Linz’de, Salzburg’da Mehmet Akif’i Anmak

Tarihe uçmak

Telefondaki genç, selamdan sonra “Ben Ahmet Yılmaz” diye tanıttı kendini. Kısa adı MÜSAB olan Müslüman Üniversiteliler ve Akademisyenler Birliğinin Avusturya-Linz bölgesi başkanıymış. Linz’de ve Salzburg’da Mehmet Akif’i anmak istiyorlardı. Acaba buralarda Akif konulu birer konferans verebilir miydim? Bu beklenmedik davet karşısında tabiatıyla bir tereddüt geçirdim. Ancak genç adamın samimi ısrarı üzerine daveti kabul ettim. Doğrusu Akif’i uzaklarda, Avrupa’da yaşayan kardeşlerimize anlatmayı faydalı, anlamlı bulmam da bu kabulde etkili oldu. Birkaç telefon görüşmesinden ve bir iki e-mektuptan sonra gidiş-dönüş biletleri alındı.Linz ve Salzburg’a Türkiye’den direk uçak seferi yokmuş. Bu nedenle en yakın şehir olan Münih’e uçacaktım. Yorgundum, uçakta bir iki saat kestirerek yorgunluğumu biraz olsun atacağımı düşünüyordum. Ama tuhaftır, tarih buna müsaade etmedi. Ortaokul, lise sınıflarında “Osmanlı-Avusturya ilişkileri” başlığı altında öğrendiğimiz bilgiler, kimi kısımları bir sise bürünerek de olsa kafamda dolaşıp durdu. Viyana kuşatmaları, Alman Seferi; İstanbul, Pasarofça, Karlofça Antlaşmaları; Kanije, Eğri, Estergon kaleleri; kazanılan, kaybedilen topraklar… Karacaoğlan’ın dizelerine akseden Halifeli, Hacı Bektaş Velili, Boz Atlı Hızırlı ve “yer götürmez asker”li sefer coşkusu… Sonra aklıma çakılmış bir ayrıntı: İlk zamanlar Avusturya Arşidükası Osmanlı sadrazamıyla aynı seviyede sayılırken, Duraklama döneminde Osmanlı padişahına eş sayılmış. Daha neler… Bu vesileyle bir ayağı kısa olduğu için bazı afacan arkadaşlarımızın “Timurleng” dediği; ama çoğumuzun, iki lafının arasına sıkıştırdığı “Faraza” kelimesiyle andığı tarih hocamızı bile hatırladım. Osmanlı’nın Avrupa macerasının merkezinde Avusturya var. İlerlemenin, yükselmenin dayandığı yer de burası; gerilemenin, hüsranın başladığı yer de… Avusturya, eski adıyla Nemçe toprakları parlayışımızın da, zevalimizin de; gururumuzun da, inkırazımızın da tanığıdır yani. Bir Avusturya-Türkiye milli maçı öncesi futbolcularımızın kılıçlı, kalkanlı birer Yeniçeri kılığında gösterildikleri gazete sayfalarını hatırladım. Viyana’ya, bir zamanlar oralara kadar uzanmış dedelerin torunları olarak, geçmiş zamanların zaferlerinin gururuyla gideceklerdi. Yenilerek döndüklerinde millet olarak gerileme döneminin ruh halini yaşamıştık. Başka yolculuklarda hiç böyle olmamıştı. Tarihle böyle beklenmedik şekilde yüz yüze gelmemin ve böyle karmaşık bir ruh halini yaşamamın sebebi neydi? Sanırım tarihte başka hiçbir devletle bu kadar uzun ve zikzaklı bir ilişki yaşamamıştık. Tarih koridorlarına dalıverişim bundandı.Münih Havaalanı’nda beklenmedik bir sorunla karşılaştım. Mavi gözlü, kısa saçlı, sarışın, iriyarı Alman memur pasaportumu uzun uzadıya inceledi, bütün sayfalarını karıştırdı. Dönüp dönüp tekrar inceledi, Bir şey söylemeden bir süre öylece bekledi. Bu arada uçak yolcularının tümünün işlemlerinin bittiğini fark ettim. Pasaport kontrol kulübelerinin önünde yalnız ben kalmıştım. Yarım yamalak İngilizceyle “Bir sorun mu var?” diye sordum. Dönüş biletimi sordu. İnternetten alındığı için yanımda olmadığını söyledim. Niçin geldiğimi, nerede kalacağımı… Daha bir sür  soru… Adamın anlamsız davranışından yan gişedeki bayan da rahatsız oldu, suratını ekşiterek Almanca bir şeyler söyledi. Adam ona da ters ters bakarak yeniden pasaportun sayfalarını karıştırdı. Biraz sert bir tonla yeşil pasaportlu olduğumu, konferans için geldiğimi, iki gün sonra döneceğimi, arkadaşlarımın beni dışarıda beklediğini, alıp Salzburg’a götüreceklerini, daha önce de Alman’ya giriş yaptığımı, bu davranışının doğru olmadığını anlatmaya çalıştım. Herhalde bana yeterince eziyet ettiğine kani olmuş olacak ki sonunda sert bir şekilde mührü bastı ve ayağa kalkarak çok komik bir şekilde “Allasmaladık” dedi. Ağlasam mı gülsem mi, karar veremedim. Onun da aklına Osmanlı’nın Alman Seferi, Viyana Kuşatmaları gelmiş olmalı diye düşündüm.

