Sanat kelimesi, Arapça’da Sun‘ kelimesinden türetilen çoğul bir yapıda iken Türkçe’de tekil bir durumu karşılayan terim olmuştur. Sun‘ kelimesi Şemseddin Sami’nin Kamus-i Türkî’sinde “yapış, iş, kar, amel, eser” olarak geçer. Sanat ise Sun‘ kelimesinin çoğulu olup yine Şemsettin Sami’nin belirttiğine göre “İhtiyacat-ı beşeriyyeden birinin ‘âmâlı hususunda mümarese ile öğrenilen ve icra olunan iş. Dülgerlik, kuyumculuk.” Olarak geçer. Sözlükte yine müellifin bildirdiğine göre sanatın ikinci manası ise ustalık hüner, marifet gibi anlamlara gelir ki Farsça karşılığı hüner, sanatçı ise hünermend olarak karşılanmıştır.
İngilizcede ise sanatı art kelimesi karşılar. Yine Batıda sanat kelimesi denilince şu anlaşılır: Estetiğin ve orjinalliğin genellikle ön planda olduğu bir algılama ve anlatma biçimi ile düzenlenmiş eserlerden meydana gelir. Yine batıda varoluşçulara göre Sanatın oluşabilmesi için kaos olması lazım. Kaotik yapılanmalar içerisinde insanlar, doğada karşılığını bulan bazı irrasyonel sayılar keşfetmişler ve bunları gizem ve mistisizmle bezemişlerdir. Bulunan irrasyonel sayıların var olma sebebi veya kaosunda kendi içerisinde yokmuş gibi görünen ama belli bir sistematiğinin de olduğunu hissettirmesi ya da var olma olasılığının ortada olması asıl meseleyi oluşturmaktadır. Var olma meselesinin çözümsüzlük içermesi aynı zamanda, insanlığın onu çözme iştahını da kabartmakta ve gelişimi sürekli kılmaktadır.
Aristo, Sanat ve öğrendiğimiz şeyler, ancak, doğa’yı tamamlamak içindir, der. Bir tablonun, bir heykelin, bir şiirin ilkel maddelerini tabiat verir; insan da bu maddeleri işler, ruhunun isteklerini doyurmak üzere sıralar, sanat yapar… İnsanlar, bazen görünenleri gerçekte oldukları gibi değil de görmek istedikleri gibi görmek illetine de müptelâdırlar…
Güzel sanatlar, hitab ettikleri duyulara ve eserlerinin zaman veya uzay çevrelerinde yerleştiklerine göre, ikiye ayrılır: Fonetik sanatlar (edebiyat, musiki) ve Plâstik sanatlar (resim, heykelcilik, mimarlık) gibi. Bunlar estetiğe bağlıdırlar.
İki güzellik vardır: İnsanın doğada bulduğu güzellikle, kendi yarattığı güzellik. Berikine olan hayranlığını da, ötekine olan hayranlığını da aynı sıfatlar belirtir, ister görünüm, ister tablo, ister ağaç, ister tapınak olsun, her zaman, her yerde aynı şeylere hayran olsaydı, hiç bir güzellik kalmayacaktı. Ama durum hiç de böyle değil: güzellik fikri zevklerle birlikte, yani iklimlere, çağlara, hattâ bireylere göre değişir gibi görünüyor. Estetikler alışkanlıktan, eğitimden çıkıyor. Zıt denilebilecek derecede ayrılıyorlar birbirlerinden. Her kültür insana, gizliden gizliye, söylenmemiş eğilimler aşılıyor, o da bunların doğal olduklarına, tarihten ya da okuldan geldiklerine inanıyor. Çevre, ancak görüş tarzına etkide bulunan, gizli yeğlemeler aşılayan bir perdenin ardından fark edilir.
