-Öğretmenlere-
Bundan yıllar evvel ilk demir aldığım limandayım. Aradan çeyrek asır geçmiş. Belki daha fazla… İlk gemim olduğunda ilkokula yeni başlayan küçük bir çocuktum. Kâğıttan bir gemiydi hepsi. İlk hayat gemimin hikâyesi… Beni alıp götüren, geride bırakan… Ne kâğıt gerçekti ne de ben henüz büyümüş değildim. Ama gemi ve o gün olanlar güzeldi. Çünkü bu ilk gemimi bana yapan çok sevdiğim bir insandı. İlk (okul) öğretmenimdi.
Okulu sevip sevmemek arasında kararsızdım. Yeni bir dünyanın eşiğindeydim. Korkuyla karışık bir çekingenlik vardı üzerimde. Bir dilim vardı, konuşulmaz. Yasaktım anneme. Gidemezdim evime. Tepeden tırnağa lal kesilmiştim. Ne yapacağımı ne diyeceğimi bilemiyordum. Herkese ve her şeye yabancıydım. En başta da ve en çok da kendime… Uzaktım. Uzak kılınmıştım. Köyümüzün uzun ince tozlu yollarına bakıp dururdum. Okulumuzun önünde bir dere vardı, ayaklarımın altında güzel bir su akardı. O suyla gitmeyi çok istedim. İşte ne olduysa o gün oldu.
Bir gün öğretmenimiz, benim ilk öğretmenim, bizi teneffüse çıkardı. Biz de derenin kenarında soluğu aldık. Nasıl oldu, hatırlamıyorum, öğretmenim bana kâğıttan bir gemi yapıverdi. Öğretmenimin tebessüm eden silueti gözlerimin önünde… Sadece bir çocuğun ilk (okul) öğretmenini özlemesi mi bu? Hayır! Çeyrek asırlık geçmişim, bütün her şeyim. Öğretmenimin gemiyi bana vermesiyle dünyalar benim oldu. O tutukluk, o yabancılık, o uzaklık içinde ilk defa birisi bana sesleniyordu, kâğıttan bir gemiyle. Kâğıt bir gemi sevgiyle bakan bir insanın sözü oluyordu avuçlarımda. O artık soğuk uzak biri değildi benim için, cana yakın güvenebileceğim bir yakınımdı. Beni yasaklardan, uzaklardan, mesafelerden çıkaran bir insandı. Annem gibi şefkatliydi, babam gibi korucu. Bu yüzden içimdeki bentler kolayca yıkıldı, korkularım bitti. Bu insana nazım geçti. Öyle böyle değil, çok nazım geçti. Ebeveynlerimin dışında güvendiğim, sevdiğim ilk insandı, öğretmenimdi. Bir kâğıt gemiyle gönlümü fethetmişti, beni dış dünyadan ayıran duvarları yıkmıştı, içimdeki buzları eritmişti. Ve ben o gemiden hiç dışarı çıkmadım. Hep gittim, hep götürdüm içimdeki mesafeleri uzak kıyılara, kimliksiz limanlara. Hep gittim, suyun üzerinde suya hasret.
Her şey bundan çeyrek asır evvel başladı. Belki daha uzun… Suya bırakmıştım ilk gemimi, çocukluğumun ilk gemisini. Çok sevdiğim öğretmenimin yaptığı. Suya bırakmıştım gemiyi. Şimdi bile gözlerimin önünde, buğulanıp duruyor ve süzüle süzüle derenin aşağısına doğru gidiyor. Bıraktığım yerin az ilerisinde kayalar var. Gemi kayalara çarpıyor ilkin. Su alacak gibi oluyor. Telaşa kapılıyorum. Korkuyla öğretmenime bakıyorum. O ise kendinden emin, tebessüm ediyor. Gemi de kayalıkların arasından çıkıp yoluna devam ediyor. Birazdan siyah dut ağacına selam verip geçecek. Sonra Ali Osman’ın uzun beyaz dut ağacını görecek. Sonra meçhule uğrayacak.
