–Hocam Mevlânâ ve Mesnevî üzerine yaptığınız çalışmalar, bu konularla ilgilenen herkesçe biliniyor. Bize hem kendinizi tanıtıp hem de bu çalışmalarınızdan biraz bahseder misiniz?
-Efendim çocukluğumdan beri Mevlânâ aşığı idim. Babam bir kasaba müftüsüydü. Sivas’ın Yıldızeli kasabasının müftüsü. Çok kültürlü bir insandı. Hem öğretmen okulunu bitirmiş, hem medresede eğitim görmüş, Arapça, Farsça bilirdi. Şiirleri de vardı, şairdi aynı zamanda. Ben daha ilkokula giderken bana Sadi’den Hâfız’dan, Mevlânâ’dan şiirler öğretti. Küçük yaşlarda iken Farsça’yı da babamdan öğrendim. Rahmetlinin himmetiyle Mevlânâ’yı daha çocuk yaşta tanıdım. Mevlânâ yanlış anlaşılıyor. Yok Reform yapmış, yok şöyle yapmış yok böyle yapmış, onun bazı şeyleri yanlış aksettiriliyor. Bir de hakkında uydurma bir yedinci cilt Mesnevî yazmışlar. Öyle bir Mesnevî yok. Hem Mevlânâ’yı çok seviyorlar, hem de onu sevdikleri için zedelemek istiyorlar. Hâlbuki Mevlânâ; Abdülkadir Geylânî ve Ahmed Rıfâî gibi, Şâh-ı Nakşbend gibi tam Muhammedî yolda büyük bir velî, aynı zamanda büyük bir şairdir. Ben de şiiri sevdiğim için Mevlânâ’nın şiirlerinden küçük yaşta zevk almaya başladım. Daha lisede okurken, hocam Tahirü’l-Mevlevî onun Divân-ı Kebîr’inden şiirler gösterirdi. Kendisinden Mevlânâ feyzi aldım. Sonra seneler geçti Mithat Baharî Hazretleri’nden feyz aldım. Öncelikle Mesnevî’nin çok yararlı çok feyizli bir eser olduğuna inandım. Ve bu eserin feyzine inandığım için ben de bu eseri tercüme edenler arasına karışmak istedim. Uzun seneler hocalık yaptığımdan bir takım tecrübeler edinmiştim.
“Gel İster Mecusi, ister putperest, ne olursan ol gel” sözünü Mevlânâ’ya ait olmadığı halde onunmuş gibi gösterenler olduğu gibi, halkın nazarında Mevlânâ’yı gözden düşürmek için, Mevlânâ’yı diğer velilerden koparmak için, bunlar uydurulmuştur.
Mesnevî’nin rahatça anlaşılması ve okunması için ne gerekiyorsa onu yaptım. Meselâ, tercüme Mesnevî’leri açarsınız bir sayfanın içerisinde çeşitli konulara temas edildiğini görürsünüz. Bendeniz bu konuları başlıklar altında yine Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden başlıklar koyarak, mesela; “sabır nedir?” başlığı altında, burada beş-altı beyit sabırla ilgili Mevlânâ’nın şiirlerinden koydum. Böylece okuyucu orada onu ayrıca görsün rahatça anlasın diye. Sonra anlaşılmayan bazı beyitleri dipnota koydum. Kitabın sonuna koyup ta okuyucuyu zora koşmadım. Mesnevî’de hikayeler birbirine girmiştir. Bendeniz hikayeleri bir araya getirdim. Yine bu hikayelere ve hakikatlere başlıklar verdim. Bu eski insanlar sabırlı imiş, “nerede kalmıştık, filan yerde” der devam ederlermiş. Bugünün insanı sabırlı değil. Ne yapsın şartlar yormuş. Bugünün insanının anlayabileceği şekilde bir Mesnevî tercümesi yapmaya çalıştım. Görüyorum ki okuyanlar da memnun kaldı. Bazıları itiraz etti; “Efendim Mesnevî’nin bunca tercümesi var iken Hoca Şefik niye böyle bir işi girişti” diye. İslam klasiklerinden Şeyh Sadî’nin divanı 48 defa İngilizce’ye ve başka başka dillere çevrilmiştir. Herkesin üslubu, onun kişiliğine aittir. Benim üslubum da kat’iyen metinden, ruhtan ayrılmamak şartıyla bana göre bir üsluptur.Binaenaleyh, bu Hoca Şefik’te tecrübeli bir öğretmen olarak bu şekilde tercüme etti. Allah’ın inayetiyle kitabım tutuldu makbul bir kitap oldu. Tam 19 senemi verdim bu altı cilt Mesnevî Tercümesi’ni telif etmek için.