Her geleneğin uyuşmaz yığınları içinde çözülebilir kalacak kadar canlı ve güçlü olan bu evrensel, ortak dayanak noktası, olsa olsa doğanın kendisi olabilir. Ondan yola çıkarak, en farklı estetikler birbirlerini tamamlarlar. Güzelliğin kavranılabilir tek kaynağını doğal görünüşler meydana getirir. Doğal olan ya da doğaya göre donanan, doğanın biçimlerini, oranlarını, düzenlerini yeniden meydana getiren ya da benimseyen her şey güzel sayılır, güzel diye duyulur. Güzellik izleminin başka kaynağı olamaz. Gerçekten de, insan doğanın karşısında değildir, kendisi de doğadır: madde olarak, hayat olarak, evreni yöneten fizik ve biyolojik yasalara bağlıdır. Bunlar içine işlerler, onu düzenlerler. İnsan bunlarla birleşir, ya da, hiç değilse, bunlardan ayrılamaz.
İnsan, güzellik ölçülerini yalnız doğadan çıkarır. Her sanatçının başka şey yapmak ve daha iyi yapmak, taklide, kopyaya yanaşmamak istemesini, öze gitmek, ilkel ve temel uyumları bulmak istemesini anlarım. Ama bunlar, ne kadar şaşırtıcı olurlarsa olsunlar, sanatçı gene de doğanın en son tutumluluğunu, tükenmez derinliklerini yaydıklarını umar. Gelenek ve görenek de güzelliğin ölçülerini belirlemede tabiatta ki kadar olmasa da bu ölçüleri belirlemede etkilidir.
Doğada, tam anlamıyla çirkinlik, ancak iş yapabilecek bir varlık, kendi başına, onu değiştirmek isteyip de yaptığında başarı gösteremediği zaman belirir, insan, yarattığı zaman yanılabilir, çünkü başarması mümkün olunca, başarısızlığa uğraması da mümkün olur. Görünümler ilgi çekmekten uzak, can sıkıcı olabilir. Kendi başlarına, çirkin değildirler. Ama insan, dinlendirici, büyüleyici, hayranlık verici bahçeler meydana getirmesini biliyorsa, en güzel yerlere reklâm panoları, fabrikalar, garlar, biçimsiz yapılar sokarak onları çirkinleştirmesini de bilir. Doğanın yanılmazlığıyla desteklenmeyen her ekleme tehlikelidir. Sanat başlayınca, hesaplar, yanılma, yanılmama şansları da başlar.
Güzeli, güzelin üzerimizdeki etkilerini konu olarak alan felsefe koluna estetik adı verilir. Gerçeğe erişmek için akla mantık nasıl yol gösterirse, güzeli bulmak için de estetik duyguya öyle yol gösterir. Sanatı her türlü fikir, ahlâk, fayda gibi amaçlardan uzaklaştırarak onu sırf bir duygulanma aracı sayan kurama Estetikçilik; güzelden anlayıp güzel şeyleri iş edinen kimseye estet; güzellik duygusu ile ilgisi olan veya estetik bilimin kurallarına uygun bulunana da estetik, bediî, bediiyat denir.
Estetik konusunda yüksek lisans dersi veren Prof. Dr. Muhammet Nur Doğan, bu kelimeyi est ve etik kelimeleri olarak ikiye ayırır. Ve bu konuda güzelliğin ahlak ile bütünleşmesi sonucu ortaya bir estetik felsefesi çıktığını ve bu felsefenin salt güzellik anlamında olmadığını mesela bir altının, bir mücevherin mahfazasında saklandığı gibi güzelliğinde bu korumaya ihtiyaç duyduğunu belirtir.
Bediî, divan edebiyatında, söz estetiği, benzeri olmayan anlamlarına gelir ki, maani, beyan’dan sonra belâgat’ın üçüncü bölümüdür. Sözün, süslenmesi, sözün güzelleştirilmesi en belirli konusudur.