Şimdi düşünüyorum da, meğer öğretmenimin yaptığı gemiden hiç inmemişim ve çeyrek asır sonra, belki daha fazla, yolum ilk demir aldığım yere düşüyor. Anlıyorum ki bu bir veda. Veda etmeye gelmişim. Gecenin Hüznü’yle gelen bu kâğıt gemi, bana bu gerçeği hatırlatıyor.
Gecenin Hüznü ismi beni şimdiki zaman getiriyor. Yıllar sonra, belki çeyrek asırdan daha fazla, Gecenin Hüznü’yle ilk defa bir gemi yapıyorum. Yol göstermeseydi bana –aynen ilkokul öğretmenim gibi- şimdi karşımda duran, bu gemiyi yapamazdım ve çeyrek yüzyıl evveline gidemezdim, bir vedaın eşiğinde olduğumu bilmeden. Gecenin Hüznü mürettebatla hazır kıta bekliyor. Kimler yok ki. Uzak iklimlerinde kendini gizlemekte pek usta İsterik Umut, gözlerinin buğusunda şarkılar besteleyen Kırık Gitar, kalmakla gitmek arasında hep kararsız Uzak Yıldız, gönlünü hatıralara kaptırmış Kayıp Şehir, buğday tarlalarında kaybolmuş Mavi Boncuk, her dem dehrin cefasını çekmeye namzet Kadim Dost, içi içine sığmayan Yaşam Sultası ve hala kuyuya düşürdüğü kardeşini arayan Yusuf Masalı… Bütün mürettebat, tam takım gemideki yerini almış, veda etmek için bekliyorlar, demiri ilk aldığım limanda.
Apansız bir merhabaydı çocukluğumun ilk gemisi, şimdi de bir vedaın kapısındayım. Demiri ilk aldığım limana bir daha dönmemek üzere veda ediyorum. Bir daha uğramayacağım kâğıt gemilerle buralara. Biliyorum. Bir devir bitti diyor bütün göstergeler. Rotam uzaklara ayarlanmış, kopmuş vaktimin şirazesi, almış yerini yoldaşlarım. Hepsi benden bir parça, hepsinin tek yüzü bana dönük. Bu haliyle içimi daha da acıtıyor çocukluğumun ilk gemisi.
Dönüşü olmayan bir yola giriyorum ve veda ediyorum. Ah, öğretmenim! Bir bilseniz sizi ne kadar çok özledim. Şimdi yapmak istediğim tek şey bu kâğıt gemiyle yanınıza gelmek, sizi bulmak, ellerinizden öpmek. Sahi, neredesiniz siz? Kâğıt gemiyle birlikte bir kayıp oldunuz benim için. Ne kâğıt gemiden evvelini hatırlıyorum ne de sonrasını. Benim için hep o gemi oldunuz ve hala da öylesiniz. Nerede olduğunuzu bilmemek ve size ulaşmamak, gemiyi büyük bir anlamsızlığa sürüklüyor. İçinde ben, nereye gideceğini, ne yapacağını bilmeden…
Nereye gider bu gemi böyle. Bilemiyorum. Bildiğim bir şey var, bu gemiyle yıllar sonra, belki çeyrek asır sonra, size gelmek istiyorum ama nerede olduğunuzu bilemiyorum. Beni öyle bir gemiye bindirdiniz ki, ulaştığım her limanda biraz daha sizden uzaklaşıyorum, biraz daha belirsizliğe gömülüyorum. Ve anlıyorum ki, yıllar sonra, belki çeyrek asır, belki de çeyrek asırdan daha uzun, ilk demir aldığım limana yolumun düşmesi tevekkeli değil.
Bu bir veda… Öteki vedalara benzemeyen bir veda… Kabullenilmesi çok zor, iç acıtıcı, can yakıcı. Çünkü bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve ben bu gerçeği kabullenmek üzere Gecenin Hüznü’yle yaptığım kâğıt bir geminin karşısında duruyorum, gözyaşları içinde veda ediyorum. Elveda çocukluğum, elveda kâğıt gemi, elveda öğretmenim.