Edebiyat, Mavera ve Nazif GÜRDOĞAN

İnsan, yaşadığı ortamın rengini alır. Bulunduğu meclis, topluluk, cemaat hangi hasletlere sahipse siz de aynı hasletlerle büyürsünüz. Oturmanız, kalkmanız, bakışınız, ses tonunuz, giyim ve kuşamınız bulunduğunuz ortamın durumunu da haber verir. Beraber olduğunuz kişiler hafif meşrepse, dili bozuksa, ahlakı kötüyse sizin de haliniz öyle olur. Ortama uymazsanız, kendinize yakın olanı gün gelir bulursunuz. Çünkü ruhunuz orada mutlu değildir. Diyelim ki dini sohbetlerin yapıldığı, Arapça, tefsir ve hadis derslerinin okunduğu bir ortamda insan, dine yönelik bilgilerini hem öğrenir, hem geliştirir ve hem de dini inanış ve yaşayışı Kur’an ve sünnete uygun hale ulaşır. Meclisiniz; sanatın, şiirin, edebiyatın, kitabın, yazının, sohbetin yapıldığı bir ortamsa elbette o ortamdan beslenerek nasibiniz olanı alırsınız. Dergi merkezlerinde kitaplardan dergilere, yazılıp çizilenler üzerinden şiir, sanat, edebiyat, resim, sinema, müzik ve tiyatro oyunları üzerine sohbetler açılır. Böylece ortam sizi besler.

Sözü rahmetli Ersin Nazif Gürdoğan’a getirmek için bu girişi yaptım. Okumayı ve yazmayı sevdiğini ifade eden Gürdoğan şöyle anlatıyor: “Nuri Pakdil ile ilk defa Ankara’da 1968 yılının Ağustos ayının başında Planlama’da karşılaştım. Tanışmamız o tanışma, aramızda o günden bugüne devam eden, büyük bir sevgi ve saygı bağları oluştu. Arada Gemuhluoğlu gibi, “Kan kardeşliği değil, yol kardeşliği önemlidir” diyen bir Anadolu bilgesi vardı. Ben mi Pakdil’i bırakmadım, Pakdil mi beni bırakmadı, doğrusu hala bilmiyorum. Gönül zenginlerinin dünyasında bir kere kayıtlara geçen, bir daha unutulmuyor. Pakdil’in ilk görüşte insanı çarpan, çok sıra dışı, çok etkileyici, çok sarsıcı bir kişiliği vardır. Gemuhluoğlu gibi, ilk tanıştığı ve sevdiği kimselere şaşırtıcı sorular sormayı sever. Bana da ilk sorusu: “Sayın Gürdoğan, roman okur musunuz?” olmuştu. Benim cevabımı beklemeden de: “Biz roman okumayanın düşmanıyız” demişti. Hayatı bütünüyle kucaklayan, insanda toplumu, toplumda insanı gören romana Pakdil büyük önem verir. İlk karşılaştığında aynı soruyla muhatap olan çok dost, çok kalem sahibi var. Roman, yazıldığı iklimin, milletin dilinden, dininden, tarihinden, sanatından, ekonomisinden, sosyolojisinden fert ve toplum anlayışından, kültürel atmosferinden bizlere haberler taşır. Çok roman okuyanın dili çözülür, hafızası beslenir. Dünya kültüründen haberdar olur. Roman, hikâye ve şiire yollar bulur.

1968 yılında Nuri Pakdil ile tanışan Nazif Gürdoğan, bir daha ayrılmamak üzere edebiyata, şiire, sanata, dergiciliğe, kaygılarını aktarmaya, düşüncenin ancak edebiyatla gelişeceğini kabullenir ve bir daha ayrılmaz. Ömrünün sonuna değin devam edecek bir kutlu aşka bir avuç iman ve ihlaslı kalem sahiplerinin merkezinde kalır. Gürdoğan şöyle ifade ediyor; “Pakdil’in ilk işi beni Planlama’da çalışan Rasim Özdenören ile Milli Kütüphane’de çalışan Erdem Bayazıt’la tanıştırmak oldu. Onlar birbirlerini Maraş’taki lise yıllarından beri tanıyorlardı. Bayazıt ile Özdenören Küçük Esat’ta aynı evde kalıyorlardı. Özdenören, “Ruhun Malzemeleri” kitabında ayrıntılı olarak anlattığı gibi, ruhun romanını yazan Dostoyevski’yi çok sever, onun bütün roman kahramanlarının dünyasını birkaç cümleyle çok kapsayıcı bir biçimde özetlerdi. Zaman zaman Dostoyevski’yi birkaç kere okumayana ilkokul diploması bile verilmemesi gerektiğini söylerdi. İslam dünyasının kültürel ve ekonomik yoksulluğunun, Dostoyevski gibi büyük romancılar yetiştirememesinden kaynaklandığını tespit ederdi. Anadolu insanının kültüründe romanın çok yeri yok. Bu yüzden, Yahya Kemal “Bizim romanımız şarkılarımızdır” deme ihtiyacını duymuştur. Anadolu’da her şarkının, her türkünün arkasında bin bir roman vardır.

