Ersin Nazif Gürdoğan’la Hicaz’dan Endülüs’e

Kaybedince bir yanımızın eksildiği değerlerimiz vardır. Bize sevgiyi, samimiyeti, ilmi ve irfanı öğreten dava ve gönül insanıdır bu tür değerler. Bulunduğu yere anlam katan, her gönle dokunmak için yüreğinin tüm güzelliğini sunmak için yollara düşen gönül erlerinin varlığı ile umudumuz hep diri ve canlı kalmıştır bu topraklarda.
Nazif Gürdoğan, edebiyat ve düşünce dünyamızdaki varlığı ile hem hoca olarak hem de dava adamı kimliği ile insan yetiştirme anlamında medrese gibi kendini bu uğurda vakfetmiş güzel adamlar içinde bir güzel değerimizdi. Okuyan, yazan, anlayan ve anlatan bir şiarı ömrü boyunca kuşanmış olan Gürdoğan’ın birçok derginin ağustos sayısında yazısının olması onun ne kadar azimli ve disiplinli bir çalışma hayatının olduğunu bizlere göstermekte.
Nazif Gürdoğan hocamıza Allah’tan rahmet, yakınlarına ve sevenlerine başsağlığı diliyorum. Hocamızın Hicaz’dan Endülüs’e kitabıyla onu bir kez daha anıyor ve dualarımızı gönderiyorum.
Gezi yazısı okumak, uçsuz bucaksız mekânlara yelken açmak gibidir. Okursunuz ama içinizin bir yanı anlatılan yerlerin kıyısında köşesinde soluklanıp durur. Bir de anlatıcı adım attığı her yere farklı bir gözle bakıyor ve sadece rehberlik yapmıyorsa, şehirlerin ruhuna da dokunuyorsa o zaman tam bir seyyah oldunuz demektir.
Ersin Nazif Gürdoğan’ın İz Yayınları arasından çıkan Hicaz’dan Endülüs’e kitabını okurken, anlatılan yerleri sadece gezmiyorsunuz, şehirlerin havasını adeta tüm hücrelerinizde hissediyorsunuz.
Kitabın ön sözünden:
“Mekke’den Kurtuba’ya kadar, değişik şehirlerde görülebilecek yerleri gördüm, ancak kimsenin görmediğini görmeye, kimsenin düşünmediğini düşünmeye, kimsenin bakmadığını bakmaya çalıştım. Bir izlenim ya da gezi yazısını tatlandıran ve renklendiren ana unsuru, herkesin geçtiği yollardan geçerek, kimsenin yakalamadığı boyutları yakalamak olduğunu düşünüyorum.”
Hicaz’la Başlıyor Kitap
Cidde’deki Abdulaziz Üniversitesinde öğretim üyesi olarak göreve başlıyor Gürdoğan. Bu başlangıç aslında uzun soluklu bir yolculuğun da ilk adımı gibi. Ardı ardına geliyor şehirler, ülkeler ama ilk adım çok önemli; Cidde. Yani Mekke’ye açılan kapı. Bereketinin tarifi imkânsız. “Sınırların Dışına Çıkmak” bir ufkun, insanın önünde açılmasıdır. Bir sınırı geçmek sadece bir seyahat olarak adlandırılamayacak büyük imkânlar sunar kişiye. “Dünyada bir ülkeden başka bir ülkeye gitmek, sınırların dışında düşünmeye, yeni açılımlar kazandırır. (s.15)
Şehri sadece yapılarıyla anlatmıyor Gürdoğan. Manevi iklim, ekonomik yapı, sosyal yaşam gibi konular iç içe ele alınıyor kitapta. Şehrin sosyolojisini de öğreniyoruz yaşanmış anılar tadıyla. Cidde her özelliğiyle bir tatlı huzur esintisi veriyor satırlar arasından.