Güzel sanatların konusu; tabiat varlıkları, toplum olaylarıdır. Bilgi, görgü, duygu, düşünce güzel sanatları yaratan temel öğelerdir. Düşüncelerle duygular, özellikle, anarşiktir. Genel olarak, karma karışık olan insan ruhuna, işte ancak, güzel sanatlar bir biçim verebilmektedir.
Sanat eserlerinde hayallerin oynamış olduğu rolü herkes bilir. İnsanların pek büyük bir kısmı, etraflarını saran bir sis ve bulut içinde yaşarlar. Bugünkü psikoloji, bu hayallerin insan hayatına dış dünyada mevcut varlıklardan çok daha fazla tesiri olduğunu ortaya koymuştur. Biz daha çocukluktan itibaren, dış dünyaya, insanlara ve hattâ kendi varlığımıza bir takım hayaller arkasından bakarız. Fakat bunların hayal olduğunu umumiyetle fark etmeyiz. Hakikat sanılan birçok vehimler ve zanlar ömür boyu devam eder. Bazan da derin bir ihtiyaçla içimizde veya etrafımızda teselli edici hayalleri besleriz. Beşeri kültürün pek büyük bir kısmı, hakikat zannedilen hayallerden ibarettir. İlim, bu zan ve hayallerin düşmanıdır. O kendisine has tahkik vasıtalarıyla bunların boş olduklarını ortaya koyar. Fakat insanoğlu uyumaya ve rüya görmeye ne kadar muhtaç ise, hayallere de o kadar muhtaçtır:
“İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar” diyen Yahya Kemal, aslında derin bir hakikati ifade etmemiş midir?
Sanat, klasik zamanlarda nasıl yorumlanmış sorusu cevap arayabilir miyiz? Bence hayır çünkü bu zamanlarda sanatı bizzat yaşanılmış, anlatılmamıştır. Ama yine de bir örnekle hadiseyi müşahhas kılalım. Fuzuli’nin sanatı: güzellik, mecaz ve hakikat fenomenlerine dikkat edelim. Ne söylüyor? Fuzuli;
“ Ger derse güzellerde vefa var
Aldanma ki Şair sözü elbette yalandır.”
“Güzeller de vefa var” Böyle olması doğrudur. Güzellerin de vefalı olması, yanlış bir şey değil; Aksine doğrudur! Yani Fuzuli ilk mısrada ‘doğru’ sunu söylemiştir! İkinci mısraya gelince; “Aldanma ki şair sözü elbette yalandır” Fuzuli yine ‘doğru’ söylüyor! Çünkü ilk mısrada söylediği ‘doğru’ hayatın içindeki gerçeği yansıtan bir saptama değildir. Fuzuli şunu söylüyor; “İlk mısrada söylediğim ‘doğru’yu ‘gerçek’ zannetmeyin!” Niye, Bu söz şairlerin sözlerinin yalan olduğunu değil ama kendi sözünün yalan olduğunu söylüyor bize. Yani Fuzuli dediğiniz gibi söylenen bir gerçeği doğrulamıyor da yalanlıyor. Şiir’de ki “yalan” sözcüğü, “gerçek değil” anlamında kullanılmıştır. Malumunuz, sözün lafzi anlamı dışında, mecazi, zımmi, hükmi anlamları da vardır. İşte sanat bu gerçeklikten mecaza doğru yol alan hakikatler arasından doğar.
Gerçek diye alelade hayat manzaralarını tasvir edenler, tarihî ve çağdaş sanatın mânasını anlamamış insanlardır. Kalıplaşmış ideolojiler, basma kalıp ifadeler sanatın düşmanıdır. Sanatçı, Yunus’un söylediği gibi, “her gün yeni doğan”, bıkmayan ve bıktırmayan yaratıcı şahsiyettir. Ya da Mevlana’nın “Yeni şeyler söylemek lazım Cancağzım” Onu ne örf ve âdet, ne din, ne ideoloji, ne ilim, hattâ ne de dil bağlar. O, kelimenin en geniş mânasıyla özgürdür.
