Hurşit
-Yürü, diyor, bizi daha fazla uğraştırayım demeden arabanı ve adamlarını alıp uzaklaş!
Başındaki berenin tepesindeki püskülden tutarak birkaç kez kaldırıp indiriyor, adeta kafasında toplanmış öfkesini böylece havayla dağıtmış oluyor. Arka cebine şöyle bir sokuşturup vücudunun belden yukarısına destek sağladığı elini yavaşça çıkarıyor, hızlı hızlı kafasını şaplaklıyor bu arada. Bir bakıma “yürü” diye seslendiklerine alaycı, ama biraz öfkeli, gizliden sevecen bir edayla meydan okuyor bir yönüyle de. Fakat çok geçmeden sakinleşir gibi oluyor, bileğiyle burnunu siliyor, açık ve yavaş bir sesle:
-Yürü be koçum, diyor Hurşit, ne de çabuk pısıverdiniz. Ne de olsa, altı üstü bir çöplüktür, ama insan yine de hemen bırakamıyor, zaten hemencecik bırakmamalı üstelik.
Kir pas içinde olup olmadığını asla düşünmeksizin, baş ve işaret parmaklarını bir halka şeklinde ağzına sokuyor, dilinin ucunu bu halkayla sarmalıyor ve tiz bir ıslıklamaya koyuluyor. Sabahın ürpertisi temiz olduğu kadar, kentin gizliden gizliye adeta öldürücü ufunetine bulanmış havası, tiril tiril ıslık dalgalarını caddelerden sokaklara alabora ediyor; sokaklardan duvarlara çarptırıyor; duvarlardan pencerelere sarsıntıyla abanıyor ve orada bir arı oğulu yumağı misali asılıp kalıyor. Varılan uykular ölümün birer alıştırmaları olmanın ötesinde, uğursuz bir varlığın üzerlerinde bir ağ gibi gerdiği aymazlık çadırı oluveriyor adeta.
Biri koşarak, biri sevmeden ve dalgınlığını adeta arşınlayarak, bir diğeri sessizliğiyle toplanarak, belli aralıklarla caddenin karşı kaldırımında bitiveriyorlar. Gri boyalı büyükçe bir bidona adeta girmiş, ama kalçalarının hemen üstünde rastgele asılmış bir iğreti çamaşır gibi bacakları iki tarafa açılmış, arada bir trı-tık, trı-tık, bir öne bir yana sallanan bacaklarıyla varlığını gösteren Hurşit, öylece, bidonun içinde yankılanan sesiyle:
-Hey, dünya-ahret kardeşler, ey usta, diyor,.anın. Kovaladım hasımlarımızı, güç-kuvvet toplayıp üzerimize gelmeden, derleyip toparlayalım buraları. Sahibi sayılsak bile, gelip geçici, konup göçücü, durup seğirtici, dinlenmeden aşıcısıyız buraların. Aman davranın hele bir yol !
-Yettim öyleyse, diyor koşarak caddeye çıkan Hac’Ali, aman bize de bir yer aç gölgende.
Acele etme gereği duymayan Adil, dalgınlığından da ayılmaksızın, tane tane bir söylevci edasıyla katılıyor konuşmalara:
-Seversem ya bu işi, diyor, işkilli bir ses tonuyla, belki de vurgunum baştan beri buna, bilsem ki ne olduğunu da, bir iyice fikretsem!
Ama durmaksızın yürüyor, bir uyurgezerin tek düze adımlamasıyla kaldırımdan iniyor, caddenin ortasına doğru geliyor. Beklenilmedik bir anda, karşı sokakta bir motorlu araç da giriyor, yeri göğü uğuldatarak saldırıyor caddeye. Adil’i rüzgarıyla adeta savuruyor, ama geriletemiyor, içgüdüsüyle karşı koyuyor sanki Adil. Böyleyken dalgınlığından ayılır gibi oluyor ve bağırıyor:
-Bütün engeller birer kamçıdır bana ancak, demeye kalmıyor, Hurşit, bidonun içinde yankılanan dalga dalga sesiyle:
-Oh, oh, diyor, ihtirasın nasıl içimi kabartıyor, ah bir bilsen!
-Al, benden de o kadar, diyerek söze giriyor Hac’Ali.
