III. “Bir uyanış olmadan bir diriliş, bir diriliş olmadan da bir kurtuluş olamaz.
…
Artık batı yok eden sayılar
Artık doğu tükenen rakamlar
Fakat bir gün gelecek
Çağırmasını bilirsen gelecektir
Doğu’yu Batı’yı bilen gelecek
Kendi cebrine çeviren gelecektir. (Taha’nın Kitabı’ndan)
Üstad Sezai Karakoç’un aramızdan ayrılışı üzerinden 3 yıl geçti. Ardından onu anmak için birçok sempozyum, panel, konferans düzenlendi, kitaplar yayınlandı, onu tanıyanlarla söyleşiler yapıldı. Bütün bu etkinlikler Üstad Sezai Karakoç’u anlamada, davasını ortaya koymada bütün içerisinde ne kadar bir yüzdeliğe sahip, bilemiyorum. Ancak Üstad Sezai Karakoç’u yakından tanıyan, onun şiiri, ideali, fikirleri hakkında bilgi sahibi olanların takdir edeceği gibi daha çok magazinsel unsurlar ve araçsallaştırmalar ön plandaydı denebilir. Bir şekilde Sezai Karakoç ile yolları kesişmiş olanların bunu ispat etmedeki gayret ve çabaları, “sağ elinin serçe parmağının neden titrediğini tahmin edebilme” iddiasından tutun da onun sevmenin sevap olduğu düşüncesini ileri sürmeye kadar bir sürü anlaşılmaz, şaşırtıcı ve vefasız tavır ön plandaydı. Dahası koca koca mevki makam sahibi adamların İslam âleminin tarihi süreçte eşine rastlanmayan bir şekilde içinde yaşadığı çaresizlik girdabında buna dair Üstad Sezai Karakoç’un diriltici, ruh aşılayıcı, çare üretici fikirlerine eğilmek varken ona vefasızlık pahasına, sırf gündeme gelebilmek için kimilerinin çabalarına iltifat etmesi, onu “Mona Rosa” parantezine hapsetmeye çabalaması ise anlaşılabilir bir durum değildi. Biz de onun vefatının ardından gelen talepler üzerine bazı etkinliklere katıldık, birkaç yazı kaleme aldık. Ay Vakti’nde de Düşünce Geleneğimiz ve Sezai Karakoç başlığı altında iki yazı yayınlandı. Bu yazı da daha önceki yayınlanan yazıların bir devamı mahiyetindedir. Bir yazar ancak bir geleneğin içindeki yerine göre gerçek manada değerlendirilebilir. Bundan ötürü kaleme aldığımız yazılarda Sezai Karakoç’un düşünce geleneğimiz içindeki yerine işaret etmeye çalıştık.
Üstad Sezai Karokoç’un vefatından sonra geçen üç yıllık sürede ülkemizde ve dünyada kitleleri özellikle ülkemizi, İslam dünyasını derinden etkileyen birçok hadise meydana geldi. Yaşadığımız siyasi, sosyal, ekonomik bunalımlar onun ne kadar haklı olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Feraset sahibi insan derin sezgisi sayesinde olaylar meydana gelmeden gücü ölçüsünde önlemler almaya çalışır. Bir hadise meydana geldikten sonra onun olumsuz etkilerini ortadan kaldırmak zordur. Sel gelme ihtimali varsa evi terk etmek bir önlemdir. Ancak sel geldikten sonra ondan kurtulabilmek mümkün olmayabilir. Üstad Sezai Karakoç da engin deneyim sahibi bir çiftçi gibi gelmekte olan fırtınayı şair hassasiyeti, feraseti ve derin bilgisiyle sezmiş ve alınması gereken önlemleri ömür boyunca şiirleriyle, fikri yazılarıyla, konuşmalarıyla adeta haykırmıştır. Ancak toplumumuzda ilim adamına, sanatkâra, şaire yeterince değer verilmediği, söyledikleri pek dikkate alınmadığı için her zaman birçok olumsuz durumla karşılaşılmaktadır. Toplumumuzda şiir önemli bir yer tutar. Ancak hayal yönü daha ağır basması dolaysıyla kimileri şairlerin sözlerini pek dikkate almaz, almamaktadır. Üstad Necip Fazıl Kısakürek de bundan yakınanlardandır. O bu konuda şöyle demektedir:
“Eski Yunan’da bir tragedya şairinin, temsil ettiği marifet adına donanma kumandanlığına bile layık görülmesi ölçüsüne karşı, öteden beri şaire bir yarı deli tam şapşal gözüyle bakan bir cemiyetten ne bekleyebilirsiniz?”[1]
Oysa şair toplumlar için bir ışık, bir umut, bir sevinçtir. Şair toplulukların tam bir depresyona düştüğü, ruhlardan bir havai fişek hızıyla çıkan melankoli dairesinin tam kapanmak üzere olduğu anda yetişir, insanı hedefine giden bir ok haline getirir, onun tüm dikkatini ileriye, ufuklara çevirir, ona dışa doğru hücum aşkını verir, onu yeniler, tazeler, dirilişinin harcını yoğurur, kıvamlaştırır. Şair bir toplulukta, insanların içinde kırık dökük bin mühürle mühürlü ahenkleri derler, toplar, demetler, buket haline getirir ve onu toprağın içine uzanan zengin maden damarları gibi edebiyat alanına uzatır.[2] Şair, sadece felakete uğramış ulusu için ağıt yakan, ağlayan biri değildir; onu ayağa kaldırmak için başını yükselten, toplum minberine çıkan kahramandır. Umutlandırandır, muştular saçandır. … Şairi olmayan millet, yok demektir. Şairlerini görmeyen millet, kendini görmüyor, şairlerini yaşamayan millet yaşamıyor demektir.[3] “O, yalnız milletin geçmişini değil, geleceğini de yüklenmiştir. Gelecek felaketleri sezip çığlık çığlığa haber vermek, halkı uyarmak, ona yön göstermek, bunu da kalplere ve ruhlara işleyecek bir güçle yapmak ödevindedir.[4]“Tüm bu özelliklerin yanı sıra şair, düşünce geleneğinde kendine bir yer edinmiş ve bu geleneğin önde gelenlerinden biri olmuşsa, dile getirdikleri daha da önem kazanır. Zira düşünce aynı zamanda şiirden ayrı olarak bir mantık sürecinden geçirilerek ortaya konan gerçeklerdir. Onda duygusallığın izi çok az görülür.
