Fıratın Çağrısı: Sanat

Fıtrat

Fıtrat, yaratılışın kökünde bulunan temel çekirdektir. Allah’ın tüm yarattıklarının özüne yerleştirdiği bir çiptir. Bakara 138’te geçen “sıbğatullah” yani Allah’ın boyası tam da budur. “Allah’ın boyası… Kim Allah’tan daha güzel boya vurabilir ki? İşte biz, (bunun için) yalnız O’na kulluk ederiz!” (Bakara:138).

Evet, Allah’ın boyası yani tüm eşyaya yerleştirmiş olduğu fıtrat, güzeldir. Fıtrata yapılacak her türlü müdahale, çirkindir. Hristiyan düşüncesinde “vaftiz” özü kirli ve pis olan insanı temizleme girişimidir. Ancak İslam bu düşünceye karşı çıkmıştır. “O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır.” (Secde:7) Düsturunca biliyoruz ki insan başlangıçta temizdir. Onu kirleten ya da kirli görünmesine sebep olan üstüne bulaşanlardır. Kısacası temizlik öz; pislik arazdır insanda.

Fıtrat ile aramızdaki engeller

İnsan, Allah’ın onu yaratmış olduğu fıtrat üzere yaşayınca aslında İslam’ı yaşamış oluyor. Peki ama fıtrat bozulursa bu dengeyi nasıl ayakta tutacağız? Bana kalırsa fıtrat bozulmaz sadece fıtratla aramıza engeller girer. “Kalplerimiz perdelidir” dediler, hayır, Allah inkârlarından dolayı onları lanetlemiştir. Onların pek azı inanırlar. (Bakara:88) ayetindeki perde tam da bahsettiğimiz fıtrat ile aramızdaki engellerdir. Fıtratın üstü sanki bir perde ile örtülür.

İnsan, hayatı boyunca girdiği her iletişimde yeni birikimler edinir. Bütün bunlar insanın bakışının, hissedişinin ve ayetleri okuyuşunun arasında filtreler olarak karşımıza çıkar. Tüm algılarımız bu filtrelerin süzgecinden geçerek, onların istediği tarzda şekillenerek düşüncelerimize akseder. Bu sürecin sonunda ne indirilen ne de yaratılan ayetleri fıtratın bize sunduğu imkânla okuyabiliriz. Bakara 88. ayetin meal ve tefsirinde Muhammed Esed “kalplerimiz perdelidir” yerine “kalplerimiz zaten bilgi ile dolu” demektedir. Bu bilgiyi bir taraftan Hristiyan ve Yahudiler için kendi dinlerinin bilgisi olarak yorumlayabilecekken bir taraftan da tüm insanlık için edinilen her türlü bilgi olarak okuyabiliriz. Fıtri olabilmek için kalplerimiz fıtrata ters her türlü bilgiden azade olmalı, ümmi olmalı. Ümmilik de zaten özde okuma-yazma bilmemek değil tüm bu filtrelerden arındırılmış bir vaziyette “saf fıtrata” sahip olmaktır. Allah da bizden bunu istemektedir. “Varlığını her türlü sapmadan uzaklaşarak tümüyle doğru ve asıl dine, Allah’ın insanlığın özüne yaratılıştan nakşettiği fıtrata çevir; (ta ki) Allah’ın yarattığında olumsuz bir değişme olmasın: işte gerçek dinin amacı budur. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar. (Rum:30)

