsel doğrunun kendini yanlışlama prensibi vardır. Kendini yanlışlanmaya açık ve hazır görmeyen bilimin doğru olma iddiası olamaz. İşin tuhaflığına bakınız ki, doğruyu belirleyici ölçü olarak gösterilen bilimin, daha doğrusu bilimsel görüşün bu anlamda hiçbir zaman da doğrusu olmamıştır. Popper’in Viyana Ekolünden ve bilimsel bilgiyi öne çıkaran Feyerabend’den bir alıntı ile şimdilik bu meseleye nokta koymak istiyorum. Deneyci bilimi öne çıkaran bir düşünce geleneği ve çevresi içinden geliyor olmakla birlikte, kendi tutarsızlıklarının giderek çıkmazlarının cesurca eleştirisini yapmakla bir ‘bilgi anarşisti’ olarak ünlenmiş Feyerabend, ‘deneyciliğin vazgeçilmez koşulu olan deneyci yaklaşım’ın sorgulanması gerektiğini belirttikten sonra şöyle der: “Deneyciliğin sınırlarından sıyrılmak, daha kapsamlı, daha doğrucu türden bir felsefeye yönelmek demektir.”(25) Bu aymazlık daha fazla devam edemezdi. İçimize gümbür gümbür doğan ve kendini her fırsatta her an hissettiren sanatsal, felsefi, manevi hakikatlerin veya hikmetin üzerini, bilimsellik gerekçesiyle kapatmazdık. Popper’da kısmen dile gelen ve Feyerabend’de açık bir dille ifade edilen, baştan beri ifade ettiğimiz salt insan ger ekliğidir. Yok saymak bize bir erdem kazandırmadı.

“Hikmet, insanlığı meydana getiren tüm bilimleri ve sanatları kendisiyle kazandığımız, bütün disiplinleri yöneten yetidir.”(26) “Felsefenin temel alan ve ilgisi olan bilgi, uyduruk, sığ değil; gerçeklik boyutuna denk gelen, çok az insanın çalışarak bulduğu tanrısal ‘Hikmet’tir.”(27) Akılcılık diye yutturulmaya çalışılan ruhsal körlüğün duvarı yıkılmak zorundadır. Düşünceleri ile Aydınlanma dönemi akılcılığının öncülerinden biri olmuş Rousseau, kendilerini saran körlüğü fark etmekte gecikmedi. İnsanlar gölerini kapadıkları şeyi yok saymak gibi çocuksu bir gülünçlük yaşayabiliyorlar bazen. Bu gülünçlüğün toplumsal yaşamda adı trajedidir. J. Rousseau: “İçimden gelen ilhama uyarak hakikati müdafaa edeceğim.”(28) diyordu. İçten gelen ilham! Varoluşsal bağlantımız, hakikatle ilişkimiz büyük ölçüde ve evvela o ilham yolu ile sağlanır. Hissederiz, biliriz. Biliriz ve hissederiz. Çoğu gerçeklik tanımsız, pek anlaşılmaz bir duygu olarak benliğimizi sarar. Bir ürperiş, bir titreme, belki bir kaygı, bir esrime, bir coşku olarak. Bunlar da varlık halleridir. Hatta çoğu zaman anlaşılmaya çalışıldığında etki kaybolur. Hususiyet azalır, akış yavaşlar, bağlanış zayıflar. “Rabbani hikmetin derslerinden biz hiçbir zaman istifade etmesini bilememiş ve bunu daima ihmal etmişizdir.”(29) diye devam eder Rousseau. Duyarsızlığımız ihmal edişimizin kanıtı olmuştur.

Bilimsel bilgi de diğer bilgiler gibi saygındır, yararlıdır. Özellikle pratik hayatımızı kolaylaştırmak için elzemdir. Ancak kendi katında, yerinde ve kendi sınırlarında kaldığı sürece. Aynı şeyi diğer bilgi ve ilgi alanları için de geçerlidir. Popper, kendi ‘sınırkoyma’ kuramını açıklarken, kimi bilimcilerin sınırlarını aştıklarını da ifşa eder gibidir: “Bir yandan deney bilimlerini öte yandan matematikle mantığı olduğu kadar, ‘metafizik’ dizgeleri de birbirinden ayırabilmemizi sağlayacak bir ölçüt bulma sorununa “sınırkoyma sorunu” (30) der Popper.