-Efendim, okuyuculara Hz. Mevlânâ’yı ve eseri Mesnevî’yi nasıl anlatabiliriz? Hz. Mevlânâ nasıl bir insandı, kitabî Mesnevî nasıl bir kitaptır?
-Hz. Mevlânâ’nın büyük bir veli olduğunu söylemiştim. Fakat o aslında büyük bir şairdir de. Düşününüz ki, Mesnevî’sinde yirmi beş bin beyit, Divan-ı Kebir’inde yetmiş bin beyit var. Mevlânâ üslubu itibarıyla, konuları çok tesirli ve açık olarak söylüyor. Tasavvufa ait hangi kitap hangi dilde, Fransızca, İngilizce, Almanca, Türkçe tasavvufa ait kitapları alınız elinize, karıştırın göreceksiniz ki, Mesnevî’den bazı beyitler alınmıştır. Çünkü her konuyu gayet güzel, açık bir şekilde anlatmasını bilen büyük bir şairdir Mevlânâ. Müslümanları ilgilendiren her konuya değinmiştir. Mesela, Mesnevî’de bu zamana kadar gelen ve İslam memleketlerinde mevzu olan bazı konular var. Mutezile’nin kaderi inkar etmeleri gibi. Mevlânâ bu tür inançları açıklıkla işliyor ve reddediyor. Hangi konuya temas etse, o konuyu hoş bir şekilde ifade ediyor. Diyebilirim ki, sadece ben söylemiyorum tasavvufla uğraşan batılılar da bunu söylüyor. Mesela Nicholson diyor ki; “Eğer Hz. Mevlânâ gelmeseydi ve Mesnevî yazılmasaydı, tasavvuf aleminde büyük bir boşluk olurdu.” Mevlânâ’nın kişiliği de böyle eseri de böyle .
Mesnevî’de bazı hikayeler vardır, bazı hakikatler vardır, insanı ruhen yükseltecek insanı insanlar yapacak tabiatlar, davranışlar, güzellikler vardır. Bunların hepsi Mesnevî’de toplanmıştır. Okuyucuyu hikayeleri okurken hiçbir şekilde sıkılmadan, hikayeden hissesine düşeni alsın diye. Yoksa Mesnevî bir hikaye kitabı değildir, Mesnevî bir hakikat kitabıdır. Tasavvufun özüdür. Onun için bir insanın insan olması, gerçek yararlı bir insan, faydalı bir vatandaş olması için Mesnevî okuması lazımdır. Mesnevî’de her şey vardır. Mesnevî adeta bir tasavvuf ansiklopedisi gibidir. Her konuyu işlenmiştir.Sabırla dikkatle okuyan ondan çok yararlanır. Ama şunu da itiraf etmek lazımdır ki, herkes Mesnevî’yi anlayamaz. Nitekim Mevlânâ da Mesnevî’nin birinci cildinde, önsözde “Ruhen gelişmemiş kişiler Mesnevî’yi ellerine almasınlar.” diyor. Ben bunu şahsen denedim, akrabalarımdan yakınlarımdan hatta öğretmen olan kişilere Mesnevî verdim, bir iki saat okuyup iade ettiler. “Bundan bir şey anlayamadık!” dediler. Gönülleri uyanık değil. Nasıl Mevlânâ, insan-ı kâmilin sembolü olan ney’in ağzından söyler ve “İçi yanmamış kimse bizim derdimizi anlayamaz.” derse, Mesnevî’yi anlamak ve ders almak için de gönül sahibi olmak lazımdır. Ama gönül sahibi olan bir kimse ondan çok şey öğrenir. Bütün velilerin eserleri böyle ve değerlidir. Hatta Mevlânâ’yı ve Mesnevî’yi sevenler “Mevlânâ hakkında ne söyleyeyim o bir peygamber değildi ama kitabı vardır.” derler.