Münih’ten Salzburg’a

Münih Havaalanı’ndan beni Ömer ve Cihan adlı iki delikanlı aldı. Ömer Kayseriliymiş, Cihan Nevşehirli… İkisi de üniversite öğrencisi… Gece olduğu için yol şeritlerinden ve trafik levhalarından başka bir şey görmüyoruz. Hız sınırlaması olmayan otobanda keyifli bir sohbet eşliğinde yol alıyoruz. Saygılı, akıllı, pırıl pırıl gençler, benim Avusturya’ya, buradaki Türklere, kendi durumlarına dair sorularımı kısa cevaplarla geçiştiriyor, daha çok beni konuşturmaya çalışıyorlar. Edebiyata, siyasete, Mehmet Akif’e dair sorular sorup duruyorlar. Bu arada iki koyu Beşiktaşlı olarak oynanmakta olan Beşiktaş maçının sonucunu da merak ediyorlar. Beşiktaş’ın bu yılki kötü gidişatı canlarını sıkıyor. Ama buna rağmen benim de Beşiktaşlı olmam onları sevindiriyor. Yine de Avusturya’ya dair bazı bilgiler alıyorum onlardan. Nüfusu sekiz buçuk milyon kadarmış. “İstanbul’un yarısı kadar…” diyor gençlerden biri. Yabancı çok az. Oranları yüzde yediyi geçmiyormuş. Türkler genel nüfusun içinde yüzde ikiden az…Diğeri “Orman çok.” diyor. Ülkenin yüzölçümünün yarısından fazlası ormanmış. Eyalet sistemi varmış, “Osmanlı’daki gibi…” Karanlıktaki belli belirsiz dağları göstererek “Alpler, Avusturya’yı batıdan doğuya üç sıra hainde kuşatmış” diyor önceki.Yaklaşık iki saatlik bir yolculuktan sonra Avusturya topraklarına geçiyoruz. Avrupa Birliği ülkeleri arasında sınır kapıları yok. Tırlar kontrol ediliyor sadece. Trafik levhaları ve şeritler arasındaki ufak farklar olmasa bir başka ülkeye geçtiğimizi fark etmeyeceğiz.Hallein’de Ahmet Bey de bize katılıyor. Salzburg’un dışında küçük bir otele gidiyoruz. Çok turist geldiği için bu tür şirin oteller yaygınmış buralarda.

