Hâris, Dilenciyle Görüşüyor
Dilenciyle oğlunu karanlık, rutubet kokan bir zindanda yan yana oturur buldum. Dilenci, ölümün soğuk yüzü ensesine yapışmış her insan gibi küçülmüş, ölmeden önce ölmüş de yalnızca iki kuru nefesi kalmıştı. Dilencinin oğlu ise, zindanda değil de sanki sarayda tahtında oturan bir padişah gibi dimdik, mağrur; nerede, ne halde olduğunu hesaba katmadan, durmadan sevdiğinin adını sayıklıyordu. Az biraz daha gözlerim karanlığa alışınca baba oğulun hemen yanında odayı baştan sona kaplayan Kaknüs’ün kömür karası kanadını gördüm.
“Ey dilenci, nedir bu halin ve yanında boylu boyunca uzanmış kanat kimindir?”
Zavallı adam, bunca kederin içinde yine kendinden ziyade oğlunun canını kurtarma telaşıyla karşılık verdi:
“Evlat dediğim canımdan ciğerimden koparıp da haneme gül goncası diye koyduğumdur. Ağlasa ağladığım, gülse güldüğüm… Evlat, bin canım olsa binini de uğruna feda edeceğim yardır. Dilenci de olsan padişah da olsan evladından daha kıymetli bir hazine var mıdır? Dünyanın bütün şehzadelerini getirsen oğlumun saçının teline değişmem. Lakin davul da dengi dengine, insan da…
Benim bu bahtsız oğlum padişahın kızına gönül verdi. Çılgın arzularla gönlünü perişan eyledi. Onun yürüdüğü yollarda ayağının altında bir toz olmak için sersefil oldu. Onun kokusunu belki duyarım diye kızın geçtiği yolların divanesi oldu. Tam kızın geçtiği esnada onca korumayı hışımla yarıp sırf sevdiğinin ayağı değiyor diye dudağını prensesin atının üzengisine dokundurdu. İşte o anda korumalar oğlumu derdest edip padişahın huzuruna çıkardılar. Ah benim aşk derdiyle mecnuna dönmüş oğlum! Padişahın huzurunda bırakın af dilemeyi, aşkından divaneye dönmüş bülbülün güle feryat etmesi gibi şakımasın mı? O gün bugündür zindan, mabedi oldu.
Vardım padişahın huzuruna; kanlı gözyaşları döküp merhamet dilendim. Atın üstüne konan at sineğinin hiç suçu olur mu?”
‘Oğlunu salarım ama bir şartım var.’ dedi padişah.
Kederden gönlü kavrulmuş bir baba ne diyebilir ki:
Dileyin yıldızları yere sereyim, dağları kaldırayım, denizleri ayağınızın dibine getireyim yüce padişahım!”
Padişah yalnızca Kaknüs’ün kanadını istedi:
‘Bırak yıldızlar gökte dursun, dağlar bulutları delsin, denizler ufku kucaklasın, yakamozdan bir yüzük taksın parmağına. Ben Kaknüs’ün kanadını isterim. O kanat ki kızıl, mor tüylerle bezeli. O kanat ki üzeri saf altınla döşeli. Her altın bir harf olmuş yan yana dizilmiş de Dünya’nın sırrı yatar o kanadın üzerinde. Her kim ki o kanatlardan birine malik olur, dünyanın bütün hazinesi işte ona sunulur. Var git dilenci, bana Kaknüs’ün kanadını getir, oğlunu kurtarmak istersen işte tek şartım budur.’
Oğlumun bu kara zindanda bahtsız bir gül gibi solmasına izin veremezdim. Aylarca, yıllarca Kaknüs’ün yolunu gözledim. Sordum, soruşturdum; çöller aştım, vadiler geçtim, hırçın denizlerden geçti yolum.
Çıplak bir vadinin yamacında rastladım Kaknüs’e. Kanatlarını öyle bir açtı ki boydan boya bütün vadiyi kapladı. Kaknüs dedikleri bu kuştan başkası olamazdı.