Sözü, bütüncül düşünce içinde sanat ile düşünce ilişkisine dikkat çekerek bitirmek istiyorum. Gerçek sanat gerçek bir felsefedir.(31) Sanat bir düşünme biçimidir. Onu felsefeden ayrı görenler, sanatın kendine özgü düşünme ve kavrama biçimini anlayamayanlardır. Elbette sanat bilinen felsefi geleneklerin yöntem ve içerikleri ile var değildir. Eğer öyle olsaydı esprisinden uzaklaşırdı. Sonra düşünmek sadece felsefenin metotları ile olmak zorunda değildir. Felsefe de sanatın metotlarına yaklaştığı ölçüde esprisini yitirebilir. Hakikatin bize kendisini fark ettirme biçimi, düşünce türümüzün belirlenmesinde etkin olur. Bazen o uzaktan görünür bize. Yavaş yavaş ve acele etmeksizin yaklaşırız hakikate. Analizler, analojiler yaparız. Birleştirerek, ayrıştırarak tanımlar, kavramlar geliştiririz. Anlamanın azami akli koşullarını, önermelerini oluştururuz. Disiplinli, sistemli bir düşüncedir bu. Bazen de hakikat karşıdan gözükmez. İçimize ansızın düşer. Ya da biz hakikatin tam orta yerine düşeriz. Düşünce bize yoğun çağrışımlarla, metaforlarla, imgelerle gelir. Bu nedir? Belki anlamını bizim de tam bilemediğimiz bir gerçektir. Onun ne olduğunu bilmekten çok, ne olmadığını bilmek de önemlidir. İçimizde bir devinim, bir kıpırtı başlamıştır. Sonra bir arınma, bir yıkanma. Durulma veya sükûnet. Neredesiniz? Nereye yakınsınız? Nerede veya nereye yakın olduğunuzu bilmek, isteyişinizin veya istemeyişinizin sebebi kendinizi daha bilinebilir bir alana atmak için değildir. Bazen bilinmezlik insana coşku ve heyecan verir. Bezen ilgi hayata ve kendimize ait sırrın, büyünün, efsunun uçup gitmesine yol açar. İnsan sırları ile var olmalıdır. Hiçbir sırrı kalmamış varlığın coşkusu, devingenliği sönükleşir, yiter. Sınırsızlık varlığın gerçek boyutu olduğu sürece, çözümlenmemiş sırların coşkusunu yaşamayı sürdüreceğiz.

Gerçek sanatçı bu sınırlı, sonlu dünyanın gündelik telaşı, taşkalası arasından gerçekliğini içinde tartışmasız, sınamasız bir hakikat olarak hissettiği varlığa doğru yönelen insandır. Yönelim hem kendi içine hem de doğası gereği bireysel varlığını da içine alan üst gerçekliğe doğru bir coşkuyla olur. Sanatsal bilgi nesnel değildir. Sanatçı ile bilgisi arasında bir yabancılaşma bulunmaz. O nedenle basamak basamak, kat kat bir vecd, bir yüceliş yaşanır. “Esrime duyulur alanlardan, bir başka deyişle tikel şeylerden başlayıp, derece derece iç algıya, iç algıdan da geçip bir an için bile olsa yokluğa dalmak, aslına kavuşmak demektir. Bu esrimeyi oluşturan da düşünce ve istençten çok aşk’tır. Düşünce ve istenç ancak bu aşka yardımcı olabilir. İşte bu yolla kendi aslına kavuşan insan ‘Özgür bir kişilik’e ulaşmıştır.”(32) Aşk ve özgürlük! İşte sanatın ve sanatçının durmaksızın yöneldiği iki menzil. Hem uzak, hem yakın. Uzak, çünkü kimse tam manasıyla ulaşamadı oraya. Yakın, çünkü içte hissediliyor. O değerler ele avuca gelmez. Hiçbir çerçeveye sığmaz. Onları ancak duyarak yaşarsınız. Onlara ait bilgi bir duyuş bilgisidir.

Bu bilgi nasıl anlaşılacaktır? Nasıl ve kim aktaracaktır?

Bergson, bu noktada sanatçının duymak ve duyurmakla sorumlu olduğunu ifade eder. Onun izah etmek gibi bir zorunluluğu yoktur. Hele sezgiyle ve içsel derinlikte duyulanı aklın kabulalanına yansıtmak bazen imkânsız olur. Yine de bu yansıtmayı yapmak durumunda kalırız. Sanatçının kendi yaratıcı gücünü tahlil etmesine zaruret yoktur;,sakınca da yoktur. Sanatkâr bu işi filozofa veya eleştirmenlere bırakabilir. Yaptığının, duyduğu ve duyurmaya çalıştığının başka ilgiler, idrakler nezdinde nasıl karşılandığı önemsiz değildir. “Sanatçı yaratmakla yetinir. Buna karşılık, heykeltıraşın kendi sanatının tekniğini tanıması ve bu konuda öğrenilebilecek her şeyi bilmesi gerekir.” Diyor Bergson.(33)

Bütüncül düşünce içinde sanatın kendine özgü mahiyeti nedir? Sanatsal düşünce neyi ifade eder? Bu meselelere yeni bir açıdan bakmak gerekmektedir. O açıyı dışarıda, uzakta aramaya gerek yok. Sanatı kavrayacak bakış iç bakıştır. İç bakış en yetkin, en etkin bakıştır. Bu bakışı geliştirmek zorundayız. Hakikat eskimeyen, hep yeni kalandır. Eskimez yeni bir bakışa ihtiyaç var.