“Cidde’de evlerde çatı ve kiremit derdi yok, toprak damlar gibi, çatılar da dümdüz yapılır. Yine de yeni yapılar arasında balkonsuz evler görünmez.” (s. 29)
Daha sonra Mekke’yi, Medine’yi, Uhud’u, Nur Dağı’nı ve gönlümüze bereket olan mekânları adım adım geziyoruz. Tarihiyle, doğasıyla, şehir kimliği ile ele alıyor her bir köşeyi Gürdoğan. Bazen bir şehir kültürünün içinde buluyoruz kendimizi, bazen bir hac rehberinin manevi iklimine kapılıyoruz.
“Nur Dağı Mekke’nin en yüksek noktası olarak bilinir. Ademoğullarının, annelerinin ve babalarının, cenneti yitirdikten sonra ilk defa buluştukları Mekke’ye yolu düşen herkesin yardımına koşulur. Kâbe herkese kutup yıldızı olma görevi üstlenir.”
Birleşik Krallık
Arabistan yarımadasından sonraki durağımız Birleşik Krallık. Batı’nın yüzüyle karşı karşıyayız. Sadece gelişen, büyüyen, sanayi devi olan batı değil anlatılan. Sömüren, yok eden, yakıp yıkan batı da var Gürdoğan’ın anlattıklarında. Elbette bir mümin bakışı ile temaşa ediyor her yeri Gürdoğan.
“Kan ve gözyaşı üzerinde büyüyen zenginlik ve teknolojik gelişme, Batı’nın iç çürümesini ver sosyal çözülmesini onarmak şöyle dursun, tam tersine çürümenin ve çözülmenin, her geçen gün biraz daha hızlanmasına yol açıyor.”
Birinci Dünya Savaşı’ndaki İngiltere’nin rolü ve Osmanlı ile olan ilişkileri, sömürü düzeninin işleyişindeki rolleri de kitapta yer alan ayrıntılardan.
Ve Endülüs
Kıbrıs sahillerinde Akdeniz havasını aldıktan sonra ulaşıyoruz Endülüs’e. Ne derin anlamlar var bu isimde, ne derin yaşanmışlıklar. Endülüs demek bir tarihin ruha ilmik ilmik işlenen sayfası demek.
Önce İspanya’yı tarihiyle, doğasıyla dolaşıyoruz. Şehirlere uğruyoruz. Kendimizi Endülüs’e hazırlıyoruz. Görüyoruz ki tüm dünyanın Endülüs’e ihtiyacı var, en çok da Avrupa’nın. İspanya Müslümanları ve Avrupa’ya karşı İspanya ele alınıyor.
“Roger Garaudy başta olmak üzere, Avrupa’da bilgi ve bilgelik olarak ne varsa, hepsi Endülüs’ten alınmıştır diyen Avrupalı Müslümanlar Avrupa’da Doğu ile Batı dünyası arasında bir köprü kurmak için İspanya’nın tarihsel birikiminin büyük bir önem taşıdığına inanıyor.”(s. 188)
Gürdoğan’ın anlatımıyla bir kez daha gönlümüz kapılıp gidiyor Endülüs’e. Sanki köşe başından atlılar çıkıp gelecek; başlarında Selahaddin Eyyübî. Ezanlar yankılanacak göğe. Kurtuba şenlenecek, Avrupa kaybettiği nizamına kavuşacak.
Kurtuba Camii’nin mahzunluğunu okuyunca içimize bir acı gelip oturuyor. Endülüs’ün yüzyıllar öncesinden yaydığı ışığın bir dua niyetine geçmesi hepimizin arzusu.
Hicaz’dan Endülüs’e aldığımız yol, büyük bir coğrafyanın soluduğumuz iklimiyle son buluyor.
Bir medeniyet atlası içtenliği ile okunacak ve her okunduğunda hocamızın ardından hayır dualar edilmesine vesile olacak bir kitap Hicaz’dan Endülüs’e.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

İki  Münevver   / Şeref Akbaba
Cihannüma / Ay Vakti
Edebiyat, Mavera ve Nazif GÜRDOĞAN / Recep Garip
Önden Giden İki Atlı: Nazif Hoca, Mehmet Abi… / Özcan Ünlü
Dil, Fikir, Kültür Davamızın Müstesna Münevveri... / Necmettin Evci
Tümünü Göster