İyi de nasıl yakalamalı? Bilek gücüyle olacak iş değil, hele benim gibi sefil bir adamın yapacağı iş hiç değil… Öylesine korkmuştum ki neredeyse vazgeçecektim. Sonra gözlerimin önünde zindandaki oğlumun sureti belirdi. Hele bir de celladın keskin kılıcıyla oğlumun kellesini gövdesinden koparacağını düşününce bende bir delilik hali vaki oldu. Ne yaptığımı ne ettiğimi bilemedim. Vadiye yukardan bakan o sarp dağların tepesine çıktım ilkin. Sonra gözümü bile kırpmadan bir ‘Allah!’ nidasıyla kendimi aşağıya attım. Kaknüs baktı ki bir insan hızla aşağı doğru düşüyor. Hemen süzülüp beni kanatlarının üzerine aldı. O kadifemsi mor, kızıl kanatların, gözün dayanamayacağı parlaklıktaki saf altın harflerin üzerindeydim. İşte o an kuşağımdan hançeri çıkarıp Kaknüs’ün kanadını kesmeye başladım. Zavallı ne kadar çırpınsa da elimden kurtulamadı. Hemen altımızdaki bir mağarayı gözüme kestirip kestiğim kanatla beraber aşağıya atladım.
Padişahın huzuruna varıp sırtımdaki kanadı gururla huzura bıraktım fakat o da ne? Samanyolunun renkleriyle bezenmiş parlak tüyler, yakıcı bir ışık saçan saf altından harfler, kor alevin içinde cayır cayır yanmış gibi kömür karası olmuştu.
Padişah hiddetle tahtından fırladı:
‘Sen benimle alay mı edersin bre deyyus? Muhafızlar, doğru bunu zindana, oğlunun yanına atın!’
İşte böyle aldı beni Kaknüs’ün ahı!”
Dilencinin Oğlu Aşkını Anlatıyor
Cihanın her cüzü âşıkken, her şey sevgili ile buluşmak için çırpınıp dururken benim âşık olmamam hiç yakışı kalır mı? Ben de padişahın kızına âşık oldum. Hakikat penceresinde gölgelerin ne önemi var. Bu rüya âleminde suretin makamı hiç sorulur mu? Kalp elbisesindedir mührümüz, akıl yalancı bir hokkabaz… Akıl; kördür, sağırdır kalpteki hakikate.
Körler, sağırlar bir olup beni kınayıp ayıpladılar. Bense onun yolunda toz olmak için geçeceği yollarda duruyor; rüzgâr bir an olsun onun kokusunu yüzüme çalsın diye bir hedef tahtası gibi bekliyordum. Onun hasretiyle kalbim sessizce kanıyor ve gözyaşlarım bolca akıyordu.
Benim o ay yüzlü sevgilinin yoluna her daim çıkışımdan, o kan revan gözlerimden muhafızlar halimi anlayıp beni bir güzel pataklayıp o güzelin yoluna çıkmayı menettiler. Rüzgâr nereye eserse bulutlar o yöne gitmez mi? Pervaneler ışığın etrafında can vermez mi? Ben nasıl o yardan ayrı kalayım? Şekerden kovulan sinek gibi uçup uçup da yine döndüm. Korumalar da yine dövdüler, yine kan revan içinde bıraktılar ya nafile… Seven insan sevdiğinden nasıl vazgeçer, sevdiğinden nasıl ayrı yaşayabilir ki?”
Biri bana şöyle dedi:
“Seninkisi ne cüret ne deliliktir böyle? Yoksa sopanın ve taşların açtığı yara berelere aldırmaz mısın?”
Şöyle cevap verdim:
“Bu hakaretleri bana o yaptırıyor. Bunca işkenceye maruz bıraktıran onun aşkı. Kendisinden şikâyet etmeye hakkım var mı? Bana düşen hakkıyla âşık olmaktır. Sevdiğimin bana karşılık verip vermemesi ona kalmıştır. Ondan ister dost muamelesi göreyim, ister düşman muamelesi, fark etmez. Çünkü benim aşkım bundan münezzehtir. Sakın ola ay yüzlümden uzak kalmayı beklemeyin benden. Ben ki onun ayaklarının dibinde bile teselli bulamıyorum. Benim ondan ayrı kalmaya dermanım mı var? İsterlerse başımı bir çadır direği gibi eşiğe çivilesinler, fakat beni saraydan uzak tutmasınlar. Pervanenin ateşin dibinde ölmesi, karanlığın dibinde yaşamasından daha iyi değil midir?”