Allah güzeldir, güzelliği sever

Allah’ta “küll” halde bulunan bazı sıfatlar, birer “cüz” olarak insanda da bulunur. Nasıl ki Allah, güzeldir ve güzeli sever insanın fıtratı da güzeldir, güzeli sever ve devamlı olarak güzeli arzu eder, arar. İnsan güzelse ve güzeli ararsa o halde bu günlerde estetiğimiz neden her alanda bir zafiyet gösteriyor? Diyebiliriz ki toplumsal bir varlık olarak fıtratımızın üzerini o kadar çok perde ile örtmüşüz ki fıtrattan gelen estetik ve sanat çağrısını ruhumuzda hissedemiyoruz. Ancak zaman zaman estetik dozajı yüksek bir sanat eseri karşısında fıtratın çağrısını derin bir çığlık olarak ruhumuzda duyuyoruz. Bu bazen bir kuş şakıması bazen bir çiçek bazen de insan emeği bir sanat eseri oluyor. Fakat bilmeliyiz ki hiçbir çığlık -hele de derinden geliyorsa- ona sadece kulak vermekle karşılığını bulmaz. Ancak ve ancak yüreklerin tüm içtenlikle ona açılması arzusunu teskin eder.

Güzelliği ve estetiği hep sanatla mı ortaya koymamız gerekir? Yani güzellik ve estetik doğrudan ve doğrusal olarak sunulamaz mı? Bu kavramlar her zaman sanatla sunulmak zorunda olmasa bile çoğunlukla sunduğumuz tepsi sanat olmak zorundadır. Çünkü insan, tıpkı sanat gibi, doğrusal değil, dolayımsız ve karmaşıktır. İkisinin fıtratında da aynı özellik bulunduğu için insanı etkileyecek başat olgulardan biri sanattır.

Sanatın barınağı: ruh ve gönül

İşin özünde sanat varsa fıtratın yansıyacağı, yankılanacağı mevki tabii ki ruh dolayısıyla gönül olacaktır. Bir bıçak usta/sanatkar(s)ının şu sözü üzerinde düşünmeye değerdir. “Eliyle çalışan işçidir; eli ve beyniyle çalışan ustadır; eli, beyni ve gönlüyle çalışan ise sanatkârdır.” Bu tarife katılmamak elde değil. Sanattan ve sanatçıdan gönlü ve ruhu çekip alırsak elimizde bir şeylerin kalacağı kesin ama ortada kalanların sanat ve sanatçı olmayacağını da kim inkâr edebilir ki. Bu bağlamda sadece şunu söylemekle yetineceğim sanatın çıkış ve varış noktası ruh ve gönüldür. Farklı duraklarda eğleşen sanat her eğleştiği yerde kayıplar vermeye mahkûmdur.

Sanatkârın fıtrat ile uyumu

Fıtratın sadece insanda değil varlığın özünde bulunan bir çekirdek olduğunu söyledik. Bu demektir ki hangi varlık fıtratına ters bir şekilde kullanılırsa ucube bir şey ortaya çıkar. Sanatkârın da bu anlamda sorumlu olduğu önemli kanunlardan biri fıtrattır. Eserini ortaya koyarken her sanatkâr fıtrat ile çatışmamaya dikkat etmek zorundadır.

Sanatkâr, kullandığı malzemenin fıtratını iyi bilmeli ve malzemesini ona göre kullanmalıdır. Müzisyen sesin, ressam rengin ve boyanın, şair sözün ve dilin fıtratını bilip onu bozmadan eserini şekillendirmelidir ki ortaya çıkan eser fıtrat sahibi insana hitap edebilsin. Sanıyorum günümüzde sanatın çok fazla önemsenmemesi meselesine bir de bu açıdan bakmalıyız. Sanatkâr önce fıtrata uygun eserler vermeli ki daha sonra eserinin değerinin bilinmediğinden şikâyet edebilsin ya da en azından bu hakkı kendinde görebilsin.

Sanatın fıtratı perdeli seyircisi

Topal atın kör alıcısı olur derler. Aynı şekilde ruha, gönle ve fıtrata sırt çevirmiş sanatın da “fıtratı perdeli” alıcısı olur. Bugün farklı anlayışlardan doğan her türlü sanat eserinin muhakkak beğenicisi vardır. Ama tüm insanlığa hitap eden insan kaynaklı eserlerin varlığı ne yazık ki çok azdır. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi bir su şırıltısı herkes için aynı değeri ifade etmeyebilir ama fıtratına ısrarla yüz çevirmeyen herkes için derinlerde bir hissi canlandırır. Kör alıcı olmamak ise sanıyorum tüm duyularımızı içimizde yankılanan fıtratın çağrısına açık tutmakla mümkündür. Aksi takdirde fıtrat bozuğu nice ürün fıtratın perdesi, ruhun karıncası, gönlün pası olarak bize hücum etmekten geri durmayacaktır.

