Koridor

Ramazan Dikmen’e…
Önce
İnsan bir kere ölüyor.
Bu gerçekle yüzleşmek birçoğumuz için zor mesele. Yaş kemâle erince derler ya, işte o zaman yüzleşmek daha mümkün belki de.
Mesela babam aklına estiğinde cep telefonunun rehberinden numaraları siliyor. Bir keresinde “Neden siliyorsun?” diye sorduğumda hayatın olağan akışında bir ses tonu ve kabullenişle “Öldü de ondan.” diye cevap vermişti. Numarasını sildiği bu isimlerin bazılarını ben de tanıyordum ve bu silinenler listesinde babamın çok yakın ahbapları da vardı. Bir gün görüşmeseler ertesi gün muhakkak görüştükleri bir arkadaşını rehberden sildiğinde çok tuhaf hissetmiştim kendimi. Babam ne hissetti, bilmiyorum. ‘İhtiyar’ kelimesinin manası seçim yapabilmek ya, belki de babam için seçmek o kadar da zor değil. Ben olsam belki bir gün lazım olur diye silmem numarasını. Kaldı ki rehberimde bir zamanlar beraber çay içtiğimiz, sohbet ettiğimiz, çalıştığımız ve bir gün apansız ölmüş arkadaşların numaraları hâlâ kayıtlı. Ne diye lazım olacak ki numarası? Öldü işte adam. Dedim ya, insan bir kere ölüyor.
Ama ölüme çok defa yaklaşıyor yine de. Belki bir kaza anında, deprem olduğunda veya yakın bir noktaya şimşek çaktığında… Hayatın bir film şeridi gibi akmasından bahsedilir ya, işte tam o anlar. Ölüme yaklaştığımız, onu yakından hissettiğimiz zamanlar. Bir de ameliyat esnasında yakınlaşılır ölüme veya “yaklaşıldığı hissedilir” demek daha doğru esasında.
Hiç lafı eğip bükmeye gerek yok, hastaneler sevmediğimiz mekanlar. Geniş, soğuk, yankılı, pürtelaş koridorlarında ölümün kol geziyor olmasından belki de. Ölümü sevmediğimiz ya da ölümden korktuğumuz için değil; koridorlarda ölümle yüzleşme ihtimali bizi tedirgin eden, arafta bırakan. Koridorlar bir yerden bir diğerine geçerken yürüdüğümüz, sözüm ona köprüler olmanın yanında burası ile ötesi arasında da bir geçidi mi çağrıştırıyor yoksa? Ruhumuz öteleri hissediyor da o yüzden mi böyle tedirginiz buralarda? Bilmiyorum ama her bir koridorun başka bir tınısı var. Kimisi şen şakrak, kimisi ölesiye kederli. Bazen telaşlı, bazen de alabildiğine dingin. Doğum öncesi olan endişe, hemşirenin verdiği haberle yerini mutluluğa bırakıyor aynı koridorda. Doktorun “Ameliyat başarılı geçti.” muştusundan sonra duaların, naz ve niyazların dolandığı dudaklardan şükürler dökülmeye başlıyor. Yahut “Başınız sağ olsun” diye haber verince doktor, az önce duaya duran eller dizleri dövmeye başlıyor. Koridorlarda sesler, kokular, ışık oyunları… Duyu organlarına çeşit çeşit cilveler yapan uyarıcılar. Hıçkırıklar, kahkahalar, dualar, şakalar, feryatlar ve türlü iç çekişlerin yankılandığı koridorlarda ümit ve tedirginlik atbaşı gidiyor. Kim bilir hangisi daha çok hissediliyor?
Az önce
Kim ki bu hasta? Çocuk mu, adam mı, kadın mı? Mühendis, bankacı ya da terzi mi? Binbir borcu olan bir müflis tüccar mı? Kalantor bir iş adamı, nüfuzlu bir siyasetçi veya müptezel bir aylak mı? Belki sınav telaşında bir genç kız, belki iflah olmaz bir sarhoş, belki de bütün genellemelerden azade, nevi şahsına münhasır bir adam… Bilinmez. Hasta işte. Dışarıda var olan bütün unvanlar, uğraşlar, mal mülkler ve değer verdiğimiz nice şey sıfırlanıyor burada. Bir anda herkes ve her şey eşitleniyor. Aynı odada yatan müflis tüccar ile üst düzey bankacı bir anda aynı düzlemde, aynı düşünce ikliminde, aynı tedirginlik seviyesinde buluyorlar kendilerini. Muayene sırasında, tuzsuz yemeklerde, doktor vizitlerinde, koridor yürüyüşlerinde, kan testinde veya tansiyon kontrollerinde herkes ve her şey eşitleniyor. Ameliyat hazırlığı için sırada beklerken sedyede yatıyorsun ve az ilerideki kadın ile senin arandaki fark, sadece onun az ileride ve senden beş dakika önce ameliyata alınacak olması. Bundan öte bir fark kalmıyor. Velev ki olsa, o fark da zaten ameliyathanenin buz gibi soğuğunu kollarında hissedince kaybolup gidiyor.
