Ay Düşleri / İsmail Bingöl

Oca dağlar başında tek atlı gezdiğin var mı                                                 

Her taraftan üç beş kelle terkiye attığın var mı

Erzurum Köroğlu Solağı

Mehmet Kurtoğlu hemşehrim benimle yaptığı bir konuşmada bana taşra şiirini sormuştu. Yanlış hatırlamıyorsam cevaben, taşra diye bir düşüncenin baştan sakat bir anlayışı ifade ettiğini, sanatın taşra diye bir meselesi olamayacağını söylemeye çalışmıştım. Sanat, özellikle şiir belki kendi tabiatı icabı menşei itibariyle ferdî, ancak ortaya çıktıktan sonra kalabalıklara ihtiyacı olan bir iştir. Bu ihtiyaç yurdumuzda sanatçının kendi kapasitesinin dışında özel tanıtım kampanyalarına, bunun için de büyük küçük eş dost guruplarıyla giderilmektedir. Büyük şehirlerin taşradan bazen de ezici farkı bu noktada kendini göstermektedir. Öyle ya taşra dedikleri bir yerde yüz arkadaşınız olsa bile sonuçta o şehrin duvarları dışına sesinizi ulaştırmak pek kolay değildir. Mehmet Kurtoğlu’nun da sorduğu soruda dikkat çekmek istediği husus burası olmalı idi. Bu husus iki açıdan incelenebilir. Birincisi taşranın şiiri özellikle toprağına ve bu sebepten dolayı toprağın taşıdığı melâle daha yatkın bir ruh hâlini îmâ ve ifade eder. Bu şiir mükedderdir fakat temel karakterini ümmî bir hususiyet teşkil eder. Buradaki ümmîliği okuryazar olmamak mânasında düşünmemek lâzımdır. Uzun bir meseledir ve TÜRKÜ DİNLEME TEMRİNLERİ adıyla yayımlamayı düşündüğümüz kitabın mevzuudur. Ancak şiirdeki durumu, şairin ve bize haber verdiği veya îmâ ettiği meselenin dünyevî her hangi bir talebi ifade etmemesidir. Bu da ancak türkülerin hususiyetidir diyerek konuya dönelim. Büyük şehirdeki şiirin ise melâl dediğimiz o büyük nimetle fazla ilgisi bulunmaz. Hattâ bâzen (bazen değil genellikle) o hâle müstağnî ve bîgâne durur. Sebebi de büyük şehrin insanı kendine çeken nimetleridir. Bu farkı en iyi anlatacak husus, büyük şehir şâirlerinin batı müziği ve batının rûhî enstrümanlarına daha yatkın olmalarına karşın  taşradakilerin ise halk müziğinin renklerini taşımalarıdır. Bunun sebebi, sanatımızın bir medeniyet meselesi ve sancısı üzerine bina edilmemiş olmasıdır. Burada şiirin ideolojik bir reklam ve propaganda aracı olması üzerinde kafa yorulmamalıdır. Bazı akıldânelerin çokça kullandıkları ancak her zaman yerine oturmayan içtiğimiz çayın içindeki şeker buna örnek gösterilebilir. Bu da üzerinde durulması gerekli bir mesele olmakla yine türkü ile ilgili bir yazıda bu husus kısa olsa da ele alındı. Nerede çıktı yazı hatırlamıyorum, zaten yazımızın konusu da o değil. Şimdi bu hususlar ışığında İsmâil BİNGÖL’ün şiirini okumaya dönebiliriz.

Erzurum türkülerin harman olduğu yerdir. Yazının başında alıntıladığım Köroğlu solağından iki mısra şiirinin girizgâhı olarak bize yol göstermelidir.

İsmâil Bingöl’ün kitabının adı AY DÜŞLERİ. Şair kitabının başında şiirin bize ne olduğu hususunda ferman gibi bir çeşit poetikayla işe başlamış. Kendi şiir anlayışından ziyade genel anlamda şiir üzerine düşünmemizi sağlayacak sözler söylüyor. O metin de bir çeşit bahr-i tavîl ile binâ edilmiş uzunca bir kasideyi andırıyor. Bu bize bir zorluk gibi gelse de asıl anlamıyla bir poetika özelliği taşımadığı için şiiri kendimize göre okuma imkânını elimizden almıyor. Ancak bir tedirginlik duymamak da elimizde değil.

Âbâd etmez bir zamana düştük ki/ dostlar bile ağyar olmuş bu nedir/ Ahdine sadıklık öyle bir düş ki/ Suçlu suçsuz, yalan doğru bu nedir?

