13.
Bırak kendini suyun akışına, alıp götürsün seni
istesen de istemesen de, tüm olmuşlar gibi olacakları da değiştiremezsin.
inan ve inandığınla yaşa, yolun ara sıra masallarla süslensin
bilmiyorsun henüz, ama masal da sen anlatıcı da sensin.
uyandırıldığında yazacak seni kalem, kim bilir okunacak mısın lâkin.
“Ürkütücü” diye düşündü Ayşemin. “Bu garip eski binalar, eski biçimler, eski kokan her şey… neden hepsi eski? Sanki metrûk zamanlardan kalma.” Taş merdivenlerde tıkırdıyordu adımları. Yankılanıyordu bütün sesler. Döne döne başı dönmeye başladı. “Yok dayanamayacağım, yerin altına girmeye dayanamayacağım” diyerek duracak gibi oldu, ama vazgeçti. “Bu değil benim aradığım, böyle bulmayacaktım ben yolumu, bu kadar karmaşık değildi istediğim” diye mırıldandı. Sıray sol koluna girmiş yavaşça indiriyordu bilmediği derinliklere hiç konuşmadan. Döndüler. Döndüler. Döndüler. Uzun bir koridorun başında bittiğinde basamaklar derinden gelen bir ney sesi ulaşıyordu kulaklarına. Her adımda artacaktı bu ses. Çağıldayacaktı onlara doğru. Yumuşatacak, yoğuracak, törpüleyecekti onun en sert, en keskin, en haşin taraflarını. Her adımda büyüleyip içeri çekecekti gelenleri. Ayşemin uzun koridora baktı. Meşaleler gölge oyunları sergiliyordu önlerinde. Bir esinti saçlarını okşuyor, tenlerini ürpertiyor, değişik kokuları peş peşe taşıyordu. “Gerçek değil” diye düşündü Ayşemin. “Hiçbir şey gerçek değil.” “Doğru” dedi ses. “Kapat gözlerini, yeniden açtığında burada olmayacaksın.” Şaşkınlıkla Sıray’a baktı Ayşemin. “Öyle mi?” diye atılıverdi. Şimdi tam karşısında durmuş iki koluyla kollarından yakalamıştı Sıray’ı. “Öyle mi olacak? Sana da mı öyle oldu?” Demedi hiçbir şey Sıray. İzin verilmediği yerde araya giremezdi. O bir figürdü sadece. Bir destek… Şimdi gözlerini kapatmaya korkuyordu Ayşemin. “Yapamam” diye mırıldandı. “Başka bir çukura daha yuvarlanamam.” Ellerini gevşetip Sıray’ı usulca bıraktı. Koridor boyu sağlı sollu belli aralıklarla yerleştirilmiş oturakları farkedince ilkine yöneldi. Çöküverdi. Üşümeye başlamıştı. Ney derinden onlara eşlik ediyordu. Ellerini kucağında birleştirmiş, gayr-i ihtiyârî avuç içlerini ovalıyordu şimdi. Tedirgindi. Bunalmıştı. Yorulmuştu. Biliyordu daha fazla dayanamayacaktı. İzin versinlerdi ona artık; bu öyküyü beğenmemişti, sevmemişti. “Saray” diyecek oldu. Vazgeçti. “Dönsem” diyecek oldu. Vazgeçti. Kapana kısılmış gibi, bir kafese kapatılmış gibi hissediyordu yine. “Çıkarın beni buradan” diye bağıracak oldu. Vazgeçti. “Dünya da bir kafestir, bir çukurdur, bir hapishanedir; üzerinde yürümesini bilmeyene” diye fısıldadı ses. “Dönmek istiyorum” diyebildi nihâyet Ayşemin. “Beni döndür!” “Nereye?” diye sordu ses. “Geldiğim yere” dedi Ayşemin. Ağzından çıkan kelimeyi duymamak için gevelemişti sanki. “Nereden geldin?” diye sordu ses. “Saraydan…” dedi Ayşemin. Şimdi alnından terler boşanıyordu. Vücudu titremeye başlamıştı. Gözleri dört dönüyordu her bir nesnenin üzerinde duraklayarak. Taşlar griydi. Dümdüz kesilmişti hepsi, dümdüz yerleştirilmişti yanyana. Hiçbir çatlama, hiçbir kırılma yoktu. Pürüzsüz görünüyorlardı mermer gibi. Duvarlara baktı birden. Meşalelerin yaydığı ışık dalgalanıyordu yukarından aşağıya, aşağıdan yukarıya. Koridorun ilerisini görmeye çalıştı. Dipsiz bir kuyuyu andırıyordu. “Saraydan…” diye tekrar etti sonra sesi titreyerek. “Nerede olduğunu biliyor musun?” diye sordu ses. Yok, bilmiyordu. Dünyaya dair ne biliyordu ki. Hiç. Ne anlattılar ki. Hiç. Ne gösterdiler ki. Hiç. Bu yüzden kaçmamış mıydı? Dönmek için çıkmamıştı ki. Dönmek aklına gelir sanmamıştı ki. “Bilmiyorum” dedi Ayşemin. “Özledin mi?” diye sordu ses. Yok özlememişti. Özlediğinden değildi. Âcizliğindendi. Zayıflığındandı. Güçsüzlüğünden, bilgisizliğinden, çaresizliğindendi… “Özlemedim” dedi, “Ağır, zor her şey. Taşıyamıyorum” diye düşündü Ayşemin ve gözlerini âniden kapatıverdi. Ney derinlerde bir yerde devam ediyordu dem tutmaya. Gözlerini açtığında kumsalda oturuyordu. Dalga sesleri şimdi ney sesine karışıyordu. Tuz kokusu, yosun kokusu, nem kokusu ılık yel ile