1- Şahin Yenişehirlioğlu, Düşünce Kozmozu, s. 196, Ümit Yay. Ank. 2000.2- George Berkeley, İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine, s.16, Çev. Halil Turan, Bilim ve Sanat Yay, Ank.1996.3- Malik İlyas Tanrıbağı, Hermetik Bilge Pitagoras, s.82, Hermes Yay, İzmir 2009.4- Malik İlyas Tanrıbağı, age s. 134.5- Malik İlyas Tanrıbağı, age. s. 196- Süleyman Uludağ, İslam Düşüncesi’nin Yapısı, s.144, Dergah Yay, İst. 2009.7- Afşar Timuçin, “Estetikte İletişim Sorunu”, Felsefe ve Sanat Sempozyumu (Düzenleme: Muğla Üniversitesi ile Felsefe Derneği),s.122, Yay. Haz. Ömer Naci Soykan, Ara Yay, İst.1990.8- Afşar Timuçin, agm, age, s. 122.9- Hegel, Mantık Bilimi, s.5, Çev. Aziz Yardımlı, 2. bas. İdea Yay. İst. 1996.10- Manfred Buhr, Alfred Kosıng; Bilgi Kuramı- Sanat Kuramı, s.40, Çev. Veysel Atayaman, Birim Yay, İst. 1984.11- Betül Parlak, “Felsefi Bir Roman Üstüne”, (Doğan Özlem Armağan Kitabı) s.432, İnkılap Kitabevi Yay, İst. 2004.12- Remo Bodei, Güzelin Biçimleri, s.34, Çev. Durdu Kundakçı, Dost Kitabevi, Ank. 2008.13- George Thomson, İnsanın Özü, s.73, Çev. Celal Üster, 2. bas. Payel Yay. İst. 1979.14- Akın Ergüden, “Gadamer’de Estetik Deneyim Kuramı” Felsefe ve Sanat sempozyumu, s. 60.15- George Thomson, age. s.111.16- Şahin Yenişehiroğlu, Felsefe ve Sanat, s.40, Ümit Yay, Ank. 2000.17- Murat Eriç, Kültür ve Yaratıcılık, s.7, Kazancı Yay, İst 1998.18- Şahin Yenişehiroğlu, age, s.43.19- Manfred Buhr, Alfred Kosıng,age, s.39.20- Selahattin Hilav, Felsefe Yazıları, s. 25, Yapı Kredi Yay, İst. 1993.21- Ludwig Wittgenstein, Estetik, Ruhbilim, Dinsel İnanç Üzerine Dersler ve Söyleşiler, s.101, Der. Cyril Barrett, Çev. A. Baki Güçlü, Bilim ve Sanat yay, Ank. 1997.22- S. Hüseyin Nasr, Felsefe, Edebiyat ve Güzel Sanatlar, s.25, Çev. Hayriye yıldız, Akabe Yay, İst. 1989.23- Teo Grünberg, Anlam Kavramı Üzerine Bir Deneme, s.11, YKY, İst. 2003.24- Karl Popper –Sağduyu Filozofu Popper, s.23, – Der. Ve Çev. Cemal Güzel, Bilim ve Sanat Yay. Ank.1998.25- Feyerabend, Bir Bilgi Anarşisti, s.149, Der. Cemal Güzel, Bilim ve Sanat Yay, Ank. 1996.26- Giambatista Vico, Yeni Bilim, s. 148, Çev. Sema Önal, Doğu-Batı Yay, Ank. 2007.27- Malik İlyas Tanrıbağı, age. S.18.28- J. J. Rousseau, İlimler ve Sanatlar Hakkında Nutuk, s.9, Çev. Osman Yüksel, Serdengeçti Yay, İst. 1959.29- J. J. Rousseau, age, s.19.30- Karl Popper, age, s. 43.31- Özdemir Altan, “Gözlemci Olarak Kendimi Anlatıyorum” Felsefe ve Sanat Sempozyumu, s. 25, Ara Yay. İst. 1990.32- Metin Bobaroğlu, Batıni Gelenek, s.65, Ayna Yay, İst. 2002.33- Heri Bergson, Düşünce ve Devingen, s.127, Çev. Miraç Katırcıoğlu

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Panorama / Ay Vakti
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -70 / Şiraze
Bütüncül Düşünce ve Sanat / Necmettin Evci
Tarık Buğra’nın “Yalnızlar” Romanında Birey Yalnız... / İbrahim Biricik
Kaygı Nesneleri / Salime Kaman
Tümünü Göster