Hallein: Küçük İstanbul

Sabah uyandığımda kendimi bir kartpostalın içindeymişim gibi hissettim. Dört yanım sarp, yüksek, başı karlı dağlarla, tepelerle çevriliydi. Dağların eteklerindeki çamlar, sedirler, adını bilmediğim başka ağaçlar manzaranın güzelliğini artırıyordu. Etrafta mutlak bir sessizlik hakimdi. İki tepenin arasından beni selamlayan güneş, ruhuma bir dinginlik kazandırdı.Buraların kışları çok sert olurmuş. Kışın bol kar yağar… Bu iklim şartları buralarda kış sporlarının yaygınlaşmasını sağlamış. Çok tesis var. Epey de turist çekiyormuş bu tesisler. Özellikle Hollanda’dan gelen çokmuş.Ben manzaranın güzelliğiyle mest iken Ahmet geldi. Beni Hallein’deki evine kahvaltıya götürecek. Hallein, bulunduğum otelden kırk kilometre kadar mesafede. Yine dik, karlı, heybetli dağların etekleri boyunca adeta kayıyoruz.Hallein, Salzburg’un dışında daha çok yabancıların, özellikle Türklerin kaldığı bir küçük yerleşim yeri. Buraya “Küçük İstanbul” deniyormuş. Ahmet’in eşi, büyüğü on dört aylık iki bebeği olmasına rağmen zahmet ederek mükellef bir sofra hazırlamış. Ahmet de eşi de kültürlü, aktif, okumayı seven kişiler… Okumak, kitap, Abdulhamid, geliş sebebimiz olduğu için daha çok Mehmet Akif ve Safahat etrafında güzel bir sohbet yapıyoruz.Evlerin küçük, kiraların yüksek olduğunu öğrendik. Genelde gayrimenkul fiyatları çok yüksekmiş buralarda. Kırk metrekarelik evlerin kirası dört yüz Avrodan başlıyormuş.Avusturyalıların yabancıları sevmediğini söyledik. Hitler buraları istila ettiği için Almanları da sevmezlermiş. Hallein’deki evlerin çoğu İkinci Dünya savaşı’ndan sonra Amerikan askerlerinin kaldığı evlermiş.Öğle namazını Hallein’deki camide kılıyoruz. Buralarda camiler birer küçük külliye gibi… Kantinleri, kütüphaneleri, bazılarının yemekhaneleri, çocuk parkları var. Namazdan sonra hemen Linz’e hareket etmemiz gerekir. Programa yetişebilmek için… Ancak caminin imamı, burayı es geçerek Linz’de, Salzburg’da konuşacağımız için Ahmet’e sitem ediyor, hatta sitemden de öte bayağı kızıyor. Namazdan sonra bir emrivaki ile bizi cemaate hitap etmeye davet etti. Yarım saatlik muhtasar bir Akif sohbeti yapmak zorunda kaldım. Sıcak bir vedalaşmadan sonra apar toparLinz yoluna koyulduk.

Linz yolunda Muhammed Esed’i hatırlamak

Salzburg’dan Linz’e revan olurken bilgili, zeki, dinamik, sevecen bir Karadeniz uşağı katılıyor bize. Genetik moloküler biyoloji okumuş. Biyoteknoloji üzerine yüksek lisans yapıyor. Sanatla ilgili… Ebru dersleri veriyor. Yolda Avusturya’daki sosyal yapıya, coğrafyaya dair yorumlar yapıyor. Etrafı iyi biliyor. Dağlardan, akarsulardan, zor iklim şartlarından bahsederken “Karadenizliler buralarda mutlu olur mu?” diye soruyor. Tam Karadenizli işi; benim sormam gereken soruyu o soruyor, diye düşünüyorum. Ben bunu cevabı içinde bir soru olarak algılıyorum. Yayla havasına, yeşile, suya alışmış Karadeniz insanı, buralarda da memleketinden izler bularak mutlu olur herhalde, diyorum. “Öyle değil mi?” “Evet” diyor gülerek.Bu arada ben bu topraklarda doğup büyümüş Muhammed Esed’i hatırlıyorum. Adını duyup duymadıklarını soruyorum; duymamışlar. Ondan, onun Mekke’ye Giden Yol adlı eserinden bahsediyorum. Bu eserde bir bölüm var ki deminki konuşmamıza açıklık getiriyor. Esed, bir Avusturya Yahudisi olarak ülkesinde özellikle Maksim Gorki’nin eşiyle yaptığı mülakattan sonra epeyce ünlenmiş bir gazeteciyken görevli olarak Orta Doğu’ya gider ve ayrıntıları kitapta anlatılan bir süreçten sonra Müslüman olur. Bu karar aşamasında deveyle uzun bir çöl yolculuğu yapar. Deve üstünde Zeyd’in yeknesak çöl ortamında söylediği tek sesli müzikten hareketle derin bir Doğu analizi yapar. Sonra iklim ve müzikten hareketle içinde doğup yetiştiği Batı toplumunu analiz eder. Bu bölümü bir yazımda alıntılamıştım. Yanımda götürdüğüm Rahvan Saatler adlı kitabımdaki uzun alıntıdan şu paragrafı okuduk:

“Çok sesliliğin sadece müzik için değil, insanın duygu ve davranışlarının da temel bir özelliği halini aldığı Batı’da bu melodilerin ya da böyle bir ritm duygusunun yeri yoktur elbette. Soğuk iklim, akarsular, birbirini izleyen mevsimler… bütün bunlar hayata öylesine çok biçimli bir veçhe, öylesine çok yönlü bir görünüş veriyor ki, Batılı insan ister istemez yığınla özlemin kucağında buluyor kendini ve giderek sırf bir şeyler yapıyor olmak için yapmak yönünde güçlü bir dürtünün eline kaptırıyor ruhunu. Yaşama biçimlerini karmaşıklığı ve çeşitliliği içinde kendisini tekrar tekrar doğrulanmış olarak görmek için, Batı insanının durmadan yaratması, durmadan yeni şeyler yapıp yükseltmesi ve durmadan değiştirmesi gerekmektedir. İşte bu sürekli değişen karmaşıklık, Batılının müziğine de yansımıştır ister istemez. Göğüsten gelen ve dur durak bilmeksizin değişik perdelerde dolaşan nağmeleriyle Batının bu çok sesli müziğinde, Batılı insanı hep daha çok şey istemeye, daha çok düşlemeye kışkırtan, fetihçi bir iradeyle, vardığı noktanın hep daha ötesine ulaşmak ihtirasına sürükleyen ve böylece onun belki de daha çok kaybetmesine, daha çok acı çekmesine rol açan ‘Faustiyan’ mizaç yankılanmaktadır aslında. Çünkü Batılının dünyası, tarihsi bir dünyadır: bitmez tükenmez olaylar, olgular, devrimler ve yıkımlar dünyası. Sükûn ve sürekliliğin yeri yoktur bu dünyada; zaman kendisine her zaman şüpheyle bakılan bir düşmandır; ve Şimdiki zaman bir ebedilik tınısı taşımaktadır orada…”

Biz şimdi Esed’in bahsettiği coğrafyadaydık, onun tahlil ettiği insanların ülkesindeydik. Karlı dağları seyrede ede, iklimin değişikliğini yaşaya yaşaya yol alırken onu daha iyi anlıyorduk.

Linz’de

Linz, içinden Tuna akan şehirlerden… Yüz doksan bine yakın nüfusuyla Avusturya’nın Viyana’dan sonra ikinci büyük şehri… Yukarı Avusturya eyaletinin başkenti… Burada Türkçe konuşanların oranı yüzde üç buçukmuş. Diğer şehirlere göre sanayi daha yoğun… Poestlingber Kilisesi şehrin önemli yapılarından.Salona, konferans için belirlenen saate az bir zaman kala vardık. Kısa bir dinlenmeden sonra, büyük bir salonda, üniversite öğrencilerinden, öğretmenlerden, hanımlardan ve her yaştaki halktan oluşan kalabalık bir topluluğa Akif’i anlatma imkânı bulduk. Önceden dinleyicilerin profilini, bilgi kültür düzeylerini irdelediğimiz için akademik, teknik bir sunum yapmanın faydalı olamayacağını düşündük. Sohbet üslubuyla Akif’i tanımanın, anlamının öneminden; onun kişiliğinin ve eserinin belirleyici özelliklerinden söz ettik. Bir buçuk saatlik konuşmanın ilgi ve dikkatle dinlenmesi bizi mutlu etti. Konuşma sonrası sorulan çokça soru, özel sohbette edindiğim izlenimler, buradaki kardeşlerimizin hem Akif’e duydukları ilgi ve sevgiyi hem de kültürel açlıklarını ortaya koyması bakımından önemliydi. Daha çok kitap bulmanın zorluğundan yakınıyorlardı. İstedikleri kitapları bulup alabilecekleri kitapçılar yok. Türkiye’den istetmek de pahalı ve zahmetliymiş. Yararlanmak amacıyla yanıma aldığım kitapları bile orada bırakmaya mecbur hissettim kendimi. Gün akşama vurduğu için daha fazla kalamadık. Şehri şöyle bir turlayarak, yüreğimizde konuştuğumuz insanların sıcaklığı ile Salzburg’a döndük.