Eğer yaratıcı dehalar olmasaydı, insanlar da nebatlar ve hayvanlar gibi aynı şeyi tekrarlardı. Halbuki insanoğlu bu dünyaya kâinatın sırlarını keşfe ve yeni dünyalar yaratmaya gelmiştir. İlk çağlarda olduğu gibi bugün de sanatçının vazifesi; karanlığın, bilinmeyenin içine dalmak ve meçhullerden haberler vermektir.
Büyük filozof Eflatun’un Mağara İstiaresini çoğumuz biliriz. Bu istiareyi aslında sanat’ı anlatmak ve anlamak adına yorumlayabilir miyiz? Şöyle ki; insan, bir mağarada bulunmaktadır. Sırtı mağaranın çıkışına dönüktür. Ve arkasından ışık vurmaktadır. Bu durumdaki insan, mağaranın karşı duvarında arkasından vuran ışığın meydana getirdiği gölgeleri görür. Bu gölgeler arkadan vuran ışık sayesinde oluşmaktadır. O ışık olmasa bu gölgeler de olmayacaktır. Ama ışığın aslı mağaranın dışındadır. Eflatun, bu istiaresinin manasını gizli bırakmaz. Burada mağara ile anlatılan şey, insanın içinde yaşadığı dünyadır. Mağaranın duvarında görünen gölgelerse dışarıdaki gerçek dünyadaki düşüncelerin insan tarafından algılanan biçimleridir. Düşüncelerin ve dünyanın aslı bizim içinde bulunduğumuz dünyanın dışındaki bir yerdedir. Asıl gerçeklik oradadır. Yani sanat oradadır.
Muhtemelen Eflatun’un Mağara İstiaresini bilen Ali Şeriati, “Sanat” adlı eserinde sanatı tanımlamak için yukarıdaki istiareye müteradif bir felsefe geliştirir. Bu da “kapı ve pencere” felsefesidir. Şeriatî’ye göre Din; kapı Sanat; penceredir. Dinin “olması gereken” başka bir dünyaya aralanan bir kapı olduğu anlaşılmış bulunmaktadır. Sanat ise penceredir. Sanat, “biz bu dünyaya ait varlıklarız; başka bir yere gitme imkânımız yoktur; herhalde burada bulunmaya mahkûmuz.” Diyerek, bakma ve görme yoluyla ideal dünyayı ideal olmayan kötü dünyanın içerisine getiren bir pencere açıyor. Bir başka ifade ile irfan, “olması gereken” bir dünyaya aralanan kapı, sanat da bu dünyaya açılan pencere durumundadır.
İşte bu sebeple insan devamlı olarak bulunduğu hapisten kurtulmanın yollarını aramakta; bir kaçış yolu bulmak için dünyanın duvarlarını tırmalamaktadır. Bu yüzden insanda kaçış arzusu, bir pencere açma arzusu an be an şiddetlenmektedir. Bu durum insanda doğanın yerine getiremediği arzuların bulunduğunu gösterir. Bu arzuları üreten ya sanatçıdır; ya da insanın kendisini gurbette hissettiği ve bulunmaya değmeyen bir yerden kaçmanın yollarını gösteren dindir. Bu, tarih boyunca hem edebiyatın ve sanatın hem de materyalist ya da dini felsefelerin doğu ve batı dinlerinin temelinde yer alan bir anlayıştır. İnsan sürekli olarak fizik ötesi bir dünyayı düşünmektedir. Bir kimse sanatsal bir faaliyette bulunuyorsa bunun nedeni o kimsenin gerçeklikler dünyasındaki eksikliklerden ve yokluklardan sıkıntı duymuş olmasıdır. Süsleme, dekorasyon, mimarlık vb. şeylerdeki eksiklikleri hisseden insan bunları gidermek ister.