Nazif Gürdoğan Üstadımızla gittiğimiz birçok oturumlarda, şehirlerde ve yolumuzun üzerindeki ilçelerde sanattan, edebiyata, sosyal ve siyasal hareketliliklerden, sivil kuruluşlardan, dernek, vakıf ve sendikalardan tanıdığı dostlarını arayarak “Biz size doğru gelmek üzereyiz. Haydi, dostlarımızı bir araya getirin de bir selam ve muhabbet edelim” tarzında ifadeleri olurdu. İntikal ettiğimizde en az on beş yirmi kişinin hazır olduğunu görürdük. Onlarla kültürden irfana, sosyal olaylardan teknolojiye, edebiyattan şiire ve medeniyete dair en az bir saat konuşmalar yapar yola devam ederdik. Bu türden yolculuklarımızda her zaman meselelerimizi, yapılması gerekli projeleri, ümmetin ihtiyacı olan konuları konuşurduk. Türkiye’de olan biten meselelerin gözükmeyen arka plan okumalarını tartışırdık. Bir defasında Nuri Pakdil üstadımızı telefonla aramış, birçok konuyu konuşma ve Nuri Ağabeyi dinleme fırsatı da bulmuştuk. Sıklıkla konuştuğumuz konulardan biri de, “Yedi Bilge Edebiyat Vakfı” ya da “Nuri Pakdil Edebiyat Vakfı” kurmayı düşündüğümüzü telefonda aktarmış, çok isabetli olacağını ve böylesi bir müjde için mutlu ettiğimizi ifade etmişlerdi. Aynı yıllarda Ankara’da Türkiye Dil ve Edebiyat Derneğinin kütüphane ve salonuna Nuri Pakdil isminin verilmesini gerçekleştiremedik.

Nazif Gürdoğan Hocamı, Altunizade Erzurum sitelerinin bulunduğu yerden alır oraya bırakırdım. Bir defasında İstanbul’un Avrupa yakasında bir toplantıya birlikte katılacaktık. 15 Temmuz Şehitler Köprüsü üzerindeyken TRT’deki Yedi Güzel Adam dizisini değerlendiriyorduk. Edebiyat dergisi hakkında neler söylersiniz diye sormuştum; “Edebiyat Dergisinin ilk sayısı 1969 yılında yayınlandı. Pakdil’in ilk sayısında anlattığı gibi, dergi çıkarma düşüncesi Devlet Planlama’da oluştu. Pakdil, Türkiye’deki edebiyatla estirilen yabancılaşma rüzgârlarının üstesinden, yine edebiyatla estirilen rüzgârlarla gelinebileceğine inanıyordu. Türkiye’deki ekonomik yoksulluğun kültürel yoksulluktan kaynaklandığını, kültürel yoksulluğun üstesinden gelmeden, ekonomik yoksulluğun üstesinden gelinemeyeceğini sürekli vurgulardı Nuri Pakdil.” Nuri Pakdil sık sık: “Arkadaşlar, gemileri yakalım. Herkes oyunu edebiyattan yana kullansın.” derdi. Her zaman “Arkadaşlar, ben oyumu edebiyata veriyorum.” derdi. Pakdil dışında, Edebiyat dergisinin yazarları Mavera dergisinin de yazarlarıdır. Mavera dergisinin kurucu yazarları, aynı zamanda Edebiyat dergisinin ve Diriliş dergisinin de yazarlarıdır. Onlar edebiyatı hayata, hayatı edebiyata taşımışlardır.