Bir şair ve mütefekkir olarak Sezai Karakoç meseleleri tarihi sosyolojik perspektiften ele alarak değerlendirmiş ve çözüm önerileri sunmuştur. Ona göre öncelikle bir uyanışın olması ve daha sonra da bu uyanışı bir dirilişin takip etmesi gerektiğini dile getirmiştir. Ancak bu sayede bir kurtuluş olabilir. Toplumlar geçmişleriyle ayakta kalabilirler. Tarihleriyle bağları kesilmiş toplumların varlıklarını sürdürmeleri son derece zordur. Bir toplumun geçmişteki başarıları, yetiştirdiği ilim adamları, şairler, sanatkârlar gelecek nesiller için bir örnektir. İslam milleti de geçmişte devlet adamından, ilim adamına, şaire, sanatkâra kadar her alanda evrensel çapta insan yetiştirmiş ve bunlar topluma yön vermişleridir.
İslam medeniyetinin asri saadetten başlamak üzere Emevî, Abbasî, Selçuklu, Osmanlı dönemleri, benzerine az rastlanır eserlerin ortaya konulduğu, tüm zamanları etkileyen önderlerin yetiştiği dönemlerdir. Sezai Karakoç bu tarihi mirası değerlendirerek geçmişte olduğu gibi yeniden her alanda bir dirilişin müjdesini verir. Tarihte olan, eğer şartları yerine getirilirse bugün de olabilir. Hz. Peygamber İslam dinini tebliğe başladığında dünyada iki hâkim güç vardı: Bizans ve İran. Ama Müslümanlar bu büyük güçlere rağmen kendi medeniyetlerini kurdular, onlar tarihin tozlu raflarında yerlerini aldılar. Bu çerçevede o her alanda yetişmiş önderleri örnek verir. İmam-i Azam, İmam-i Şafii, İmam Malik, Ahmed bin Hanbel, Hasan Basri, Cüneyd Bağdadî, Bayezid-i Bistamî, İbrahim Edhem, Rabiatüladeviyye, Muhyiddin İbn Arabi, Ahmed Rüfai, Bahaddin Nakşibendi, Abdulkadir Geylani ve Mevlana manevi önderlerden bazılarıdır.[5] Bunun yanında Sezai Karakoç eserlerinde birçok düşünür, şair ve devlet adamlarının tecrübelerine de değinir.
Anadolu’da İslam’ın yerleşip kökleşmesini sağlayan manevi önderlerin başında Mevlana Celaleddin-i Rumi ve Yunus Emre gelmektedir. Karakoç Anadolu’ya hayat veren ve yüzyıllardır diriltici soluğu devam eden Mevlana ve Yunus Emre ile ilgili müstakil birer eser kaleme almış ve bu eserlerinde Anadolu’daki varoluşun hangi ilkeler üzerinde gelişip serpildiğini ortaya koyarak geleceğe ışık tutmaya çalışmıştır.