Ali Şeriati, Eflatun’dan dolaylı ama Aristo’dan belirgin bir şekilde devşirdiği bu düşüncesini Sartre’nin “Varoluşçuluk” Egzistansiyalizm felsefesiyle de geliştirmiştir. Ekzistanyalist filozoflar, insan varlığındaki bu, «kendi kendini ve varlığı aşma» meselesi üzerinde çok durmuşlardır. İnsan ruhu mahiyeti itibariyle metafizik bir varlıktır. Alelade hayat onu tatmin etmez. Bütün dünya dinlerinde bir «öte» fikrinin bulunması bundan dolayıdır.
İtiyadlar, örf ve âdetler, naslar ve ideolojiler, insanların duygu, düşünce ve hayal güçlerini kökleştirirler, basma kalıp hale getirirler. Doğru olsalar bile, kitaptan öğrenilen fikirler de etrafımızda bir duvar örerler. Hakikî ilim adamlarında görülen canlılık, sahip oldukları doğru fikirlerden değil, araştırma iştiyakından ileri gelir. îlim adamı da sanatçı gibi, meçhuller peşindedir. Yine Yahya Kemal ne güzel söylemiştir :
«Ruh, ufuksuz yaşamaz.»
Can sıkıntısı, bezginlik, bedbinlik; hayalî veya hakikî maceralar vadeden meçhul bir ufka doğru gidememekten, kararmaktan doğar.
Sanatın rolü, bize o ilk çocukluğa has şiir ve esrar dolu dünyayı vermektedir. Güzel bir şiir adetâ kanımızı tazeler. Güzel bir resimde dünyayı başka bir renk, başka bir ışık içinde görürüz. Musikinin bizi çağırdığı âlemleri ise dil ile tasvire imkân yoktur. İhtişamlı bir mabede girince, bütün benliğimiz değişir.
İşte sanat eseri, insan ruhundaki bu derin temayülü tatmin eder. Bu manada her sanat eseri metafiziktir. Modern resim, modern musiki, modern şiir, modern roman, modern mimarî, modern teknik ve modern ilim hep böyle alelade gerçeği aşma çabasıyla doludur.
Ülkemizde sanat hakkında yerli ve özgün düşünceye sahip düşünür şüphesiz Sezai Karakoç’tur. Karakoç, “kaçsa da, inkar etse de sanat, hep Tanrı’ya doğrudur.” Der. Üstad, sanat olunca hemen ikinci kelimesi “din” oluyor. İnsan bizzat kendisini Tanrı’nın eşsiz sanatından bir örnektir der. Bu ölçüden yola çıkan düşünürümüz, batı düşünürleri Neitche’den başlamak üzere, Heidiger, Sartre Camus, Freud, Comte, Gide, Dostoyevski, Kierkeard ve Tolsto’ya kadar götürür ve bunlar arasında gerçek bir Hristiyan olarak kalmayı başaran Tolst’oyun sanat hakkındaki görüşlerini önemser. Mesela Karakoç, Ali Şeriati kadar Sartre’nin fikirlerini heyecanla işlememiştir. Ona göre Sartre ateisttir. Ve Sanatı dinden ayırmaya çalışmaktadır. Oysa Karakoç, sanatın ortaçağdan başlayarak günümüze kadar dini heyecanlardan aldığını söylemektedir. O, Hıristiyan Batının sanat tarihini incelerken şu sonuçla karşılaşmıştır. Batı’da önce sanat din için kullanılmak istenmiştir. Daha sonra din, sanat için kullanılmıştır. Bu yüzden Dostoyevski’yi ömrü boyunca Allah’ı bulmayı amaçlayan bir roman yazmak ihtirasını taşıdığı için eleştirir.