Az ilerde, bir bahçe kapısının bir yanına yapılmış beton çöplüğe beline kadar girmiş, kolları betonun yüzeyinde, dirsekleri üzerinde çırpınıyor ve cuppadak bedenini içeri daldırıp kaybettiriyor, ama üzüntü mü, sevinç mi, öfke mi, hayret mi, ne olduğu kestirilemeyen bir ses uğultusuyla, işte orada yankılanıyor.
Zahit
Sessizliğiyle toplanarak gelen Zahit, varlığı belli belirsiz hissedilmemekle birlikte, adeta gizemli bir etkinlik sağlıyor, ama adeta olanca gücüyle bu etkinliği geri çekerek gizlemek isteği açıkça seziliyor. Kendisinden ayrılarak caddeye taşan, yer yer karşı kaldırıma ulaşan arkadaşlarını izlemiyor, biraz yürüyor. Bağlık-bahçelikten bozma, koru duvarları çoğu yerde yıkılmış, bazı yerlerde yığma toprak altında yok olmuş, kimi yerlerde yabani otlarla kaplanmış, orasına burasına çukurlar açılmış, hendekler kazılmış, iskeleleri bozulmuş, ama hatılları hiç dökülmemiş birkaç yapı kalıntısının bulunduğu, hem dolu, hem de boş izlenimi uyandıran arsaya geçiyor.
Gövdesindeki dalları budana budana kütüğe dönmüş, buna rağmen her nasılsa arta kalmış birkaç dalında, gümrah ve koyu yeşil yapraklarıyla ırgalanan bir zeytin ağacının dibine çöküveriyor. Ağacın, dirseği hizasında kalan kütüğüne yaslanıyor, bir omuzuyla gövdesine abanıyor.
Belli belirsiz duyulan bir hışırtı, kökten dallara ve dalların uçlarına varıncaya değin dalga dalga yayılıyor, dallar yavaştan ırgalanıyor. Ağaç sanki ürpererek deviniyor, inleyerek coşuyor. Nereden çıktığı kestirilemeyen, pır pır uçan bir kuş beliriyor, birkaç ürkek uçuştan sonra, ince, bir başına koptu kopacak bir dalın ucuna zar zor tutunup konuyor. Bir sır vermenin gizemli haliyle birkaç kez şakıyarak ötüyor. Zahit, kuşa bakmaksızın, ama sırf onun için olduğu daha ilk bakışta anlaşılır bir şekilde, oturduğu yerden deviniyor ve göneniyor. Sonra kalkıyor, birkaç adım ilerliyor, ceketinin yan ceplerinden birini, içini dışına çevirerek silkeliyor. Toprağa birkaç parça ekmek kırıntısıyla susam taneleri dökülüyor. O zaman farkına varıyor: Burası sanki yıllarca, her çeşit kuşun yemlenmek için, barınmak için, suvarmak için uğradığı bir tünek, kendiliğinden oluşturulmuş bir kümesimsi kuş yeridir. Daldaki kuş ötüşünü yarıda kesiyor. Bir kanat vuruşuyla kırıntıların düştüğü yere süzülüyor. Zahit gerisin geri yerine oturmak için dönerken, kuş adeta omuzunu yalayıp uçuyor, alışılmadık bir doğallıkla gülümsüyor bu duruma. Nereden peydahlandıkları anlaşılamayan birkaç kuş daha hücum ediyor kırıntıların düştüğü yere.
Hurşit
Hurşit, çek çek arabasının caddenin sert zemininde uğuldayan ve süreğen gürültüsüyle daha gözükmeden varlığının etkinliğini duyuruveriyor: Sevecen sayılmayan bir oburlukla hala topraktaki kırıntılarla yemlenen kuşlar, kesik kesik cıvıltılı sesleriyle oradan buraya, buradan şuraya kaçışıyorlar. Bir ara zeytin ağacına tüneyecek gibi oluyorlarsa da, daha bir telaşla bir yerlere uçup gidiyorlar. Zahit çabuk, ama acıyla yoğrulmuş kaygılı bir bakışta bulunuyor kuşların arkasından. Varlığı adeta bir hüzün sadmesiyle titreyerek içine kapanıyor.