Mevlânâ’ya gelince; şunu belirteyim ki, Mevlânâ, Mevlevî değildir. Mevlevîlik Hüsameddin Çelebi ve Sultan Veled tarafından tesis edilmiştir. Mevlânâ, babasının tarikatindendi. Babası da büyük veli Necmeddin-i Kübrâ Hazretlerinin tarikatindendi. Onun için Hz. Mevlânâ Kübreviyye tarikatindendir. Fakat Mevlânâ aslında tarikat taraftarı değildir. “Bizim tarikatimiz, tarikat-ı Muhammediyyedir, bizim yolumuz ilahî yoldur.” der. Yanlış anlaşılmasın, Mevlânâ zaman zaman Mesnevî de, bozulmuş Muhammedî yol dışına çıkmış bazı tarikat mensuplarını teşhir eder. İki genç hikayesi buna bir örnektir. Ama ona nispetle kurulan Mevlevîlik tarih boyunca çok feyizli bir tarikat olmuş, Mevlevî dergahlarından nice şairler, musikişinaslar ve alimler yetişmiştir.
-Efendim sizler Hz. Mevlânâ yolunda yetişmiş birçok zevat ile hemhal oldunuz ama herhalde bunlardan en önemlisi sizin de hocanız olan Tahiru’l-Mevlevîdir. Biraz bize bu zattan ve onunla nasıl tanışıp kendisine talebe olduğunuzdan bahseder misiniz?
-1927 yılında Kuleli Askeri Lisesi’ne girmiştim. İkinci sınıfta iken okul kütüphanesinde Süleyman Nazif’in “Batarya ile Ateş” isimli eserini aldım ve okumaya başladım.Eserde Şeyh Şamil’den bahseden üç sayfalık kısım beni çok etkilemişti. Hele eserde bulunan Şeyh Şamil’in üzerinde fişeklik bulunan elbisesiyle çekilmiş fotoğrafı benim heyecanımı artırmıştı. Tek başına Ruslara kan kusturan bu kahramana hayran oldum. Bugün de Şeyh Şamil’in torunları Çeçenistan’da aynı mücadeleyi veriyorlar.
Bu zatı daha yakından tanımak için onunla ilgili bir kitap bulurum ümidiyle hemen kitapçılara koştum. Sahaflarda Hulusi Bey’in dükkânına uğradım. “Amca ben Şeyh Şamil hakkında kitap almak istiyorum” deyince merhum bana şu karşılığı verdi: “Oğlum Şeyh Şamil hakkında Tahiru’l-Mevlevî bir kitap yazmıştı ama şu an mevcudu bulunmamaktadır. Çünkü Enver Paşa bu kitabın bütün mevcudunu toplatıp Kafkasya’ya gönderdi. Müellife git, rica et sana bir tane versin”
“Efendim ben Tahiru’l-Mevlevî’yi tanımıyorum ki, nasıl isteyeyim” deyince, “Canım bunda ne var, hemen şuradan tramvaya bin, Aksaray’a git. Tahiru’l-Mevlevî’nin evini kime sorsan sana gösterir.” dedi. Gittim, hocamın evini buldum. Kapıyı çalınca karşıma sivri sakallı bir zat çıktı. Kendimi tanıttım, meramımı arz ettim. O da bana aynen şöyle dedi: “Enver Paşa hepsini Kafkasya’ya gönderdi. Bende de sadece bir nüsha mevcut. Gel, yukarı çık, oku.” “Efendim, ben ta Kuleli’den geliyorum. Burada kitabı okumama imkan yok, bana bir haftalığına ödünç verseniz de okuyup size iade etsem” dedimse de “Evladım, kusura bakma, ben kitap veremem” deyip kestirip attı. Tabi ki ben çok üzüldüm teşekkür ettim ve ayrıldım.