O kişi tekrar sordu:
“Peki, sevgilin sana çevganıyla vursa?”
Ben de şöyle söyledim:
“Ne âlâ! Çevgandaki top gibi kendimi ayaklarının altına atarım.”
Laftan anlamaz adam yine sordu:
“Ya onun kılıcıyla başın uçurulsa?”
Cevap verdim:
“Hayatımı feda etmeye hazırım. Ben o sevgiliden başımı nasıl sakınırım? Başımın üzerinde ha kılıç, ha taç, ne fark eder ki benim için? Gel artık beni suçlamayı bırak. Gözlerim Yakup’un gözleri gibi kurusa bile Yusuf’u tekrar görme ümidimi korurum.”
Yine bir gün sarayın önünde beklemekten taş olmuşken ansızın atıyla o ay yüzlü yar belirdi. Daha korumalar ne olduğunu anlayamadan var gücümle koşup atın üzengisinden öptüm. Sevgili, kızgın ve kibirli bir halde hemen atının yönünü çevirdi.
Onun ardından şöyle seslendim:
“Neden kaçıyorsun benden? Bir prenses değersiz bir nesneyi hiç umursar mı? Senin aşkın benim varlığımı sildi. Suçum varsa o suçu işleyen ben değil, sensin; çünkü benim bütün bedenimde senden başka hiçbir varlığa yer yok. Ben değil sensin o suçu işleyen! Ben her şeyimi feda ettim. Şeref, hürriyet… Elin neden kılıç kuşansın? Çıldırtan gözlerinin okları kalbimi delmedi mi? Sazlığı ateşe verip uzaklaşmışsan, o alevler bütün ormanı kaplar da geride ne kuru kalır ne yaş!”
Dilencinin oğlu bunları söyler söylemez bir ‘ah!’ edip bayıldı.
Dilencinin Oğlu Muradına Erdi mi?
Meğer dilenci ve oğluyla konuşmam için beni zindana gönderen padişah, yanında güzeller güzeli kızı olduğu halde peşim sıra gelip bütün konuşulanları gizli gizli dinlemesin mi? İşte o an padişah, Kaknüs’ün kanadına o letafetli renklerin de saf altın harflerin de güneşten geldiğini anlamış. Güneş varsa mor var, kızıl var, mavi var. Sarı, yeşil, al… Güneş varsa yakıcı ışık saçan saf altın harfler var. Güneş olmasa Ay’ı nereden görürdük? Güneş olmasa yağmur nasıl sulardı toprağı? Güneş olmasa nasıl can bulurdu kâinat? Kaknüs’ün kanadı da güneş olmadan bir hiç değil mi?
Ey ruhunun güneşini söndüren gafil adam! Sen hiç görmez misin içinin Kaknüs’ün kanadı gibi kömür karası olduğunu? Güneşten uzak olan, onun yokluğunu nereden bilsin? Bütün dünyayı zifiri karanlık sanırsın. Ne olurdu şu kör karanlık zindandaki dilencinin oğlundan ibret alsaydın. O zaman gölgelere takılmaz, içinde taşırdın güneşini.
Padişahla kızı dilencinin oğlunu gözyaşlarıyla dinlemişler. Onun o bitimsiz aşkının, aşkın gerçek sahibinden olduğunu bilmişler. Padişah, kızına ondan iyi koca, tahtına ondan iyi bir varis bulamayacağını anlamış.
Ben daha zindanda dilenciyle oğlunun yanından çıkmadan baba kız gözyaşlarına gark olmuş geldiler yanımıza.