Salzburg

Salzburg’da geceydi. Her taraf ışıl ışıldı. Şehrin ışıltısı usul usul akan Salzach ırmağına yansıyordu. Şehre hakim terasta birer kahve içip sohbet etmeyi önerdi gençler. Ancak teras cafe bir grup tarafından kapatılmıştı. Birkaç cafeyi daha yokladık, onlar da erkenden kapamıştı. İnadı tutan Kemal, sonunda kahve içip birkaç laf edebileceğimiz bir mekân buldu. Hafta sonuydu. Buralarda özellikle gençler sokaklara dökülüyormuş. Cadde ve sokaklar onun için iğne atsan yere düşmez haldeydi. Yanından geçtiğimiz birahanelerin, eğlence yerlerinin kapılarında kuyruklar vardı. Millet buralara yüklenince, cafeler cumartesi pazar günleri erkenden kapanıyor. Kahvelerimizi yudumlarken Türkçe üzerine güzel bir sohbet yapıyoruz. Bazı kelimelerin etimolojisi, ilk defa duydukları bazı deyimlerin öyküleri, anlamları ilgilerini çekiyor. “Kelimelerle aram iyi değil” diyen Kemal, sanırım onlarla arasını düzeltmeye karar veriyor. Avrupa’daki yeni kuşakların dil zaafından söz ediyorlar. Bu duruma üzülüyoruz. Linz’deki salonda on üç on dört yaşlarında bir çocuğa “Türkçeyi mi iyi konuşuyorsun, Almancayı mı?” diye sormuştum. Buruk bir yüz ifadesiyle “İkisi de eksik…” demişti. Dilin düşünceyle ve kültürle bağlantısına temas ettik ve bu zaafın ne gibi sonuçlar doğuracağını düşünerek kaygılarımızı dile getirdik.Salzburg’u, pazar sabahı bir de gündüz gözüyle gezdik. Yüz elli bin nüfuslu küçük, şirin sınır şehri… Alp Dağlarının eteklerine kondurulmuş. Adıyla anılan eyaletin başkenti. Yirmi beş bin Müslüman yaşıyormuş burada. Şehir adını zengin tuz dağlarından alıyor. Salzburg, “tuz şehri” demekmiş. Tarım, dokumacılık, bira üreticiliği gibi gelir kaynakları olmakla beraber ekonomisinin can damarını turizm oluşturuyormuş.Tarihî doku iyi korunmuş. İnsan şehrin sokaklarını gezerken kendini birkaç yüzyıl gerilerde hissediyor. Evler eski ama bakımlı. Birçoğunun üstünde yapılış tarihleri yazılı. Bin dört yüzlü yılların başında yapılmış çok ev gördük. Salzach ırmağı şehrin ortasından akıyor. Bir yanına Eski Şehir, diğer yanına Yeni Şehir deniyor. Şehrin banisi Ruperti adlı bir din adamıymış. Şehri Venedik’e benzetme sevdasındaymış. Şehri güzelleştirmek amacıyla, önceleri dağların eteğinden akan ırmağın yatağını değiştirmiş. Salburz’daki rehberimiz Kemal… Şehri iyi biliyor. Mimarî bilgisi de var. Ömer de fotoğrafçımız. Şehirdeki varlığımızı belgelemek için didiniyor. Şehrin mimarisinde barok üslup hakim. Kısmen gotik binalar var. “Salzburg bir barok şehri” diyor Kemal.Çok saray var Salzburg’da. Şehir merkezindeki Mirabel sarayında epey oyalanıyoruz. Bakımlı, güzel bir yapı. Özenli bahçesine “Mirabel garden” deniyor. Kaleyi gören nefis bir peyzajı var. Salzburgluların övündüğü yerlerden biri de Mozart Evi’dir. Ünlü bestekâr burada doğup büyümüş. Yaşadığı ev şimdi müze. Her yıl yapılan festivalde binlerce klasik müzik ve Mozart hayranı Salzburg’a geliyormuş.Dar, eğri sokaklardan, dik yokuşlardan, tarihî yapıların içinden, aralarından Kapuzinerberg tepesine çıkıyoruz. Tepeye çıkan yol boyunca küçük kabinlere yerleştirilmiş renkli, dinî içerikli heykeller eşlik ediyor bize. Tepe, şehrin en iyi görülebildiği noktalardan biri. Bütün Salzburg ayaklarımızın dibinde. Salzburg Kalesi, tam karşımızdaki tepeden bizi selamlıyor. Aşağıda ırmak, hafif bir kavis çizerek süzülüyor.Başka Avrupa şehirlerinde de olduğu gibi bisikletle ulaşım yaygın