Karakoç, üstadı Necip Fazıl’ın sanat hakkında yaşadığı macerayı yaşamamıştır belki ama hissetmiştir. Bu yüzden Necip Fazıl’ın “anladım ki sanat Allah’ı aramakmış” düsturundan dışarı çıkmamış ve “sanat, bir Tanrı bağışıdır ve sanat da hayat gibi Allah içindir” cevabını vurgulamıştır.
Hakikaten insanoğlu, sanatta ilerledikçe mücerred kavramlara yöneldikçe onun için din ihtiyacı gözle görülür bir hal alacaktır. Sanatın da sanat adamının da var oluş şartlarından biri çile değil midir? Sofilerimiz de Yaradılanı sevdik Yaradandan ötürü derken yüce varlık için çileye girmiyor mu? Sanatçı da sufi gibi sanatın sırrına ermek adına hakikatın sırrına ermek her yolu deneyecektir. “Araya araya bulacak izini Onun.” Karakoç, Sanatçı için ne maddi imkansızlık, ne şu ne bu… Onu ilgisizlik öldürür, der. Şeyhin müridine verdiği ilgiyi sanatçı okurundan, yöneticisinden. Kısacası halkın hepsinden ister. Yine de sanat ve sanat eseri için sanatçıya sabır telkin edilmeli diyor düşünürümüz.
Sanatkar eserini ortaya koyarken realiteyi büzmeli diyen Karakoç, ondan yeni şekiller çıkarmanın peşindedir. Eser tabiatta yeni bir maya koymalı çünkü. Bu yüzden sanat eseri yaratılanın taklidi değil, yaratışın taklididir. Sanatkarın işi, tek ve gerçek olan yüce Yaradan’ın yaratışını taklit etmektir. Yoksa eserde değer kaybı oluşur.
Buraya kadar sanat, sanatçı ve eser üzerinde söylenenleri Karakoç’un perspektifinde “Sanatın Amentüsüne” dönüştürebiliriz:
-Sanat eseri insanı değiştirmeli, çarpıp büyülemelidir.
-Özde iç realiteye, sanatçının içinden kopup gelen gerçekliğe, teferruatta da dış realiteye uymalıdır.
-Sanatçı, dış dünyayı, yaşadığımız hayatı olduğu gibi aktarmamalıdır. -Sanat, yaratılanın değil, yaratışın taklidi olmalıdır.
-Sanat ne hissin ne fikrin baskısı altında bulunmalıdır.
-Sanat, hakikat özü taşımalıdır.
-Sanat, insanın kalbiyle yakından ilgili olmalıdır.
-Sanat, eleştiri sınavını başarıyla vermelidir.
1 Varoluşçuluk: Öncelikle var oluş sorununu içinde taşınan ve dolayısıyla varlık’ın anlamının araştırılmasını içeren bu akım çağımızda sanat ne olması gerektiği ve ne olmadığı üzeride durur. Bu nedenle olanakları bir bütün olarak alır. İnsanın önündeki olanaklar bütünü öteki insanlarla ve nesnelerle ilişkilerinden oluştuğundan varoluş her zaman bir “dünyada var olma”dır. Bir başka deyişle insan her zaman seçimini sınırlayan ve koşullandıran somut tarihsel bir durum içindedir.
Referansalar:
-Ali Şeriati, Sanat, Şura yay.İst. 1997
-A.Hamdi Tanpınar, yaşadığım Gibi, Dergah Yay. İst. 1996
-Rasim Özdenören, Ruhun Malzemeleri, İz Yay. 1997
-Şakir Diclehan, Sezai Karakoç, İst. Piran Yay. 1980
-Turan Karataş, Kaknüs Yay. Sezai Karakoç, İst. 1998
-Mehmet Önder, En uzun Asrın Hikâyesi, Akçay Yay. Ank. 1999
-Muhammet Nur Doğan, Leyla vü Mecnun, Çantay Kitapevi, İst. 199
-Muhammet Nur Doğan,Divan Şiiri Estetiği, Ders notları, 2010-2011