Aradan yıllar geçti. Okulumu bitirdim, Harbiye’yi bitirdim, o sırada askeri öğretmen sınıfı ihdas edildi. Ben de babamdan gelen kitap sevgisiyle öğretmen olmak istedim. Ama bazı engeller vardı, Darülfünun’dan mezun olmak gibi. Uzatmayayım, gizlice buraya girdim, fark ettiler, tayinimi Vize’ye çıkardılar, tahsilim yarım kaldı. Daha sonra Allah nasip etti, askeri okullara öğretmen alındığını duydum, bunun için üniversite imtihanına girmek gerekiyordu.”Öğretmen olmak istiyorum” diye Milli Savunma Bakanlığı’na dilekçe verdim. Dilekçem kabul oldu, Vize’den İstanbul’a gelip Darülfünun Edebiyat Fakültesi’nde imtihan verdim ve muvaffak oldum. “Hocalık yapabilir” diye bir ehliyet aldım ve Kuleli Askeri Lisesi’ne tayin oldum. Hem de Tahiru’l-Mevlevî maiyetinde staj görmek üzere… Tahiru’l-Mevlevî o zamanlar hem Darüşşafaka’da hem de Kuleli’de derslere gidiyordu. İşte böyle bir emir alınca, “Bana bir haftalık için kitap vermeyen bir zatın yanında nasıl stajımı tamamlarım diye düşünmeye başladım. Durum hocaya bildirilince o da “Keşke bu yeni stajyeri başka hocanın yanına verselerdi, kim bilir ne aksi bir teğmendir.” demiş. Yani o beni istemiyor ben de onu.
Kalktım Kuleli’ye gittim, kağıdımı okul müdürüne verdim. Müdür, Tahiru’l-Mevlevî’yi çağırdı ve “İşte senin yanında staj yapacak teğmen” dedi. Beraberce öğretmenler odasına gittik, odaya girince çok utandım, çünkü oradaki öğretmenlerin hemen hemen hepsi benim hocamdı. Talebe gibi bir köşeye iliştim.
Hiç aksatmadan hocamın derslerini takip etmeye başladım. Boş zamanlarımızda kendisine bir şeyler soruyor, ondan azami istifadeye çalışıyordum. Zamanla o bana ısındı ben de kendilerini pek sevdim. Beni zaman zaman evine götürmeye başladı. Bir gün evinde misafir iken yıllar önce yaşadığım hadiseyi hatırlatıp; “Hocam falan sene sizden bir kitap istemiştim siz de vermemiştiniz.” dediğim de güldü ve bana kitaplığının üzerinde yazılı duran bir levhayı gösterdi. Levhada şöyle yazıyordu: “Kitaplar benim sevgilimdir. Kim sevgilisini muvakkat bir zaman için başkasına verir.”
Kendisiyle olan münasebetimiz bir baba-evlat gibi idi. Birçok hatıramız olmakla birlikte burada şunu zikretmeden geçemeyeceğim. Tahiru’l-Mevlevî çok nükdedan ve zeki bir zattı. Yanında staj yaptığım sıralarda öğle vakitleri bazen okulun önündeki çınar ağacının altına oturur, yemek yer kahve içerdik.Bir gün okulun çoğu hocalarıyla birlikte oturduğumuz bir sırada, okulun Sadık adındaki doktoru yanımıza geldi. Nef’î’nin ünlü şu hicvini okudu:
Tahir Efendi bana kelp demiş
İltifatı bu sözde zahirdir
Maliki mezhebim benim zira
İtikâdımca kelp tahirdir
Tabi ki merhum Tahiru’l-Mevlevî durumu hemen, anladı ve dedi ki; “Vallahi Sadık Bey, köpeğin tahir olup olmadığı hususunda ihtilaf vardır. Ama sadık olduğunda kimsenin şüphesi yoktur.”
-Efendim, söz uzuyor ama siz Tahiru’l-Mevlevî’den başka Türk kültür ve edebiyatından birçok zât ile görüştüğünüzü biliyoruz. Kısaca da olsa bu zâtlardan bahseder misiniz?
-Hocam Tahiru’l-Mevlevî’den başka, İbnülemin Mahmut Kemal İnal Bey’in Mercan’daki sohbetlerine devam ettim, M. Akif Ersoy’u tanıdım, Sahaflar şeyhi Muzaffer Ozak, meşhur kitabiyat bilgini Raif Yelkenci, Rizeli Hulusi Efendi dostlarımdı. Mevlânâ aşığı Yaman Dede, yine Mevlânâ muhiblerinden Münevver Ayaşlı, Ayten Lermioğlu ile İsmail Hami Danişmend hocanın Taksim’deki evinde yaptığı sohbetlerde tanıştık.Efendim bu bahisler uzar gider. Siz istediniz diye kendimden bahsediyorum. Bendeniz sadece Hz. Mevlânâ yolunda onu Mesnevî’sini dostlarımla yıllardır yapa geldiğim gibi Mesnevî dersleriyle paylaşmaya çalışıyorum. Cenab-ı Hak ne kadar müsaade ederse bu dersleri devam ettirmeye çalışacağım. O bana ne zaman “Gel” derse “Eyvallah, semi’nâ ve eta’na” diyeceğim.