“Mavera” dergisinin kuruluş sırrını açıklarken: “Büyük Doğu”, “Diriliş” ve “Edebiyat” dergileri bu süreçte yayınlarına ara vermişti ve bu boşluğu kapatacak bir dergiye ihtiyaç vardı. Büyük Doğu’dan itibaren azımsanmayacak kalemler oluşmuş, edebiyatın bütün alanlarında yazabilecek kalemlerimiz mevcuttu. “Diriliş” ve “Edebiyat” bu alanda yetkindi. Tabiat boşluk kabul etmezdi. Yıllardır emek verilen, işçilik yapılan çabanın heba olmaması konusunda fikir birliği içinde olan, bu boşluğu doldurabileceklerine inanan şair ve yazarlar, bir an evvel yeni bir dergiyle bu boşluğu doldurmalıydı. 1976 yılının Aralık ayında ilk sayısıyla okuyucunun karşısına çıkan “Mavera” bu istişareler sonucunda okuyucuya ulaşmıştır. 1990 yılına kadar yayın hayatına devam etmiştir. Bu üç dergi, Türk edebiyatının belirgin damarlarındandır. Hiç kimse bu varlığı azımsayamaz ve yayınlanan ürünler varlıklarını en belirgin şekilde ortaya koymuştur. Büyük Doğu kendi yayınlarını, eserlerini ortaya koyduğu gibi Diriliş ve Edebiyat dergileri de eserlerini yayınlamaya başlamışlardı. Bu büyük gayretler, yokluk içinde varlık mücadelesiydi. Diğer dergilerin birer öncü komutanları vardı lakin Mavera dergisi bir takım dergisiydi. Her biri derginin sahibi, her biri derginin yayın yönetmeni ve her birinin aldığı karar takımın aldığı karardı. Büyük Doğu Necip Fazıl’sız, Diriliş Sezai Karakoç’suz ve Edebiyat Nuri Pakdil’siz olmazdı. Mavera dergisi ise öyle değildi. Kendini Mavera ekibinden sayan herkesin dergisiydi. Örneğin, Edebiyat dergisi kurucuları arasında yer alan Mehmet Akif İnan, Erdem Bayazıt, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Alaeddin Özdenören olsa da Nuri Pakdil’in öncü ağırlığı açıkça görülüyordu. Nazif Gürdoğan; “Edebiyat’sız Nuri Pakdil, Nuri Pakdil’siz Edebiyat dergisi düşünülmez. Edebiyat dergisi Nuri Pakdil’le Edebiyat dergisi olmuştur” derdi.

Yedi Bilge diye ifade ettiğimiz bu şahsiyetler, edebiyatın birkaç alanında inkişaf etmiş ve bütün Türkiye’yi etkilemişlerdir. Ana kök ve gövde Necip Fazıl Kısakürek, gövdeden sürgün vermiş iki soy ağacı, Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil’dir. Türkçenin güçlü kolları olan şiirden romana, denemeden hikâyeye, tiyatrodan sanata, resimden musikiye ve estetikten tefekküre kalemlerin yetişmesine imkân oluşturmuşlardır. Nazif Gürdoğan’ın Ankara’da çalışma mecburiyeti bir bakıma edebiyata, şiire ve denemeye karşı olan tutkusunu alevlendirmiştir.

“Edebiyat” dergisi, 1969 yılında Nuri Pakdil ve arkadaşları tarafından kurulmuştur. O yıllarda Ersin Nazif Gürdoğan, Ankara’da Devlet Planlama Teşkilatı’nda (DPT) çalışıyordu. Nuri Pakdil ve çevresindeki diğer edebiyatçılarla orada tanışıp kaynaşmışlar, böylece “Edebiyat” dergisinin kuruluşuna katkıda bulunmuştur. Akademik kariyerine devam ediyor, çeşitli Üniversitelerde derslere de giriyordu. Edebiyatçılar, sezgileri güçlü insanlardır. Çevrelerinde olan bitene karşı, toplumsal olayların görünmeyen yönlerini ve milletin içinden geçtiği durumu en iyi tahlil edebilenler edebiyatçılardır.

