Anadolu coğrafyasında, batı tesirine girdiğimiz Tanzimat dönemine kadar meydana getirilen edebiyata Divan Edebiyatı adı verilmektedir. Divan Edebiyatı kavramı, Arap ve Fars edebiyatlarının, edebiyatı geniş anlamıyla, estetik kaideleri üzerine kurulmuş edebiyatı içine almaktadır.(1) İslam’ı kabul etmelerinden sonra içine girdikleri İslam uygarlığı, Türklerin toplum yapısını da etkilemiş; Arapça bilim, Farsça ise sanat ve kültür dili olarak kullanılmaya başlanmıştır. İslam kültüründen beslenen bu edebiyat, kuruluş aşamasında İran Edebiyatı’nı kendisine örnek kabul etmiştir. Bu örneklik, dönemlerinde Osmanlı’nın kuruluş devrinde olduğu gibi daha sonraki dönemlerinde de zaman zaman artan ve azalan bir şekilde devam etmiştir. Bununla birlikte, Türk yazar ve şairleri tamamıyla bu edebiyatı taklit etmemişler, örnek olarak kabul ettikleri bu edebiyata kendi ruh, zevk ve mahalli özelliklerini de yansıtmışlardır. Eski edebiyatımız; dil bakımından aralarında hiçbir yakınlık bulunmayan, zaman itibariyle aynı çağ içinde muayyen fasıllarla teşekkül etmiş iki edebiyatın, Arap ve Fars edebiyatlarının kuvvetli tesirleri altında, müşterek medeniyetin son yaratıcı büyük halkası olarak teşekkül eder.(2) Eski şiir Fars Edebiyatı’ndan yalnız kelime zevkini ve hayal sistemini almaz; onun yarı tarihi ve çok İslamlaşmış mitolojisini, imparatorluğun şartları ve tarihi ile biraz daha genişleyen coğrafyasını da alır.(3) Eski şiir İran ve Arap şiirinin dünyasına bağlıdır ve ancak şairin hususi hayatına girdiği zaman bu umumi kültür dünyasından ayrılır.[4] Bu edebiyatın ana kaynağı din olmasına karşın, ikinci dereceden kaynaklardan birisi de İran Edebiyatı’dır.
Türkler, kabul etmiş oldukları bu dini, Araplardan ziyade İranlılardan öğrenmişler ve bu yeni dinin kullandığı dili de yine Arapça’dan ziyade Farsça’dan almışlardır. Örneğin Arapça “salât” yerine Farsça “namaz”; Arapça “vudû” yerine Farsça “abdest”; “savm” yerine “oruç”; “müslim ya da mü’min” yerine “müselman / müslüman”, “nebi ve resul” yerine “peyember/ peygamber” vb. kelimeleri kullanmaya başlamışlardır. Bunun dışında, yeni dinlerinin etkisinde oluşturdukları edebiyatta da Arapça değil Farsça etkili olmuştur.
Bu durumun nedenleri üzerinde kısaca duralım.
Bunun nedenlerinden biri, Türklerin her ne kadar İranlılarla ortak bir coğrafya üzerinde yaşamaları olsa da bir diğer ve belki daha da önemli nedeni, Farsça’nın, Arapça’dan daha çok Türkçe’nin dil yapısına uygun olmasıdır. Farsça’nın Türk dili üzerindeki etkisinin bir başka sebebi, Türklerin İslam dinini tasavvufî yorumuyla almaları ve bu yorumun Fars diliyle yazılan eserlerle Türkler arasına girmiş olmasıdır. Sadî (ö. 1292), Attar (ö. 1221), Hafız (ö. 1389) ve Mevlânâ (ö. 1273)’nın eserleri bunda etkili olduğu gibi, Gazneliler döneminde yazılan Firdevsî’nin Şehname isimli eserinin de etkisi büyüktür.
Aruz vezninin kullanılması da bir diğer nedendir. Türkler, din dilini olduğu gibi aruz veznini de Araplardan değil, İranlılardan almışlardır. İslam sonrası yazılan eserlerde aruzun Türkçe’de tam olarak uygulanamaması, zamanla Türk diline Farsça ve Arapça’dan yeni kelimelerin girmesini de beraberinde getirmiştir.[5]
Müslümanlığın kabulünden sonra da tarihi ve coğrafi nedenlerin yanı sıra ortak dinin yarattığı kültür birliği, Türklerin İran Edebiyatı’ndan daha çok etkilenmelerine yardımcı olmuştur. Nasıl ki İslami dönem İran şiiri Arap şiirini örnek alarak başlamışsa, Türk şiiri de İran Edebiyatı’nı örnek alarak başlamış ve gelişmiştir.