İlim bir lücce-i bî-sahildir
Anda âlim geçinen câhildir.
“İlim bir kıyısı olmayan denizdir, orada ben biliyorum diyen cahildir” sözü gereği cahil olduğumu biliyorum. Ne gariptir ki böyle cühela devrinde beni adam yerine koyup geliyorsunuz.
-Estağfirullah. Efendim tekrar Hz. Mevlânâ bahsine dönmek istiyorum. Mevlânâ’nın hayatına baktığımızda Hz. Mevlânâ, Şems-i Tebrizî ile bir değişiklik yaşamış gibi görünüyor. Hz. Şems’in Hz. Mevlânâ üzerinde ne gibi bir tesiri olmuştur?
-Şimdi, Şems gelmeden evvel Hz. Mevlânâ tam bir müderris, şeriata çok bağlı bir fakih idi, Şems de büyük bir âlim büyük mutasavvıftır. Fakat onun bazı rindane edaları, bazı gösterişi sevmeyen davranışları vardı. Onlar Mevlânâ’nın üzerinde tesir yaptı, fakat Mevlânâ’yı öyle sanıldığı gibi şeriattan ayırmadı. Mevlânâ tam manasıyla şeriat yolundadır. Hz. Mevlânâ bunu teyit için der ki; “ben yaşadığım müddetçe Kur’an’ın kulu kölesiyim, Hz. Muhammed’in ayağını bastığı yerin toprağıyım.” Böyle bir kişi şeriatın dışında olamaz. Yalnız, Şems’in tesiriyle rindane bir edâ kazandı ve Divân-ı Kebîr’deki coşkun şiirleri söyledi. Semaya başladı, bunlar Şems geldikten sonra oldu. Şems de büyük bir zât, yanlış anlaşılmasın. Onun Makalat isimli bir kitabı vardır. Makalat’a bakıp da Şems’i içindekilerle kıyaslamayın. O kitaba sonradan bazıları tarafından ilaveler yapılmış, içerisinde Şems’e ait görüşler var fakat Şems’i yanlış anlatıyor, onu okuyunca Şems sanki acayip bir adam, tuhaf bir derviş gibi geliyor. Halbuki o, Mevlânâ’nın dostu ve onun gibi tam şeriatın yolundadır.Her ikisi de peygamberin aşığı iki velidir. Mevlânâ Şems’de, Şems de Mevlânâ’da kendini bulmuştur.
-Hz. Mevlânâ Şems’de ne buldu? Acaba gerçek zahidliği, dünyayı bir yana bırakmayı ve dünyanın geçiciliğini mi buldu?
-Şems’de her şeyden önce Cenab-ı Hakk’ın sevgisini sezdi. Ve “Şems bir bahane idi” diyor. Onun için biraz önce arz ettiğim gibi, Şems şeriatın dışında bir sufi değildi. Bazı hareketleri yanlış aksediliyor. İşte Mevlânâ’yı da bu yanlış aksettirmeye uydurarak, gerçek Mevlânâ’yı gizlemek istiyorlar. İkisi de tam Muhammedî yolda, ikisi de tam İslamî akideleri taşıyan birer veli idiler. Yalnız onların bir takım halleri, şeriata çok ve şekle çok bağlı bazı kişiler tarafından yanlış tefsir edilerek, etrafa yanlış anlatılmıştır. Benim şahsi kanaatim bu yöndedir.
-“Mevlevîlik içinde Şems ve Veled kolu vardır. Her iki kol da ayrı ayrı anlayışları barındırmaktadır” denilir. Bu konu da ne düşünüyorsunuz?