Çok yavaş dağılan bir toz bulutu içinde süzülerek çıkıyor Hurşit. İki eliyle çaprazlama vücudunun orasına burasına telaşlı telaşlı pat pat vuruyor, üstündeki tozlar etrafına savruluyor. Arabayı son bir kez iteliyor, sol ayağıyla son bir kez tekmeliyor. Araba önce hızlı, sonra yalpalayarak gidiyor. Zahit’e belli bir mesafede duruyor.
-İyi, diyor Hurşit, işimiz tıkırında. Olanca gücümüzle çalışa çalışa varlığımızı görkemli kılmak zorundayız. Çünkü gelecekler önünde sonunda onlar. Onlar ki, gelecekleriyle içimizdeki afacan ve başsız ve yerlerinde asla duramayan ihtirasımızın hem yönlendiricileri, hem yönleri, ayrıca da güçsüzlükleri oluyorlar. İhtiraslarımızla sanki rakiplerimizin varlıklarını meşrulaştırıp, sonra ona biz uymaya zorluyoruz kendi kendimizi.
Konuşmasını birden kesiyor, arabaya doğru aceleyle yürüyor. Kulpsuz bir sepeti zorlukla dışarı alıyor, gergin ve iki yana açık ayaklar, kasılarak kamburlaşmış gövdeyle sepeti taşıyor, Zahit’in ayakları ucuna gürültüyle bırakıyor. O zamana kadar gözükmeyen bir kedi, yaydan fırlamış top gibi zıplayarak sepetin dışına düşüyor. Ama uzun kollarıyla Hurşit kolayca boynundan kavrıyor, çırpınıp kurtulmak isteğiyle toplanıp, kendini kavrayan ele itaat edip etmemek kararsızlığı içinde debelenen kediyi adeta Zahit’in kucağına atıyor ve:
-Seversin baba, diyor, yalnızlığını da paylaşır üstelik.
Hurşit, Zahit’e “baba” derken, bir yandan ona takazada bulunuyor, bir yandan da kendisini onunla aynı seviyede gördüğünü ya da görmek istediğini ortaya koyuyor.
Zahit’e karşı bütünüyle dostane ilişkiler kurucu ve de güçlendirici niyeti taşıdığı söylenemez, ama faydasının gereğini de biliyor: O Zahit ki, asla yönelmemiştir hiç kimseye en küçük bir yarar duygusuyla. Bunu bilir Hurşit. Zahit’in kendisine nasıl bir duyguyla ve niyetle yöneldiğini çok açık olarak bildiği halde, yine de bunu ifşa etmeyeceğine, süreğen hoşgörüsünün daima kendisine destek olacağını da bilir. Ama kendini alamaz, hep bir şeyler getirir, hediyeler, armağanlar sunmaya ayrıca çaba gösterir. Zahit’in bunlara muhatap olduğunda nasıl bir iç burkuntusuyla tedirginlik yaşadığını ve şimdiye kadar getirdiklerini hiç kullanmadığını da bilir. Varsın öyle olsun, önemli olan, bir şeyler getirmiş olarak, görünüşte Zahit’in, gerçekteyse kendi ihtirasının böylece doygunluğa ulaştırılmış olmasıdır.
Kediyi ayak ucuna atarken, benliğini saran o anlaşılmaz, ama etkisiyle alabildiğine güç veren doygunluk duygusunu yeniden yaşıyor Hurşit: Benliği köpek görmemiş bir erkek hindi gibi kabarıp kubarıyor, zaptedilmez o gizil ihtirası dalga dalga güçleniyor, deviniyor, ırgalanıyor, kendi ekseninde dönenip duruyor ve bir kat daha doruğuna eriştiğini sanıyor. Şimdi Zahit, hükmü altında sürekli kendi buyruğuna boyun eğip bent olmuş, sürekli üzerinde hakimiyetini değişik görünüşlerde kullanabileceği bir nesne-varlıktır sanki.