Bir yandan da ısınıyorsun sanki. Ameliyat öncesi Allah’a en yakın olunan zaman olarak ayan beyan beliriveriyor. Her bir hücre, her bir zerre hissediyor O’nu. Ölüme yakın olmaktan kaynaklı belki de. Ölümün hak olması ve öldürenin O olması bizi yaratana yaklaştırıyor olsa gerek. Sanki ince bir perde var arada, sanki bir eşik, sanki araf burası. Sanki bir başka koridordasın ve koridorun sonu seni bir yandan tedirgin ederken bir yandan da içine çekiyor. Bu kadar yoğun his içermesi hem bilincin yerinde olması hem de ölümün yakın olmasından mı kaynaklı? Hakkelyakîn denen bu mu? Normalde hissetmezken şimdi hissediyor olmak ikiyüzlülük mü, yoksa insan olmaktan mı mütevellit? Türlü düşünceler var zihninde. Dualar ve bu düşüncelerle sarmaş dolaş giriyorsun ameliyata.
Yeşil ya da mavi elbiseler, donuk renkli duvarlar, içerisi buz gibi, doktorlarda uzmanlık alametleri, birbirlerine hafiften şakalar, “Ben varım burada hey, şakanın sırası mı?” Etrafta onlarca tuhaf alet edevat, sabahın erken saatleri…
“Şuraya geçin bekleyin lütfen!” Dua… Hafiften kalp çarpması. “Ne ameliyatı için buradasınız?” Tekrar tekrar teyit etme çabası. Neden bu kadar soğuk ki? “Elinizi uzatın lütfen!” Dua… Yaklaşıyor yaklaşmakta olan. Uzman sesler, bilmedik kelimelerle ciddi birtakım işler, konuşulanları anlamamanın verdiği hem güven hem de güvensizlik hissinin birlikteliği. “Uzanın lütfen!” Dua… “İğne yapıyorum, hafif acıyabilir.” “Evet biraz acıdı.” Daha başka acılar da yaşar insan. Daha derin acılar, ama mutlu anlar da yaşar. “Ah kızımla görüşemedik!” Endişeler… “Dayım tam benim yaşımdaydı.” Karmaşık hisler, kuvvetli, yoğun bir ışık… Filmlerde görülen ameliyat ışığı böyledir işte, dişçi ışıklarını biliyorsundur ama bunu ilk defa görmüşsündür belki de. “Midem mi bulanıyor sanki? Çocukken de yolculuklarda hep midem bulanırdı. Bir de çok çiğ köfte yiyince oluyor, insan neden o kadar yer ki?” Dua… “Çok midem bulandı.” “Şimdi geçecek, rahat olun.” Dua… Sanki kusacağım şimdi. “Gözlerimi kapatayım.” Geçmiyor. Dua… Bismillah…
Şimdi
Uzun bir karanlık. Yahut kısa, bilemezsin. Buradasın kelimenin tam anlamıyla ama aslında değilsin de. Sadece bir boşluk ve yokluk hissi, ki bu his de zaten sonradan oluşur.
Az sonra
Yoğun bakımdasın ve hafiften buğulu sesler, bulanık görüntüler. Ameliyattan önce kimi görmediysen ve içinde kaldıysa ameliyattan çıkınca ilk o aklına geliyor. “Evet onu tekrar görebileceğim.” diyorsun. Şükrediyorsun ve “Yırttık!” diyorsun biraz da naz makamına sığınarak. Suyun altından duyulan sesler var her tarafta. Boğuk, derinden… Birileri geliyor, bir şeyler yapıyor, gidiyor. Yaptıkları işler nedir ne değildir, anlamıyorsun. Ne zaman uyuyup ne zaman uyandığını bilmiyorsun. Yatağın kenarındaki tutma yerleri hayata tutunmak için özellikle orada sanki. Tutunan eller değil de ruh mu yoksa? Onlar olmasa ruh bedenden uçup gidecekmiş gibi. Sımsıkı tutunuyorsun. Dünyadan kopmak istemeyişin bir tezahürü değil de eksik bir şeyler var ve onları toparlamak niyetinin bir niyazı aslında bu sımsıkı tutuş. Çocuğun okulu var daha. Eşime şekerpare sözüm vardı. Bayramda annem babam bekler. Abimle kampa, amcaoğluyla balığa gidecektik. Kitaplığın taksiti ne olacak peki? Arkadaşlarla tefsir dersimiz var, onu daha yarılamadık bile. Yazılacak yazılar, okunacak romanlar, görülecek şehirler, dinlenecek şarkılar var daha. Kazaya kalan namazlar var; onları kılmadan nasıl çıkarım huzura? Ameliyat sonrasına ertelediğim onlarca iş var. “Şimdi buna başlarsam yetiştiremem. Ameliyat geçsin de hele hayırlısıyla.”
Kiminin de ertelediği işler öylece yarım kalıyor. Yarım kalan sadece işler değil geride kalanlar aslında. Çocuklar okula gidiyor ama yarım ayak… Eşler, gözlerinde bitkin hayallerle hastane kapısından dönüyorlar. Hele de anne babaların gözleri, kapının kolunda mıhlı kalıyor. Yazılmayıp boş kalıyor kâğıtlar. Okunacak romanların ilk sayfasında bekliyor ayraçlar. Görülecek şehirlerin otogarlarında, tren garlarında yahut havaalanlarında daha şehre giremeden bekliyor bavullar. Dinlenecek şarkıların peşrevinde asılı kalıyor notalar. Günler doğuyor ve batıyor, hep bir şeyleri yarım bırakarak.
Sonra
Kimi bir kere ölüyor, kimi erteliyor. Sonra mı?
Sonrası Allah Kerim.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Mustafa ÖZDAMAR İle Kırık Kandil ve Eserleri Üzeri... / Selami Şimşek
İlkeler ve Ülküler / Şeref Akbaba
Vicdani Körlük / Ay Vakti
Körler Sağırlar  / Züleyha Kayaoğlu Eker
Birikmiştik  / Yavuz Ertürk
Tümünü Göster