İltifat marifete tabi olmalıdır

İlk sosyoloji eserlerinden biri olarak kabul görülen Mukaddime yazarı İbn-i Haldun eserinde sanatlar bahsini ele alırken bugün bizim meslek ve zanaat adı altında nitelendirdiğimiz birçok eylemi sanat olarak nitelemiştir. Zamanın değişen şartları bunu böyle gerektirmiş olsa da bu sınıflandırma üzerine biraz düşünecek olursak sanıyorum sanatın toplum için önemine bir başka açıdan değinmiş oluruz. İsmi geçen eserde sanat olarak nitelendirilen dikkatimi çeken meslek ve zanaatlar; tıp, çiftçilik, ebelik, marangozluk, terzilik ve kâğıtçılıktır. Takdir edersiniz ki bugün artık bunların hiç birine sanat gözüyle bakmıyoruz. Ve ne yazık ki sanat olarak nitelendirmediğimiz bu uğraşların hiçbirinde estetik kaygı gözetmiyoruz.

Bahsettiğimiz eserde ayrıca, sanatlar, basit sanatlar ve kompleks sanatlar diye iki kısma ayrılmıştır. Basit sanatların zaruri ihtiyaçlara, kompleks sanatların ise tamamlayıcı (kemâlî) ihtiyaçlara yönelik olduğu belirtilmektedir. Sanıyorum bu ayrımı, bugün sanat bahsinde ele almayıp meslek ve zanaat olarak kabul ettiklerimize basit sanatlar, güzel sanatlar olarak nitelendirdiklerimizi ise kompleks sanatlar olarak niteleyince anlamış olacağız. Bu ayrımı ve isimlendirmeyi bilmek ne işimize yarar? Bu gün sanata uzak-yakın kim olursa olsun sanatın bir güzellik ve estetik kaygısının olduğunu reddetmez. Bu ön kabul ve sınıflandırma hayatımızın her alanında estetik bir kaygının filizlenmesine sebep olacaktır. Sadece bir meslek olarak düşülen doktorluğun, öğretmenliğin ya da terziliğin hayatımızı ne kadar zorlaştırdığı düşünülünce kanaatimce tüm bunlara giydirilecek bir sanat gömleğinin hem toplum hem de kişiler nezdinde olumlu etkiler bırakacağı şüphesizdir.

İşte burada sanat ne işe yarar gibi bir soruyla karşımıza çıkacak birine tüm bunları hatırlattıktan sonra diyebiliriz ki; insanın fıtratından gelen güzellik ve estetik arzusu muhakkak şekilde doyurulmalıdır. Ruhu bu doyuma ulaştıracak şey ise tek başına güzel sanatlar olmamalıdır. Bu estetik endişemizi yaptığımız tüm eylemlere nakşetmeliyiz. Bunu nasıl yapacağımızın cevabı ise bir şiirde bir müzik eserinde ya da bir hat levhasında gizlidir. Bu eserlere yüreğimizi açarsak içinden çıkılamaz sandığımız bu labirentin şifresini çözmüş, derinlerden gelen fıtri çağrıyı dizginlemiş, sınırsız sandığımız arzularımızın doyuma ulaşmasına yardım etmiş oluruz. Sadece bu işe bile yarasa sanat dikkat edilip ciddiye almaya değmez mi?

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

133. SAYI / EKİM 2011 / Ay Vakti
On İki / Hilal / Ay Vakti
Teklif / Şeref Akbaba
Bir Mısrada Meçhul/Bir İsimde Bin Ses Bir Başkasın... / Mehmet Ragıp Karcı
Prof. Dr. Durali Yılmaz İle Söyleşi / Şeref Akbaba & Öznur Ertekin
Tümünü Göster