Yedinci Güzel Adam Nazif Gürdoğan, edebi metinler kaleme alan, ufuk açan ve insanın seçkin bir varlık olduğuna dikkatleri çeken bir ustadır. Ekonomi, iktisat ve finans konularında toplumun ihtiyaçlarına ve inançlarına uygun gördüğü katılım bankacılığına da öncülük etmiştir. Mavera dergisindeki aktif rolünü ise; “Mavera dergisi, bir takım çalışmasıdır. Takım çalışmasına yatkın aydınların kurduğu bir dergidir. Mavera dergisinin kurucusu, sahibi, denemecisi, şairi, yazarı, hikâyecisi yoktur; kurucuları, sahipleri, denemecileri, şairleri, yazarları vardır. Mavera dergisi, yedi kurucusu olan bir dergidir. O yüzden de, Mavera dergisi denildiği zaman akla yedi kişi birden gelir. Nerede birinin adı anılırsa, onunla birlikte hepsinin adı anılır. Mavera’nın kurucularının hepsi eşitler arasında birincidir. Bunun için, Mavera’nın hem ulusal hem de uluslararası ölçekte etkisi büyük olmuştur. Mavera dergisinin bütün olarak etkilediği kesim, tek tek yazarlarının etkilediği kesimlerin toplamından çok daha büyüktür. Mavera dergisi, Anadolu insanı için, duvarları ve kapıları olmayan, açık bir üniversite görevi yüklenmiştir.” Özelde Mavera dergisinde, genel olarak birlikte olduğu dergilerde düşünce yazıları, denemeler ve makaleler yazmayı tercih etmiştir. Yazılarında, İslami şuurla cemiyeti yoğurmak gerektiğini vurgulamış ve medeniyet anlayışını ön plana çıkarma zaruretini dile getirmiştir. Batı ve Doğu medeniyetleri arasındaki değer çatışmalarını sıklıkla ifade eden Gürdoğan, kendi köklerimiz ve tarihi gerçeklerimiz üzerinden ayağa kalkacağımıza ve İslam Medeniyetine dikkatlerimizi çekmiştir.

1976 Aralık ayında yayına başlayan ve 1990 yılında sona eren Mavera dergisi, aylık olarak toplamda 164 sayı çıkmıştır. Türk edebiyatının günümüze gelişinde önemli katkılar sağlamış ve birçok genç yazarın yetişmesine imkân vermiştir. Derginin son sayfaları, Cahit Zarifoğlu’nun “Yazışmalar”, başlı başına bir ekol haline dönüşmüştür. Günümüz kalemlerinin birçoğu, o günkü yazışmalara ve dergiyle kurulan ilişkilere çok şey borçludur. Yayın hayatına başlayan her dergi, ilk sayısında neden ve niçin böyle bir dergiye ihtiyaç duyduklarını anlatan yazı kaleme alarak okuyucularına hedef gösterir. Gürdoğan, Mavera dergisi için; “Mavera, edebiyatı medeniyet için bilen, edebiyatsız medeniyet, medeniyetsiz edebiyat olmayacağına inanan aydınların dergisidir. Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat dergileri gibi, Mavera dergisi de Anadolu insanının bin yıllık medeniyet değerlerini edebiyatta yansıtmak üzere yola çıkmış bir dergidir. Mavera şairleri de, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil gibi, edebiyatı gerçeği aramanın ve anlatmanın en önemli, en etkili yolu ve yöntemi olarak gördüler. Onların düşünce ve eylem dünyasının kızıl elması, güzel olan gerçeği, gerçek olan güzeli aramaktır. Onlar için edebiyat, düşünce ile eylem arasında köprüdür. Düşüncesiz eylem, eylemsiz düşünce olmaz. Edebiyatla düşünce ve eylem altın oranda harmanlanır” derdi. Cümle kalem sahiplerini, bilcümle Dini Mübin’e hizmet edenleri rahmetle yâd ediyorum. Rahmetli Gürdoğan şöyle ifade ediyor: “Küçük Türkiye haritasına değil, büyük dünya haritasına odaklanan Mavera dergisi, hem yerel hem de küresel olmak için, Mevlana’nın pergel örneğinde olduğu gibi, sabit ayağını Türkiye’de tutarak, değişen ayağıyla bütün dünyaya açılmıştır. Mavera, kültür ve sanat dünyasına çok geniş bir açıdan bakmıştır. Mavera, yazarları ve okurlarıyla birlikte yabancılaşmaya karşı, kendi değerleriyle yerlileşmeyi, daha genel kavramlarla söylenirse, Batılılaşmaya karşı Doğulu (vahye bağlı) kalmayı savunanların dergisi olmuştur. Mavera, yerel düşünen küresel davrananların dergisidir. Mavera yazarları, gönüllerindeki akıllarıyla yerel düşünmeyi, başlarındaki akıllarıyla küresel davranmayı bilmişlerdir. Erdem Bayazıt’ın “Sürüp Gelen Çağlardan” şiirinde ustalıkla özetlenmiştir. İsyanın Macarcasına/Ezilmenin Çekoslovakçasına/Yanmanın Polonyacasına/Direnmenin Vietnamcasına/Gerillanın Arapçasına” bakarak, acı çeken insanların seslerini bütün dünyaya duyurmaya çalıştılar. Filistin’den Macaristan’a, Vietnam’dan Çekoslovakya’ya kadar bütün insanlığın sorunlarıyla ilgilendiler, bütün dünyayı barışa, sevgiye, kardeşliğe çağırdılar. Mavera hiçbir zaman gereksiz ve anlamsız edebiyat tartışmalarının yer aldığı bir dergi değildir. Mavera dergisi, kendi doğrularını başkalarının yanlışlarından yola çıkarak anlatan bir dergi de olmadı. Başlangıçta kendisini sürekli kendi doğrularını vurgulayan, kendi doğrularını gündeme taşıyan bir dergi olarak konumlandırdı. Mavera’nın hiçbir sayısında yararsız tartışmalar yer almadı. Ancak Mavera yalnızca edebiyat, yalnızca şiir, yalnızca hikâye, yalnızca deneme diyen bir dergi de olmadı. Mavera her zaman: “Bahçe biziz gül bizdedir/Arı biziz bal bizdedir/Güneş biziz ışık bizdedir/Biz Âdemoğullarıyız yetmiş iki dil bizdedir” demeyi bildi ve de etkili oldu. Bugün Halep’in yerle bir edilmesi gibi, geçmişte de Hama haritadan silinmiş, büyük bir katliam yapılmıştı. Afganistan gibi, Suriye de yazılara, şiirlere, romanlara konu oldu. Amerikalı Ömer Faruk Abdullah’ın, İsmail Faruki’nin danışmanlığında hazırladığı doktora çalışması, “Suriye Dosyası” Türkçeye çevrilerek yayınlandı. Yetmişli yılların başında ben İngiltere’de, Rasim Özdenören Amerika’da, Nuri Pakdil de Fransa’daydı. Cahit Zarifoğlu da otostopla bütün Avrupa’yı dolaşmıştı. Hepimizin Amerika ve Avrupa’daki düşünce, kültür ve sanat hareketlerini yakından tanıma imkânımız oldu. Bütün bir Türkiye, Batılı Müslümanların öncüleri olan Rene Guenon, Frithjof Schuon, Martin Lings, Titus Burckhardt, ilk adı Ian Dallas olan Abdülkadir Es-Sufi, Seyyid Hüseyin Nasr, Hamid Algar ve Malcolm X’i Mavera dergisi aracılığıyla tanıdı.