yüzüne çarpıyordu. Kumlar ellerinin altında oynaşıyordu. Yalnızdı. Yine yalnızdı. Niye hep yalnızdı? Niye kimse çıkmıyordu karşısına? Hep yalnızdı. Her yerde yalnızdı. O an yalnız olmayacağı bir yer bulana kadar gözlerini açıp açıp kapatmaya karar verdi. Tam kapattığında göz ucuyla birisini görür gibi oldu. Ama çoktan o görüntüye gözlerini kapatmıştı. Yeniden açtı hemen. Ney sesi hep oradaydı. Sanki içinden yükseliyordu ses. Bu sefer geceydi. Geniş bir balkonda büyük ahşap bir salıncaktaydı şimdi. Balkonun etrafı bir metre yükseklikte duvarla çevriliydi. Loş bir ışık çevrede oynaşırken tam köşede birisinin varlığını farketti. Sırtı dönüktü. Daye değildi. Sıray değildi. Bir erkekti. Ama kimdi? Yüzünü görmek istediğini farketti. Sağ elini ileriye doğru uzatmıştı ki kendisini El-Atîk’te aynı koridorda oturuyorken buluverdi. Sağ eli hâlâ ileriye doğru uzanmış duruyordu.“O kimdi?” diye sordu Ayşemin Sıray’a bakıp. Cevap alamadı. Sessiz bakıştılar yine. “Gidelim” diyerek ayağa kalktı. Koridor bitsin, nereye varacaklarsa varsınlardı artık. Böyle sürüklenmekten sıkılmış, içi bulanmaya başlamıştı. Her adımda ney sesi daha bir netleşti. Yumuşak, cezbedici, çekici, hüzün dolu…ağırdan al her şeyisevmeyi ve sevilmeyi…Yürüdüler. Koridor sonunda başka koridorlar çıktı karşılarına. Sağa saptılar, sola saptılar, yine sağa saptılar, üç ayrı kapıdan geçtiler, perdeleri çekilmiş ara geçitlerle karşılaştılar, indiler çıktılar, küçük odalara varıp, büyük salonlarla kesiştiler. Yine yürüdüler, yine yürüdüler. Duvarlarda yerden tavana kadar yükselen raflar, raflarda küçüklü büyüklü kitaplar, her duvar boyu yükselen tek kişilik ahşap merdivenler gördüler. Durmadılar. Bir yere varacak gibi, biriyle sözleşmiş gibi hiç durmadan yürüdüler. En sonunda bütün cephesi kocaman pencerelerle kaplanmış dev bir kapının dışarı açıldığı son alana gelebildiler. Kalın, hantal, siyah kadife perdeler tavandan aşağıya kadar dökülüyordu. Işık her bulduğu aralıktan içeri sızmaya çabalıyordu. Kapıya yaklaştı Ayşemin. Tam önünde durduğunda kolunu tutup usulca indiriverdi. Geniş kapının iki kanadı ardına kadar açılınca geniş bir balkona çıktılar. Loş mekândan ışığa geçmek gözlerini acıttı. Bir süre bakışlarının netleşmesini beklediler. İnanılmazdı. Netleşen manzara tarifsizdi. Alabildiğine uzanıyordu. Ayşemin balkon trabzanına kadar gidip oradan neler görebileceğine bakmak istedi. Adımladıkça rüzgâr eteklerini uçuşturuyordu. İki eliyle mermer trabzana tutunduğunda önce korkudan, sonra hayretten olduğu yerde donup kaldı. “Bu nasıl bir güzellik böyle!” diye mırıldandı. Balkon bir dağın yamacından yüzlerce metrelik bir uçuruma bakıyordu. Yemyeşil dağlar öbek öbek yükseliyordu uçsuzca. O taraftan bakıldığında düz bir duvar gibi görünen El-Atîk dağların içine gizlenmiş çok özel bir mekândı. Ufukta iki dağın birbirinden ayrıldığı noktada mavi bir leke gördüğünde “deniz” diye mırıldandı Ayşemin. Su sesi kulaklarına ulaştığında da aşağıya doğru hafifçe eğilip baktı. Dört küçük şelâlenin tepelerden aşağıya doğru döküldüğünü, bir nehre karışıp denize doğru yol aldığını gördü. “Burada ne kadar kalabilirim?” diye düşündü. “Bir yıl, beş yıl, bir ömür?” “O kadar dayanabilir misin, sıkılmaz mısın?” diye sordu ses. “Sıkılır mıyım?” diye düşündü Ayşemin. “Saraydan sıkılmadın mı?” diye sordu ses. “Sıkıldım” dedi Ayşemin. “Eğer yalnızsan, amaçsızsan nereye gidersen git oraya sığmayacaksın” dedi ses. Yüzü döküldü Ayşemin’in. Doğruydu. Sıkılacaktı. Yine gitmek için bakınacaktı. Nefesi daralacak kaçacaktı. Ney sesini daha güçlü duymaya başladı. Ayşemin büyülendiği manzarayı, Sıray da Ayşemin’i seyrediyordu şimdi. Balkondaki oturaklar, dörtkenar masalar, bir köşede şırıldayan su, yeni açmış kırmızı ve pembe sardunya’lar, toprak saksılara özenle yerleştirilmiş her renk lâle’ler, azelya’lar; frezya, iris, karanfil’ler; bütün duvarları kaplayan çılgın sarmaşık’lar… her şey bir masal kadar gerçek dışı görünüyordu. “Ben yok muyum?” diye sordu Ayşemin kendi kendine. “Var mısın?” diye sordu ses.
varlık ve yokluk nerede başlar
ve nerede biterdi