Karakoç’a göre Mevlana, Hacı Bektaş-i Veli, Hacı Bayram-ı Veli, Yunus Emre ve Serhat Akıncıları Anadolu’nun önder kurucularıdır.[6] O, Mevlana’nın Anadolu’nun yeniden kuruluşunun metafizik planının mimari olduğunu belirtir. “Haçlıların şüphelere saldığı yaralı ruh, Mevlana’nın şifalı eliyle iyi edilmiş, Moğolların saçtıkları umutsuzluk tohumları yine onun gülümsemesiyle kurumuştur.[7] Mevlana, Anadolu Selçuklu Devleti’nin güç kaybetmesi ve Haçlı akınları karşısında belirsizliğe gömülen Anadolu’nun, hatta bütün İslam dünyasının tabib-i manevisi olmuştur. Karakoç Mevlana ile ilgili kaleme aldığı eserine şu soruyla başlar:
“Ölümü düğün gecesi (şeb-i arus) olarak anlayan insana tesir edecek hangi güç vardır?”[8] Mevlana’yı güçlü ve yenilmez bir insan olarak tavsif eden Karakoç, onun etkisinin hala devam ettiğini belirterek onun nasıl Anadolu’nun manevi önderlerinden biri olduğunu şöyle açıklar:
“O aklın, idrakini aşan facialar karşısında sustuğu, ruhun kamaştığı noktada kalbe müracaat etti. Hakikati kalbin saf aynasında buldu ve buldurdu kendisine inananlara ve güvenenlere. Ârif olmayı önerdi bilgin ve bilge olmanın yanında herkese. Kalb, ruhun duygularımıza açıldığı kapıydı.”[9]
Karakoç Mevlana’nın şiirle olan bağına da değinerek onun neden şiire yöneldiğinin sebeplerini ortaya koyar. Dersin, medresede, vaaz ve nasihatin camide etkili olduğunu, ancak bunların dışında geceli gündüzlü bir telkin ağı kurup Müslümanları Hristiyanlık ve putperestlik etkilerinden kurtarma çabasının sonucunda o dönemde halkın ilgi gösterdiği edebi alana yöneldiğini dile getirerek halkla ilişkilerin nasıl olması gerektiğine şu sözlerle ortaya koyar:
“Halk senin olduğun yere gelmiyorsa, sen onun olduğu yere gideceksin. O senin dilinden anlamıyorsa, sen onun dilinden anlayacak, maksadını onun diliyle anlatacaksın.”[10]
Mevlana’nın çağrısı sadece Müslümanlara değildir. O dönemindeki tüm insanları Yahudileri, Moğolları, Rumları, Hristiyanları bu dirilişe çağırmıştır. Bir takımlarının “İslam’ın battığını sandığı bir dönemde o tam tersine bir gelişme” beklentisi içindedir. Nitekim 100 yıl sonra Osmanlı Devleti’nin kurulmasıyla Mevlana’nın bu öngörüsü gerçekleşmiştir.
Karakoç, Mevlana’nın kuşatıcılığı ve yol göstericiliği konusunda şöyle demektedir:
“Mevlâna, bir İslam ereni, bir İslam önderi, bir İslam düşünürü, bir İslam şairidir. … Mevlâna, devrinin o fetret döneminde, İslam ruhunun yaşaması için çırpınan bir pir, bir erendi. Yeniden dirilmenin sancıları için kıvrandığımız bu günde, bu en korkunç fetret gününde de, ruhu ve hatırasıyla, bir diriliş piri, ereni olarak bize yol gösteriyor, ışık tutuyor, manevi tasarrufuyla, eseri ve tesiriyle, yardımda bulunmaktan geri durmuyor.”[11]
Bu anlamda Karakoç da asrımızda Mevlana’nın üstlendiği role benzer bir rol üstlenmiş, tehlikeler karşısında takip edilecek yolu tarif etmiş, önerilerde bulunmuş, yapılmaması gerekenler konusunda da uyarılar yapmış ve kurtuluşun nasıl gerçekleşeceğini şu şekilde açıklamıştır:
“Tam anlamıyla uyanış, içinde bulunduğu durumu fark etmeye başlayış ve kendi halini seziştir. Zihni bir aydınlanma bu uyanışı sağlayabilir. Fakat uyanış tek başına kurtuluşu tekeffül edemez. Uyanış, kurtuluşun gerek şartlarındandır ama yeter şartlarından değil. Bir uyanış olmadan bir diriliş, bir diriliş olmadan da bir kurtuluş olamaz. Uyanış, şeytanın kararttığı çevrenin çizgilerini fark etmeye başlayıştır. Şeytanın mitinden kurtuluştur. Ama, sadece uyanmakla birdenbire kurtuluşun destansı havasına girmek mümkün değildir.”[12]
[1] Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben, s. 69, İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1986.
[2] Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları -I, s. 40-41, Diriliş Yayınları, İstanbul 1982.
[3] Karakoç, Edebiyat Yazıları-I, s. 46-47.
[4] Karakoç, Edebiyat Yazıları-I, s. 57.
[5] Sezai Karakoç, Fizik Ötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi- I, s. 155, Diriliş Yayınları, İstanbul 2012.
[6] Sezai Karakoç, Yunus Emre, s.13, 17. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul, 2013
[7] Karakoç, Yunus Emre, s.13.
[8] Sezai Karakoç, Mevlâna, s. 7, 8. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul, 2014
[9]Karakoç, Mevlâna, s.30
[10] Karakoç, Mevlâna, s.32
[11] Karakoç, Mevlâna, s. 79
[12] Sezai Karakoç, Sütün, s. 452-453, 4. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul 1989.