Usulca kediyi başı üstünde, dokundu dokunmadı bir avuç hareketiyle okşayıveriyor Zahit ve kedi, hemen kendisine uzanan herhangi bir ele saldırmaya hazır görünümünden birden uzaklaşıyor. Ön ayakları üzerine abanıyor, belini kamburlaştırarak öne doğru geriyor, kuyruğu bir eleğimsağma gibi karnına doğru yaylanıyor ve arka ayaklarını karnın yumuşaklığına doğru bastırıyor. Sonra başı, kuyruğunun ucuyla birleşiyor. Bekliyor. Hu-Hak, Hu-Hak mırıltıları, adeta toprağı bir anafor gibi kaynatıyor ve duyuyor bunu Zahit.
Hurşit, benliğini alüvyon alüvyon bir yanardağ misali kabartmakta olan ihtirasıyla döneniyor: Sanki ateşler ve kıvılcımlar saçıyor, sanki fırtınalar tayfunlayın uğulduyor, sarsıyor, sarmalıyor, altını üstüne getiriyor her şeyin; sanki her soluyuşu bir uçuruma doğru hızla saldıran bir girdap oluyor; sanki bir dağ bir dağa vararak, ikisi birbirlerinin içinde yok olarak hiçliğe gidiyorlar.
Hurşit, kornet arabasını hızla, evecenlikle, biraz da hırsla geriye doğru çekiyor, bacaklarını pergel gibi açarak ayakları üzerinde yaylanıyor, iki elini arka ceplerine sokuyor, dudaklarına taaccüplü bir gülümseme oturtuyor:
-Sahi baba, diyor, hep yalnızsın. Karışmıyorsun bize ne yaşayışınla, ne davranışınla, ne sözlerinle, ne, belki de, düşüncelerinle. Ama bırakmıyorsun da bizleri, adeta yediyorsun bizleri, sanki bir şeylerimizi kolluyorsun, ne bileyim, bir fırsat düşmesini bekliyorsun belki de. Böyleyken sıkmıyorsun bizi, usandırmıyorsun, üstelik anlaşılmaz şekilde çekip çevirdiğin oluyor, ama bilmiyorum çekilip çevrilmek nedir? İç dinginliğini tadıyorum yanında, ama ezmek de istiyorum seni, düşmanlık beslemeksizin.
“ezmek de istiyorum” derken baş ve işaret parmaklarını birbirinin üstünde ustalıkla çöktürüyor, sanki iki parmağı arasında Zahit’i hemen o anda eziyor. Birkaç kez tekrarlıyor bu hareketini, farkında olmaksızın “ezmek de istiyorum seni” cümleciğini adeta bir şarkı nakaratı kıvamında söylenip duruyor. Ayakları üzerinde tekrar ve birden yaylanıyor, vücudunda belirgin bir titreme dalgası yoğunlukla sürüyor, dişlerini birbirine kenetliyor, öfkeyle kasılıyor, yüzünde ve gözlerinde bir öç alma sadmesi yoğalıyor, ölüm karanlığıyla donuklaşıyor gözleri ve sabit bir şekilde Zahit’e yöneltiyor bakışlarını. Kaskatı kesiliyor sonunda. Bir süre öyle kala kalıyor. Hızla yumruk yaptığı elini öteki elin avucuna olanca gücüyle vuruyor ve hızla topukları üzerinde dönüyor, hızla oradan uzaklaşıyor. Birkaç adımdan sonra koşmaya başlıyor ve:
-Düşmanımızsın bizim, diye bağırıyor, varlığımızı şenlendiren ihtirasımızı yok etmek istiyorsun sen, düşmanımızsın bu yüzden sen!
( Devam edecek)
Bu Sayının Diğer Yazıları
Mustafa ÖZDAMAR İle Kırık Kandil ve Eserleri Üzeri... / Selami Şimşekİlkeler ve Ülküler / Şeref Akbaba
Vicdani Körlük / Ay Vakti
Körler Sağırlar / Züleyha Kayaoğlu Eker
Birikmiştik / Yavuz Ertürk
Tümünü Göster
Gün Aşırı
- İlk Adım
25 Nis 2018
Allah’ın adıyla Şairin anlamlı beytiyle giriş yapmak istiyoruz: “Erişir menzili Devamını Oku…
Cuma Akşamı
- Bana Sevdamı Geri Ver
25 Nis 2018
Kim, neyi kaybettiyse onu arıyor. Kıymet arz eden ve kendi Devamını Oku…