Padişah nedametle şunları söyledi dilencinin oğluna:
“Ey oğul! Ben göremedim senin içindeki hakikatin ışığını. Gölgeler oyununda asılıp kaldım. Meğer aşk varsa nefes alırmış ruh. Aşk varsa dönermiş Dünya. Aşkın boyasıyla boyanırmış cümle mahlukat. Aşksız, tahtım kuru bir dal; tacım, bahtım yalanmış. Bundan böyle kızım da tahtım da senindir.”
Padişah gözyaşlarını silerek bana döndü:
“Ey Haris! Yükünü aşktan yana tutmuş garip seyyah! Yerde boylu boyunca duran şu kömür karası kanadı al da git! Emaneti sahibine ulaştırıp af dile. Bildim ki Cenabı Hak onu merhametinden görevlendirmiş.”
Haris Ölüyor mu?
Zindandan dışarı çıktığımda korkunç bir sıcaklık yumruk olup göğsüme çökmüş, nefes almama izin vermiyordu. Padişahın verdiği adamlar ve atlı arabalarla Kaknüs’ün kanadını saraydan çıkardık. Derhal onu limanda demir atmış gemilerden birine yükleyip doğruca Kaknüs’ün olduğu yöne yelken açtık. Kıyıdan iyice uzaklaştığımızda Kaknüs’ü denizin ortasında tek kanadını kapatmış, ağlar vaziyette bulduk. Güneş üstümüze kızgın oklarını mızrak mızrak atıyor, bedenimiz kavrulacak gibi oluyordu. Kaknüs, kömür karası kanadını görünce iyice perişan oldu:
“Allah’ım! Senin şu kullarının aç gözlülükleri kendi sonlarını hazırlayacak. Kendi yaktıkları ateşte kavrulacak bedenleri.”
Sonra bana dönüp şöyle dedi:
“Ey Haris! Güneş, dünyayı yakıp kavurmadan tez yerine koy kanadımı!”
Kaknüs, kanadına kavuşur kavuşmaz doğruca göğe havalandı. Ateşin etrafında el pençe divan duran pervaneler gibi göğsünü açtı. Tam da güneşin önüne gelince kanatlarını onun yakıcı oklarına siper etti. Kanatlar müthiş bir gürültüyle açılıp kapanıyor, gök gürültüsüne benzer sesler çıkarıyor, şiddetli bir rüzgâr esiyordu. Güneşin o yakıcı zerreleri kömür karası kanadın üzerine düştüğünde renkler çiçek olup açıyor, Kaknüs yine morlu kızıllı o parlak tüylerine kavuşuyordu. Güneş, şefkatli bir anne eli gibi Kaknüs’ün kanatlarına dokundukça yine o saf altın harfler beliriverdi. O harfler yan yana gelmiş şöyle yazıyordu:
“Ne dünya ne sema yarattı beni. Ne de ateşten kanatlar… Beni yaratan, Güneş’in ve yerin göğün sahibi.”
Kaknüs, kanatlarını iyice gerince güneşin alevden okları üzerimizden çekildi. Göğsümüzdeki o ateşten yumruk kalkınca hepimiz rahat bir nefes aldık. Kaknüs’ü orada bırakıp tekrar kıyıya yanaştık.
Padişah beni kızının düğününe davet etmiş olsa da yolcu yolunda gerektiğinden düğüne katılamazdım. Herkesle vedalaşmak için saraya vardım. O cennet bahçeyi geçip huzura varmak için merdivenlerden çıktığımda başveziri karşımda buldum. İnsanın çehresinin hâli gönlünün aynasıdır. Başvezir hiddetinden kudurmuş şöyle söylüyordu:
“Ey ahmak, benim bütün planlarımı alt üst edip böyle kolayca kaçabileceğini mi sandın? Dilencinin oğlunu zindana attıran bendim. Bilirdim padişahın kızının da onda gönlü olduğunu, lakin cüret edip de babasına söyleyemezdi. O ahmak aşığı öldürtüp padişaha damat olmaktı muradım. İşte o zaman tahtın tek varisi de ben olacaktım. Madem eremedim muradıma, şimdi senin canını almak haktır!”