Soyca Türk olan Selçuklular, resmi yazışmalarında Farsça’yı kullandıkları gibi, Anadolu Selçuklu Devleti’nin enkazı üzerinde kurulmuş bulunan Osmanlı Devleti de I. Murat dönemine kadar divan ve yazışmalarında resmi dil olarak Farsça’yı kullanmaya devam etmişlerdir. (6)
Anadolu şairleri hemen her vesileyle, yazmış oldukları eserlerde İranlı şairleri geçtiklerini söylemek durumunda olmuşlardır. Bu durum ilk divan şairlerinden başlayarak Cumhuriyet dönemine kadar devam etmiştir. Örneğin, ilk divan şairlerimizden Ahmedî, Farsça’dan tercüme ettiği Cemşîd-ü Hurşid isimli mesnevisinde, eserini tercüme ettiği İranlı şair Selman’ı mat ettiği gibi Attar ve Sadî’nin de defterlerini dürdüğünü şu şekilde ifade eder:
“Sürer, Attar’a Sa’di’nün kelâmın Ahmedî k’anun
Kemâle ireli sözi kılupdur mat Selmân’ı”(7)
İskendernâme’sini tercüme ettiği Nizâmî’yi de geride bıraktığını şu şekilde belirtir:
“Nizamî şi’r’unudayd’Ahmedînün
İşitse şi’ri nazmını Nizamî
Bozayidı nizâmını sözinün
İşitse Ahmedî nazmın Nizamî”
Türk edebiyatı, XIV. asrın başından 1450 yılına kadar devam eden Teşekkül Devresi’nde İran Edebiyatı’ndan oldukça etkilenmiş, 1450-1600 yıllarını kapsayan Klasik Dönem’de ise, bu etki nispeten azalmaya ve tersine dönmeye başlamıştır. Fatih dönemiyle birlikte İstanbul gelişerek bir kültür merkezi haline gelmiştir. Medreselerin, imparatorluğun geniş coğrafyasının Anadolu dışında bulunan Peşte, Kahire ve Basra gibi kültür merkezlerine yayılması neticesi, Türk Edebiyatı’nın başka diller konuşulan bölgelerde benimsenmesine yol açmıştır. Bu yüzyılda, bunun meyveleri, Türkçe ile eser veren şahsiyetlerin görülmedik bir nispette artması ve edebiyatımızın yeni ve parlak bir dönemini idrak etmesi suretiyle tecelli etmiştir. Farsça birçok eseri bulunan Fuzûlî’ bile Türkçe yazan ve “söz revişinde dür-feşân” olan rûmî şâirlere öykünecektir.
Ne yazık ki bu durum çok fazla devam edememiş, 1700 yılından itibaren başlayan Sebk-i Hindî üslubuyla İran şiiri tekrar Türk şiiri üzerindeki etkisini artırmıştır. Bu dönemde, Türk şairlerinin XVI. yüzyıldan önce olduğu gibi, tekrar Farsça’dan hazır kavramlar, uzun tamlamalar almaya başlamaları dili oldukça ağırlaştırmıştır. Bazı şairler dile giren Farsça uzun tamlamalardan şikayetçi olmalarına rağmen, bu etkiden de kurtulamamışlardır. Örneğin, dönemin en büyük şairi Şeyh Galip, Hüsn-ü-Aşk mesnevisinin başında, Nâbî’yi eleştirirken, dilin nasıl olması gerektiğini;
“Manzume-i Fârisî-veş ebyât
Bi’-l-cümle tetâbu’-ı izâfât
İnşâya verir eğerçi ziynet
Turkî söz içinde ayn-ı siklet”
“Farsça’ya benzeyen uzun zincirleme tamlamalar nesirde süs olsa da Türkçe şiire ağırlık verir” şeklinde ifade etmesine rağmen, sözlerinin tersini yapmış, bu düşüncesini çok az şiirinde uygulayabilmiştir.
Farsça, Tanzimat döneminde de etkisini sürdürmüştür. Leskofçalı Galip (ö. 1867), Ziya Paşa (ö. 1878), Namık Kemal (ö. 1888), Recaizade Ekrem (ö. 1911), Abdulhak Hamid (ö. 1937) vb. gibi şairlerin şiirlerinde Farsça’nın etkisini görmek mümkündür. Bu dönemde yaygınlaşmaya başlayan ve büyük halk topluluklarına ulaşan gazeteler, halkın anlayabileceği tarzda dili sadeleştirmeye başlamasına rağmen, Farsça’dan alınan yeni bir takım kelimeler ve Farsça’da bulunmayan bazı terkiplerin de dilimize girmesine neden olmuştur. Osmanlı medreselerinde okutulduğu gibi, bu dönemde açılan yeni okullarda da Farsça dersleri resmi müfredat programlarında yer almış ve bu durum 1928 harf inkılabına kadar devam etmiştir.
(1) Mehmet Çavuşoğlu, “Divan Şiiri”, Türk Dili-
Türk Şiiri Özel Sayısı II (Divan Şiiri), Sayı: 415-417,
Temmuz-Eylül 1986, s. 1-2.
(2) A. Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, istanbul 1988, s.1.
(3) A. Hamdi Tanpınar, a.g.e. s.4.
(4) A. Hamdi Tanpınar, a.g.e., s. 5.
(5) Mine Mengi, eski Türk Edebiyatı Tarihi Edebiyat Tarihi-Metinler, Ankara 1997, s/11.
(6) Nasrullah Mübeşşir el-Tırâzî, “Örneklerle Fars ve Osmanlı Edebiyatları Arasında Etkileşim”, s.533.
(7) Yaşar Akdoğan, Ahmedî Dîvânından Seçmeler, Ankara 1988, s.23.
(8) Yaşar Akdoğan, a.g.e., s. 24.
(9) Tahir Ozgör, Fehî-i Kadim; Hayatı, Sanatı, Dîvân’ı ve Metnin Bugünkü Türkçesi, Ankara 1991, s.1.
(10) Haluk İpekten, Şeyh Gâlib, Hayatı, Sanatı Eserleri, Ankara 1996, s.28.