Erbakan o yıllarda, Odalar Birliği’nin Genel Sekreteri’ydi, Gemuhluoğlu da Birliğin İstanbul şubesinin müdürüydü. Malkoç ile birlikte Taksim’deki işyerine gittik. Benim de Eskişehirli olduğumu öğrenir öğrenmez, “Anadolu’da her şehir bir evliyaya, bir ermişe emanet edilmiştir. Eskişehir’in koruyucusu Yunus Emre’dir. Sen bir Eskişehirli olarak Yunus Emre’nin bize emanetisin,” diye karşıladı. Vefatıyla yükünü alıp Yunus Emre hazretleriyle aynı mekânda buluştular. Fethi Gemuhluoğlu’nun o günkü ifadeleri ömrünü çekip çevirmiş, Eskişehir’in Mihalıççık İlçesinde Yunus Emre külliyesine getirilip ebedi yurda yerleştirilmiştir. Sözü, kendisinin konferanslarında, oturumlarında sıklıkla dile getirdiği Elmalılı Ümmi Sinan Hazretlerinin sözüyle bitirelim: “Gül alırlar gül satarlar/Gülden terazi tutarlar/Gülü gül ile tartarlar/Çarşı pazarı güldür gül”. Bizler “Gül Medeniyetinin” mensuplarıyız. Ye’se gerek yok. Umutsuzluk bizim dergâhımızda yer bulmaz. Gidilecek, kapısı çalınacak, selam verilecek çok insanımız var. Sözümüz taze, nefesimiz taze, imanımız tazedir bizim. Sağlıcakla kalın efendim.

16 Eylül 2024 – İstanbul

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

İki  Münevver   / Şeref Akbaba
Cihannüma / Ay Vakti
Edebiyat, Mavera ve Nazif GÜRDOĞAN / Recep Garip
Önden Giden İki Atlı: Nazif Hoca, Mehmet Abi… / Özcan Ünlü
Dil, Fikir, Kültür Davamızın Müstesna Münevveri... / Necmettin Evci
Tümünü Göster