Doğum tarihi 1972.Doğum yeri İstanbul. Evimizin önüne geldiğinde kırmızı rengi o kadar parlıyordu ki gözlerimizi alamıyorduk ondan. Babam içinde ne kadar büyüktü, ne ihtişamlı görünüyordu. Evimiz şenlendi, kurban kesildi o geldi diye. Kurbanın kanını tekerleğe sürdü babam. “Allah kazadan beladan korur inşallah.” diye dua ettik. Babaannemin, dedemin yüzündeki o gurur, annemin sevinci görülmeye değerdi. Kardeşlerimle,amca çocuklarıyla o kandan bir parmak alıp alınlarımıza değdirdik biz de. Kurban etinin hepsini konu komşuya dağıttı annem. Biz bir gramını bile göremedik. Adak kurbanları eve girmezmiş ihtiyacı olanlara dağıtılırmış konu komşu yermiş. Dedem “Ben size et alırım.” diye teselli etti bizi.
Kırmızı tombul yüzünde gülümseyen iki yuvarlak far. Camda yağmurlu havalarda el sallayan iki tane silgeç. Vites kolunun ucundaki yuvarlak şeffafımsı sertliğin içindeki o kolye ucu ne kadar güzeldi. Bir elması hatırlatırdı bana. Ona dokunmak, içini açmak o parlayan taşı çıkarmak avuçlarıma alıp okşamak isterdim. Aynanın ucundaki küçük nazarlık nazardan korurdu babamı ve M.A. N’ımızı. Arkasındaki kasa yeni gıcır gıcırdı. Nazilli Karasör yazıyordu üstünde. Kapının yanındaki küçük demir merdivenden kasaya çıkmak orada oyun oynamak, saklanmak bizim için bir tutkuydu. Büyükler hep bağırırdı “Düşüp bir yerinizi kıracaksınız.” diye kimin umurunda.
Uzun yollardan uzun yolculuklardan sonra arabayı temizlemek benim işimdi. Bir kova suyun ucuna bakıyordu. Önce panel kısmını siliyordum, torpido gözlerini boşaltıyor içindekileri ayıklıyor, kalanları özenle yerleştiriyordum. Camları silmek için yeniden temiz su alıyor bezi değiştiriyor en son yerleri bir güzel siliyordum. Battaniyeleri dışarıda çırpıp havalandırıyor gerekirse anneme yıkaması için veriyordum. Battaniyeler babam için çok önemliydi. Buzlu karlı yollarda babam onları yere sererek az mı lastik değiştirmişti. Arabamızı aldığımız sene en güzel Hıdrellezi yaşamıştık O sabah ezanda kalktık, Adaçal’a çıkacağız. Bizim evden bakıldığında karşıdan Adaçal görünürdü. Şehrin üstünde üzerinde ağaç kalmamış kuru çorak bir tepeydi burası. Erken kalktığımızı zannederken millet daha erken kalkmış yola düşmüştü bile. Tepenin üstünde siluetler görünüyordu. Tepenin zirvesinde kimsesiz bir mezar olan “Yorgun Dede” etrafında döndük birkaç sefer dualar okuduk “Yorgun Dede” kimdir? Diyeceksiniz.
Rivayet olunur ki Battalgazi’nin askerlerinden olan “ Yorgun Dede” İslam orduları ile Emirdağ bölgesine gelirler; Sivrihisar ve Seyitgazi tekfurunun askerleri ile savaşırken yaralanır, Adaçal’ın eteğindeki yorgun dede mevkisinde asırlık ardıç ağacının gövdesine yaslanır.
Bu haliyle yola devam edemeyeceğini anlayıp arkadaşlarına :
– Beni Hakk’a emanet edin, ben Hakk’a yürüyeceğim, der. Arkadaşlarını yola devam etmeye ikna eder. Arkadaşları gittikten sonra yorgun bedenini ağaca dayar ve orada ruhunu Hakk’a teslim eder.
Arkadan gelen bir grup aradan aylar geçmesine rağmen cesedin bozulmadığını görürler. Yorgun Dede’yi oraya defnederler.
Her Hıdrellezde biz de mezarın etrafında döner dualar ederiz. Sonra çakıl taşlarından, ev, kimi iyi bir koca, kimi araba, kimi para resmi yapardı. Tepenin bu kısmında her yer taşlardan yapılmış şekillerle dolardı. Bugün ne dilersek kabul olduğuna inanırdık öyle derdi büyükler. Kimi âşıklar da burada buluşurdu altı mayısta. Tepenin üzerinde kalan diğer ağaca bez parçaları bağladık biz de. Tepeye çıkmak ne kadar meşakkatli ise inmek o kadar kolay ve zevkli idi. Aşağıya indiğimizde ip atladık evimizin önünde. Annem bütün mahalleliye haber verdi.
Herkes yarım saat sonra bizim kırmızı M.A. N’ın üzerindeydi. Komşuların ellerinde renkli çaputlardan dokuma kilimler, poşetlerde geceden hazırlanmış pastalar, börekler, tatlılar, tuzlular. İlk uzun yolculuğumuz böyle oldu arabamızla. Babam Eskişehir Battal Gazi’ye götürdü bizi. Herkes mutluydu. Arabanın üzerinde türküler söyledik yol boyunca, rüzgâr saçlarımızı uçuruyordu. Oraya vardığımızda karşılaştığımız manzara görülmeye değerdi. Yapı bir camiyi andırıyordu. Geniş bir arazi üstünde kurulmuştu. Taş bir bine altı yedi tane kubbe, uzun bir hol savaşlardan kalma, tarihi eserler, bakır kaplar, orduya yeten içine neredeyse dünyayı alacak gibi görünen bakır yemek kazanları. Battal Gazi mezarının boyu o kadar uzundu ki ona yakıştırılan cesurluk, mertlik, yiğitlik herhalde böyle ifade ediliyordu. Üzerindeki yeşil bez, içerideki mis gibi koku, o uhrevi hava teneffüs edilmeye değerdi. O gün orada harika bir piknik yaptık. Komşular mutluydu, biz mutluyduk babam mutluydu. O günün akşamında o kadar yorgunluğa rağmen ateş yaktık sokağın ortasında, ateş üzerinden atladık. Bütün günahlarımız dökülür inşallah diye.
