dün gece karanlıktan ürkmüş delişmen atlar girdi düşüme
kendime çarpıp olmadık masallar anlatan bir aksakalla cebelleşip durdum sabaha kadar
dört nala gittiğim ve içimin içime sığmadığı lanetli gecelerden biri diye düşündüm sadece
ama değildi biliyordum tenimde sivilceler patlıyordu
ağır bir karanlığa açılan gözlerim öfkeli güzelliklerden çoktan çevirmişti yüzünü
nehirler ve kuru karanfiller sürülüyordu duadan dönmüş ellerime
annem defterine bir derkenar düşüyordu her secdeyi öptükçe alnındaki işaret
yalvaran dilindeki gece güneşi büyüyordu arasıra açılan gözlerinde
babamın nazdan ördüğü berbat bir senaryoyu oynadığımızı görüyordum
kanımda yükselen şiddetli sarsıntı dile gelmişti fakat ben orda kalmıştım
küçük bir sokağa açılan kapının önünde günün bütün yorgunluğuyla
kalkıp gitmek istediğim pencereler ardına kadar nöbet tutuyordu mosmor dönüyordum
parmaklarımdaki çılgın rüzgarı saklayarak yüklenmiştim sarsak adımlarıma
kalbimin üstüne bastırarak hissettiğim küçük kolyeye bir tutam et ulamıştım
öpmüştüm kan damlayan sızısını bu insafsız tenhalığın
dudaklarıma teslim etmiştim dişlerimi olmadık yerimden kanıyordum
avucumda biriken bu yolculuk beni nereye götürüyordu hiçbir tiran bilmiyordu
çatlamış adımlarımın altında inleyen bütün burçlardan kaçıyordum
fincan dolusu turkuaz istiyordum çok görüyordu düşlerimin felaket tellalı
bilmiyordu benim yüzüm böyle çocuk kalıyordu öldükçe günlük telaşlarım
ağzımda acı bir hoyrat geveliyordum bıraktığımda saçlarındaki efsunlu sırrı
ölüyordum olmuyordu sabah düşmüyordum güneşin sancıyan yanlarından
olacağı buydu işte