Üç kıtalık bir koşmanın ilk kıtasını aldım. Erzurum kahvelerinde âşıkların atışmalarını biliyorsanız burada İsmâil Bingöl’ün de bize şiirinin ipuçlarını verdiğini anlarsınız. Bu bir muammadır ve cevabı da ömürdür. O zaman şiirini bize tanıtırken bazı özellikleri de bizim bilmemiz gerekmektedir. Dinleyen söyleyenden ârif gerek denmiştir. Burada başta bizi meşgul eden taşra meselesine bir şiirle girelim:

Düşünce bir türkünün nağmeleri dilime/

Düşlerimde uzak diyarları dolaşırım/

yüreğim tutuşur gözlerim yanar/

oturur bir çocuk gibi ağlarım

Burada İsmâil Bingöl’ün şiirinin halet-i rûhiyesini ele almak istiyorum. İlk üç mısra şiiriyetin kendisi olarak bize türküyle ilgisini haber veriyor. Taşralı olarak (taşralılık meselesini bir eksikliği ifade için söylemediğimi bir defa daha tekrar edeyim) Şiir olarak da üç cümle siyâk ve sibâkı itibariyle de mısra karakterini taşıyorlar. Üçü bir araya gelince de bir şiirin üç mısraı diyebiliyoruz. Bu durum işin şiir ve şair halidir. Üçüncü mısra ise sadece bir haber cümlesi olarak ağzımızdaki tadı bozuyor. Oturur bir çocuk gibi ağlarım cümlesi şiir mısraı olarak düşünülmüş ancak bir hâli imadan ziyade açık açık ve halin tarifiyle birlikte ortaya döküyor. Oysa sadece oturur ağlarım/ ağlarım/ yahut üçüncü mısraı söylemeden de bizim hali anlayacağımızı bilmeli şair. En başta kendisi bilmeli. İşte taşralılık burada söz konusu edilebilir. Bize haber verdiği hal tabii bir ihtiyacın sonucudur ve her hangi bir artistik söyleyişe ihtiyaç duymadan dökülmüştür. Şehirli şiir ise bunu yapmaz. Sahte bir kederle ya söylemez yahut şiirin etrafında dolanıp durmayı bırakır söylemez. Bir de şairin ağlamak eyleminin sadece çocuğa mahsus olduğu izlenimi vermesi ise tam da taşra saflığına yakışır bir durumdur. Şiirin tamamının devamında tam da eğitilmiş bir söyleme biçimini oturtmuş olduğunu görüyoruz:

Olmayacak hayaller kurar/ Umudumu kuşların kanadına bağlarım..……

Bir eski muhabbetten arta kalanlar

Yükleyip bir kez daha ruhuma

gecenin içine dalarım

(Ay Düşleri.. Hüküm Senindir/ Ellerindeyim shf 46)

İsmail Bingöl’ün hayal kurması her şair gibi şiirinin öte ile ilgi kurmasına bağlıdır. Bu ilginin şairi ve şiiri şaşırtmaması ise geçmişe yakın ya da uzak bir geri alana bağlı olmakla mümkündür. Tecrübe işidir. Eskiden buna hâl-i mücerreb denirdi. Denenmiş, üstesinden gelinmiş yahut gelinememiş macera anlamına. Hâl-i mücerreb denirdi sözü biraz iddialı olmuş olabilir. Hadi bunu denmeliydi diye değiştireyim de vardı yoktu kavgasına girişilmesin. Şiirinin geçmişten getirip hemen önüne koyduğu hatıraların tamamını değil, arta kalanlarını ruhuna yüklüyor. Şairlerin olmadık şeyleri doğru gösterdikleri doğrudur. Ancak İsmail Bingöl’ün şairliği hakikati değiştirmekle beraber, hakikati yalanla değil yanlışla şiir haline getiriyor. Aslında şiirini sahici olma yolunda İsmail Bingöl’ün tuttuğu yol tehlikeli olmakla beraber emin bir yoldur. Burada aklımıza Karacaoğlan gelmelidir. Karacaoğlan’ın ünlü beytini bilmeyen yoktur:

Ölüm ile ayrılığı tartmışlar

Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık.

Aşk denilen bâdeyi dibine kadar içmiş ve hakkını da vermiş olan âşık, dışarıdan bakıldığında poetik üslubunu ifade etmiş gibi görünebilir. Oysa bu prensip şiire ait değil hayatın kendisine ait bir durumdur. Karacaoğlan da bunu böyle ele almıştır. Nereden anlıyoruz bunu? Şuradan: Âşığın her gittiği yerde mutlaka bir sevgili peydahlanmıştır önünde. Yukarıdaki prensibi belki biri dışında hiçbir sevgili için kullandığı görülmemiştir. Âşıklıkla şairliği karıştırmama özelliğidir bu tutum. Yalanı yanlış yere söylememiştir. Karacaoğlan derdin inceden ince/ O yarin sevdası gönülden yüce/ Yarimi saraydım bâri bir gece/ İsterlerse kefenime saralar. Ölüm ile ayrılık arasındaki meseleyi sözünü ettiği yâr için göstereceği fedâkarlığı ölçmeliyiz. İsmâil Bingöl’ün de yeri geldikçe yaptığı budur:

Hani sen bir âvâza

dönüşürdün ya birden

yankısı dağı taşı velveleye veren (kitapta yanlışlıkla vererek yazılmış)

Gövdeme ip ince hayaller giydiren

İnceldiği yerden kopsun diyemediğim.