burada. Nehir kıyısında uzun bisiklet yolları var. “Bisiklet otobanı” deniyormuş buralara. Hız yapılabiliyor, yarışılabiliyormuş. Kemal, bize bir sokakta duvara monte edilmiş büyük bir kutu gösterdi. Üzerinde “Rad Self Srevis” yazıyordu. Bisiklet onarım yeriymiş. Kutunun içinde bir bisikletin onarımı için gerekli alet edevat vardı. Bisikleti bozulan biri böyle yerlerde bisikletini kendisi onarabiliyor. Tabiî hemen aklıma bizde böyle bir şey yapılırsa içindeki alet edevatın yerinde kadar kalabileceği geldi. Ana köprüden yürüyerek Yeni Şehir bölümüne geçtik. Adında “yeni” kelimesi bulunmakla beraber buraya da tarih sinmiş. Kiliseler, üniversite binaları, tarihî evler, kışın tahribatından korumak için cam mahfazalar içine alınmış eski heykeller… Gezine gezine kaleye çıkıyoruz. Şehre hakim bir tepe üzerinde büyük sağlam bir yapı… Buradan da şehrin görünümü başka bir güzel… Bütün birimleriyle adeta ilk zamanlardaki gibi duruyor. Geçmiş zamanların ruhunun yaşatılmasına özen gösterilmiş. Şehre bakan mazgallarda orijinal döküm toplar duruyor. İşkence odası, ilginç su kuyusu… İnsan kuşatılmış insanların böyle bir mekânda nasıl yaşadıklarını gözünde canlandırabiliyor. Kemal, bir kaynakta Osmanlının buraya geldiğine dair bir bilgiye rastladığını söyledi. Emin değilim ama ihtimal vermiyorum. Kitapların, tanıtıcı broşürlerin, hediyelik eşyanın satıldığı bölümdeki kitapçıkları karıştırıp durdu. Bir sonuç alamayınca orayı çalıştıran adama sordu. Adam acı acı gülerek “Hayır, geçmişte gelmediler ama şimdi her yerdeler” dedi. Ahmet Almanca bir şeyler söyledi: “Birlikte çalışmak, yaşamak için, barış ve kardeşlik için buralardayız.” Ancak yüz hatlarından adamın söylenenlere hiç de itibar etmediği anlaşılıyordu.Dönüşte şehrin en büyük ibadet yeri olan Dom Kilisesi’ni gezdik. Pazar ayini olduğu için sıralarda boş yer yoktu. Kürsüden vaaz eden tok sesli rahibi herkes huşu içinde, adeta nefesini tutarak dinliyordu. Gezmek amacıyla orada bulunanlar da bu ortamı bozmamak için konuşmuyor, etrafı sessizce inceliyorlardı. Gördüğüm ender sade, ferah kiliselerden biri… Vitray yok. Tavanda Hıristiyanlığı anlatan fazla bağırmayan resimler vardı. Akistik çok iyiydi. Vaizin neler söylediğini merak ettik. Bir köşede bizi sessizce bekleyen Ömer’e “Adam ne anlatıyor?” diye sorduk. Gülümseyerek “Nasihat ediyor” dedi. Teşekkür ettik, çok açıklayıcı(!) bir cevaptı.Öğlene doğru şehir turumuzu noktaladık, son konuşmamızı yapacağımız camiye gittik. Bu kez cami kürsüsünde Akif’i anlattık. Aynı zamanda başarılı bir hatip olan, İstanbul’da ve Anadolu’nun değişik yerlerinde Müslümanlara seslenmiş; Fatih Kürsüsünde ve Süleymaniye Kürsüsünde gibi güzel eseri vaaz üslubuyla kaleme almış Akif’i bu şekilde bir cami kürsüsünden seslenerek anlamak şüphesiz çok anlamlıydı. Bu tür bir anma Akif’in ruhuna ne kadar uygundu?Konuşma sonrası yine sıcak bir halleşme, dertleşme ortamı oluştu. Münih’ten kalkacak uçağa yetişebilmek için bu samimi ortamdan güç bela ayrıldık. Şoförümüz yine genç Cihan’dı. Yanımızda bir de Yavuz adlı okuma sevdalısı bir genç vardı. Gençlerin merak ve ilgileri yolculuğu daha bir güzel kılıyordu.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

132. SAYI / EYLÜL 2011 / Ay Vakti
Afrika ve Açlık / Ay Vakti
Coğrafyası Mazlum / Nurettin Durman
Afrika Su Duası / Recep Garip
Afrika’da Serdengeçti Olmak / Şeref Akbaba
Tümünü Göster