Başvezir, son sözlerini bitirmeden göğsümün sol yanına keskin bir hançer saplandı. Yüreğimin üzerinde başlayan o acı, dalga dalga bütün bedenime yayılıp gözlerimde fer, dizlerimde takat bırakmadı. Sesler, uğultular, bağırış çağırışlar, koşturanlar, beni tutanlar, sarsanlar, oluk oluk kanayan yarama bastıranlar, kucağında taşıyanlar, hekim diye haykıranlar, gözyaşı akıtanlar hepsi ama hepsi usul usul gözlerimin önünden kayıyor; bense bütün bu seslerden ve gölgelerden yavaş yavaş uzaklaşıyordum. Artık her şey geride kalmıştı. Gölgelerin dünyasına veda edip beden elbisemi üzerimden çıkarmaya hazırlanıyordum.
Benim için endişelenen onca insanın arasında müthiş bir gürültüyle yere düştüm.
Haris Gözlerini Açıyor
Gözlerimi açtığımda izbe bir han odasında ateşler içinde yatıyordum. Göğsümdeki hançer yarası sızım sızım sızlıyor, geceyle gündüzü, düşle gerçeği ayırt edemez bir hâlde kıvranıyordum. Bu bitmek bilmeyen sancıların kucağında yatağıma doluşan ifritler, periler, yedi başlı ejderler beni oradan oraya savurup mecalsiz bırakıyordu. Hele o ifritlerden biri yok mu, içlerinde en büyüğü, en acımasızı… Bîmecal yattığım vakitlerin birinde ta ense köküme kadar yanaşıp canıma kastetmişken birden kuyruğunu sıkıştırıp kaçarak gitti. Soysuzlar sizi! Hele bir iyileşince gözüme görünün de kılıcımın tadından nasibinizi alın.
Daha yiyecek ekmeğim varmış ki bir sabah dizlerime derman geldi, ayağa kalktım; aşağıya indim. Pala bıyıklı, şiş göbekli, iki kaşı arasına bir karınca sürüsü taht kurmuş hancıya çorba istediğimi söyledim. Neyse ki çorba, hanın kendisi kadar kötü değildi. İçime sıcak bir şeyler aktıkça gözüm açıldı. Zamanı kestiremesem de nerede olduğumu hatırladım. Babil’deydim.
Az sonra hanın kapısı aralandı. Güneş ansızın süzülüverdi içeriye. Önce kör etti gözlerimi bu ışık; sonra o gözler yavaş yavaş açıldı ya bu sefer de gözlerimin bana bir oyun ettiğini sandım. Bir insan bu kadar mı güzel olurdu? Sandım ki Hz. Yusuf çıkagelmiş. Ona bakan bir çiçek bahçesi gördüm sanırdı. Kakülleri kıvrık, kuzgun gibi siyahtı. Gözleri akar sular kenarındaki güvercinler gibi cıvıl cıvıldı. Yanakları sanki hoş kokulu çiçek tarhları, dudakları mür yağı damlatan zambaklardı. Elleri yaz bulutları kadar sakin, bacakları kaya gibi sağlamdı. Araladığı kapıdan bir bahar rüzgârı vurdu yüzüme.
İşte kıyısında güvercinler eğleşen bu güzel yüz, bu kara kaşlar, bu cesur bakış… Hele gözlerimi alan o gümüş eller… Nasıl tanımam ifritleri dağıtan bu eli?
Bu benim kardeşim Seyfelmülûk değil mi?(Son)
Bu Sayının Diğer Yazıları
Mustafa ÖZDAMAR İle Kırık Kandil ve Eserleri Üzeri... / Selami Şimşekİlkeler ve Ülküler / Şeref Akbaba
Vicdani Körlük / Ay Vakti
Körler Sağırlar / Züleyha Kayaoğlu Eker
Birikmiştik / Yavuz Ertürk
Tümünü Göster
Gün Aşırı
- İlk Adım
25 Nis 2018
Allah’ın adıyla Şairin anlamlı beytiyle giriş yapmak istiyoruz: “Erişir menzili Devamını Oku…
Cuma Akşamı
- Bana Sevdamı Geri Ver
25 Nis 2018
Kim, neyi kaybettiyse onu arıyor. Kıymet arz eden ve kendi Devamını Oku…