Ay Düşleri Nâzenin bir sevdadan yeni hüzünler çıkarmak. Sh. 137 )

İsmail Bingöl’ün şiirinin kısa bir süre içerisinde tam olgunluğa ulaşacağının işaretlerinden biri de bu şiirin sonundaki haber:

Dolaşıp durdum eski bir türküyü kavgama eş ederek ( Yazının başındaki Köroğlu solağı)

Muhayyel bir gecenin sükûtu peşinde

Belki vaktin bitiminde

Sana dair yeni hüzünler boy verdiğinde

Belki

Şairin işi ciddiye alışının en iyi örneğidir bu bitiş kısmı. Benim buraya yazdıklarım kitabın baskıya girmeden önceki hâlidir. Sonradan ekler yapılmış. Okuyucular düzeltsinler. Daha çok örnek var. Ancak burada sanki kitap musahhihi durumuna düşmekten çekindiğim için veremedim. Kitabın ikinci baskısı veya şâirin ikinci kitabı çıktığında bunların düzeltileceğine inanıyorum.

Şairlerin genellikle düştükleri yanlışa İsmail Bingöl’ün de düşme hakkı var. O da şapkadan tavşanı çıkardıktan sonra seyirciden alkış almayınca, bu defa şapkadan tavşanı nasıl çıkardığını anlatmaya çalışan acemi sihirbaz örneğinde olduğu gibi, işi uzatıyor. Oysa çok kısa mısralarla anlatabildiği çok önemli şeyler de var.

Ey adına kayıt düşülen

Gülüşlerine yeni bir tavır belirlemeni mi

istemeli senden

Yoksa

Yeni bir ip daha mı sarkıtmalı

Dipsiz kuyulara

yeniden (Ay düşleri Yokluğunda Söylenen shf. 124)

Şiirin dipsiz kuyularını biliyor İsmail Bingöl. Öğreneceği şeyler de var, unutmak üzere oldukları da. Kuyuların derinliklerini bilmese de olur; ama o kuyuya hangi aynayla bakacağını bilmeli. Bu da kadîm şiirimizin macerasını öğrenmekten geçiyor. Bazen düz yazı gibi rahatlıkla döküyor kelimeleri. Şiir düz yazı gibi okunmaz. Şiir şiir gibi okunmak için vardır. Kadîm şiirimizde bahr-i tavîl denilen dışarıdan bakıldığında düz yazıyı andıran bir usul vardır. Ancak bu tavırda söylenmiş şiirler de vezni, bahri yerli yerinde söylenmiş uygulanmış mânâ hazineleridir. Şiir elbette şâirin harîm-i ismetidir. Ancak ortaya çıkardıktan sonra “benim bu şiirime bu muameleyi yapın tarzında benim şiirimi düz yazı gibi okuyun talimatı şöhretin getirdiği sahte bir karizmayla okuyucuyu üslûp dayatmasıyla aşağılamaktan başka bir şey olamaz. Her şeyi olduğu gibi şiiri de adam gibi, usûlünce söylemeli. İsmâil Bingöl gibi.

Elimizdeki kitap İsmail Bingöl’ün ilk kitabı. Şiirleri için söylenebilecekleri tam söylemek için biraz daha beklemek gerekiyor. Bu kitaptaki şiirlerinden sonra nerede şiir yayımladı, yahut yayımladı mı açıkçası takip imkânı bulamadım. Söyleyişindeki rahatlık, anlatmak istediklerini aktarmada yararını göreceği bir haslet. Ancak bu haslet bir sürü tehlike de taşıyor. Şiir, kelimeler aracılığıyla hayatı îmâ etmektir bir yanıyla. Açıkça söylemek İsmail Bingöl’ün bazı söyleyişlerindeki gibi meramını düz haber metni haline de getirebilir. Ancak buna rağmen İsmail Bingöl’ün şu andaki şiir duruşu ilerisi için güven ve umut vericidir. Ben bu güveni onun türkülerle olan münasebetindeki rahatlık ve samimiyete bağlıyorum. Güzel türkü söyler İsmâil.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Panorama / Ay Vakti
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -70 / Şiraze
Bütüncül Düşünce ve Sanat / Necmettin Evci
Tarık Buğra’nın “Yalnızlar” Romanında Birey Yalnız... / İbrahim Biricik
Kaygı Nesneleri / Salime Kaman
Tümünü Göster