-İnsanlar kendi meşreplerine kendi inançlarına göre gerçeği çekip götürürler. Şimdi, Mevlevilik içinde Şems kolu, Veled kolu diye iki ayrı koldan, iki ayrı anlayıştan bahsedilir. Hatta Şems kolu mensupları, akşamları çeker, demlenir. Adeta Bektaşî gibi yaşar denilir. Bunların Mevlevîlikle alakası yoktur.
Mevlevilikte aslında, ne Şems kolu ne Veled kolu vardır. Yalnızca Muhammedî yol vardır. Mevlânâ’nın torunlarından Ulu Arif Çelebi, bir ara İran’a gitmiş, orada içkiye alışmış, bu onun şahsi bir halidir. Bunu Mevleviliğe bağlamak doğru bir şey değildir. Tekrar ediyorum Mevlânâ, diğer veliler gibi sünnet-i seniyye’ye tamamıyla bağlı, tam bir İslam sufisi, büyük bir insan, büyük bir velidir. Hakkında söylenen laubalilikler hep uydurmadır.
-II. Mahmud döneminde Bektaşîliğin lağvedilmesi ve Bektaşilerin Mevlevîliğe sızmasıyla Mevlevîlik bu yönde nasıl etkilenmiştir? Yani rind meşrebe kayış bu tarihten sonra mıdır?
-Daha evvel başlamış bu durum. Eskiden, Hz. Peygamber’den hemen sonra, onun işaret ettiği gibi yetmiş üç fırka ortaya çıkmıştır. Sadece bunlardan bir yol, ehl-i sünnet yoludur. Ötekiler sapık yoldur. Mevlevîlikte de durum böyledir. Bektaşî tekkelerinin kapatılmasından sonra iş büsbütün çığırından çıkmıştır. Bektaşî dedelerinin bazıları canlarını kurtarmak için Mevlevî dergahlarına sığındılar. Ve Mevlevî dedeleri de onların tavırlarından etkilendiler. Ben yakın zamanlara kadar öyle Mevlevî büyükleri tanıyorum ki, “sarhoş olmamak şartıyla içki içmek günah değildir” derlerdi. Hz. Mevlânâ öyle mi idi? O’nda rindane bir eda vardı fakat bu şekle bağlı kalmamayı teşvik eden bir eda idi. Zühdün tamamıyla içinde olan bir eda. Herkes bunu anlayamaz. Mevlânâ der ki “Biri bana sordu: Âşıklık nedir diye ona dedim ki: Benim gibi olursan anlarsın.” Mevlânâ Divan-ı Kebir’de; “Bazı coşkunlukla söylediğim sözlerden bazen pişman oluyorum fakat ne yapayım ki, kader yolumu kesti” diyor. İşte o coşkun şiirler Şems’in tesiri ile söylenmiştir. Fakat coşkun şiirlerde de ne şeriata aykırı bir hâl vardır ne de tasavvufa. Sadece Tasavvuf içinde vahdet-i vücud görüşünün terennümü vardır. Yoksa hiçbir zaman Mevlânâ şeriata aykırı şiir söylememiştir. Şeriata aykırı bir şiir varsa o Mevlânâ’nın değil, uydurmadır. Nitekim İranlı bir şair olan Hidayet Han, Mevlânâ’nın eseri Divân-ı Kebir’in içine Hz. Mevlânâ’ya ait olmayan Alevi, Şii sözleri doldurmuş, Mithat Baharî Hazretleri de zamanın Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in emriyle bu kitabı “Divân-ı Kebir’den Seçmeler” adı altında olduğu gibi tercüme etmiş, orada sık sık “Ali şöyle idi, Ali böyle, Ali… Ali.. Ali…” der. Kitabı okuyanlar da: “Mevlânâ Alevî imiş, Mevlânâ da Bektaşîler gibi imiş” demişlerdir. Hayır efendim, onlar Mevlânâ’nın şiirleri değildir.
Hülasa Mevlânâ, sık ifade ettiğim gibi Muhammedî yolda kendini peygamberin kulu kölesi gören ve hayatını bu yolda şekillendiren diğer İslam velileri gibi bir velidir.
–Efendim bu sohbet için teşekkür ediyoruz. Sizleri yorduk.
-Estağfurullah ben teşekkür ediyorum. Zahmet edip geldiniz. İnşallah hepimiz Hz. Rindâne’nın şefaatine ve himmetine nail oluruz.