Kamyon demek yolculuk demekti. Çok uzak yerlere gidecekti babam. Kolay değildi bizim buralardan kalkıp Adana’ya, Antalya’ya gitmek. Cumartesi günü yola çıkardı pazartesi akşam geç saatlerde evde olurdu. Yazın Adana’nın kavurucu sıcağından karpuz getiriyordu babam kasabamızın pazarına yetiştiriyordu. Kışın ise Antalya’dan turunçgiller.
Uzun kış gecelerinde elektrik kesintilerinin olduğu günlerde babam geçtiği yolları anlatırdı, şehirleri, dağları, kırları, ovaları. Kendimi hep kırmızı M.A. N’ın içinde hayal ederdim. Babam anlatırdı ben görürdüm.
Yıllar sonra Orta Anadolu’nun uzayıp giden bozkırı ortasındayım işte. Yollar hiç bitmeyecek gibi. Sarı başakların üzerinde sarı saçlar. Uçsuz bucaksız buğday tarlaları. Dudağımdan şu dizeler dökülüyor farkında olmadan.
Gidiyorum, gurbeti gönlümle duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya.
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı…
Arkada zincirlenen yüksek
Toros Dağları. (F.N Çamlıbel)
Şair Orta Anadolu’ya iniyor. Ben Ulukışla’dan Toroslara çıkacağım. Omuz omuza vermiş sıra dağlar ne kadar muhteşem görünüyor. Manzara o kadar heybetli ki. Kendimi bu dağların ortasında yeşilin, kahvenin tonlarında, dağında taşında mutlu hissediyorum. Uzaktan bakınca dağlar yakınmış zirveler alçakmış gibi geliyor. Yolculuklarımda otobüsün cam kenarlarını tercih ederim. Ben manzarayı seyrederken bir at eşlik eder bana. Güçlü, simsiyah, zeytin karası gözlerinden alevler fışkıran yeleleri rüzgârda uçuşan bir at. Otobüsle beraber o da yol alır. Başa baş bir yolculuk… Önüne çıkan hiçbir engeli tanımaz, engebeleri bir çırpıda atlar, dereleri, köprüleri geçer, hiç yorulmaz deli dolu bir tay. Eşlik eder bana gözleri gözlerimde.
Torosların büyüleyici atmosferinde yalnız değilim tayım benimle. Yeşilin her tonunu görüyorsunuz buralarda. Çam ormanlarından gelen ferah esinti içimi dolduruyor. Tıpkı babamın anlattığı gibi. Bir yılan gibi kıvrılıyor yollar. Bir bakıyorsunuz zirvedesiniz bir bakıyorsunuz dağın eteğinde. Kırmızı M.A. N’ın ve babamın geçtiği yollardan geçiyorum ben de. Eski yolu tercih ediyorum. Babam yıllarca buralardan tonlarca yük ile nasıl gelmiş yarabbi? Hayretler içinde kalıyorum. Meğer ne zormuş yolculuğu her kazandığı helalmiş, alın teri kutsalmış.
Tekir yaylasında konaklıyorum. Buz gibi suyu içimi ferahlatıyor, çam ormanlarının yeşili daha farklı sanki. Daha iç açıcı, daha dokunaklı. “Kuzu pirzolası yemeden Tekir’den geçilmez.”derdi babam. Pirzolamı yerken bakıyorum bir dağın yamacından bir diğerini görüyorum. Yaylanın her tarafına evler dolmuş, nasıl izin verilmiş, neden izin verilmiş beton yapılar göz kirliliği yapıyor.
Yollara bakıyorum da hiç kırmızı M.A. N görmedim. Arabalar, kamyonlar yenilenmiş hepsi son model, yollar güzelleşmiş her yer otoban neredeyse. Zamanında yolların çilesini çeken babam ve kırmızı M.A. N olmuş galiba. Şimdi yollarda babam yok onun kırmızı M.A. N ‘ı yok.
Otomotiv sektörünün teşvik edilmesi ve eski araçların yollardan kalkması için zaman zaman yapılan hurda aracını getirene indirimde sıra kamyonlardaymış. Ne zamandır evimizin yan tarafında mahzun, bir işe yaramamanın verdiği elemle mahcup, her tarafı yara bere içinde, kırmızı rengi solgun, gülen yüzü mutsuz, hasta bir halde yatıyor kırmızı M.A. N.
Yollar artık onsuz ve babamsız. İçimizi burkuyor görüntüsü, kıyamıyoruz onu vermeye, ama öyle durması da içimizi yakıyor. En sonunda başka bir arabanın üstünde son yolculuğuna çıkıyor kırmızı M.A. N. Arkasından sadece bakıyoruz, koyu kopkoyu bir hüzün kaplıyor içimizi. Yıllarca neşe içinde türküler eşliğinde salınarak geçtiği yollardan şimdi üzgün gidiyor. Son yolculuğu bu onun.
Hep gülümseyen ve gülümseten bir ifadesi olduğunu düşündüm. Hep iyimserliğin ve iyiliğin yüzü oldu M.A. N. Tıpkı babam gibi.