Penceresiz bir odada, daha doğrusu karartma perdeleri kapalı yarı karanlık bir odada, odanın bir köşesinde o bir köşesinde ben sessiz oturuyoruz. Sessizliğin belirsizliği hüküm sürüyor. Ne olacağı ne yapılacağı belli değil. Harekette bir sesmiş gibi (sese sebebiyet verebileceğinden olsa gerek) hemen hemen kıpırtısız bir şekilde oturuyoruz. İstenmeyen konuğu muyum odanın, bilmiyorum. Bunun bir önemi de yok. Bu odaya kim girse benim durumumda olacak. Çünkü o, hep yalnız kalmak ve hep susmak istiyor. İyi değil. Söz kaldıracak durumda hiç değil. Ama bu hâl, bu suskunluk nereye kadar? Ne zamana kadar?
Acaba ne söyleseydim de ona, kendini iyi hissetmesini sağlasaydım? Hayatının istinat duvarı çökmüştü. Hiçbir şey o duvarı doğrultmayacağına göre o yıkıntıda ve o yıkılmışlıkla bıraksa mıydım onu? Ne söylesem beyhudeydi, öyleyse sussa mıydım? Hayır, hayır, tamda sessizliğin en ağır olduğu zamanda susulmazdı. Ben de tamamen susmamıştım. Sözlerimin tesirsiz kalacağını bilmeme rağmen söylemiştim bir şeyler… Ama işte bildiğim gibi çıkmış hiçbir etki yapmamıştı. Peki, ne yapsaydım şimdi, bıraksa mıydım onu kendine? Ya zaman ilaç olurdu ona ya da o yıkılmışlığa, zamanın yıpratıcılığı da eklenerek, zamanla iyice harabeye dönüp tamamen dağılıp giderdi. Yo yo, bunu kabul edemezdim. Bir el atsaydım ama nasıl? Bir el atsaydım da onu oradan biraz uzağa götürebilseydim. Arada set oluşturan direncine karşı nasıl yapabilirdim bunu? Kolundan tutup zorla çekip götürmeye çalışarak değil, uyutmaya çalışarak değil, unutturmaya çalışarak değil, değil, hangisi aklıma gelse, değil… ama belki… belki dikkatini başka yöne çekerek yapabilirdim bunu.
Yıkıntıda yıkılmışlık (yıkılmış kişi) iki kat ağır bir atmosferdi. Mekân ve insanın devrikliği, perişanlığı birlikte. Yıkılmışı yıkıntıdan uzaklaştırmalıydı/uzaklaştırmalıydım. Mekân yani ev yıkık mıydı? Önceden olduğu gibi duvarı, sıvası, boyası, eşyası yerli yerindeydi. Hiçbir şey yıkılıp dökülmemiş, bir tek eşya yer bile değiştirmemişti. Ama içinden göçenin tüm hatıralarıyla öyle ağırlaşmıştı ki, öyle çökmüştü ki başına, bir viraneden başka bir şey göremez olmuştu o. Bir el atsaydım da onu oradan biraz uzağa götürebilseydim… Bu dünya gurbetinin, onu yutacak bu yolağzından kaçırıp kurtarabilseydim onu. Ama büyük direncinden ötürü yapabileceğim fazla bir şey yoktu. Yine de hep yanında olacağımı hissettirebilseydim. Evet, bunu hissettirmeliydim. Yoksa yıkıntı, yıkılmışlık ve yalnızlık üç kat ağır bir ortam oluşturacak, katmanlaşacaktı. Işık ve çıkışa ulaşması da katmanların kalınlığı ve sayısınca zorlaşacaktı. Belki, artık güneş değil de günlerin korkusu doğacaktı içine. Belki. Zaman oklarının hedefinde tamamen savunmasız biri…
İstinat duvarı mı demiştim? Doğru demişim. İnsanın eğilimli araziden ne farkı vardı? İnsanın uğramadığı erozyon mu vardı? Bir binadan daha çok desteğe ihtiyacı yok muydu? Korunmaya ihtiyacı yok muydu? Bu eğilim… İnsan hep dik değildi. Onlarca duygu dalgalarıyla dalgalanır, yükselip alçalır, kayar, ilerler, geriler ve bazen de batardı. Evet, insanın istinat duvarına ihtiyacı vardı ve onun ki göçmüştü işte. Ve ardından o da onunla kaymış yıkılmıştı. Kaldırsam…
Kaktım. Elimi uzattım. Elim boşlukta kaldı. O elimi tutmadı. Tutmayacağını biliyordum.
Kaldırsam…
Tekrar elimi uzattım. Yine elim boşlukta kaldı. O elimi tutmadı. Tutmayacağını biliyordum.
Pencereye yöneldim. Çekine çekine, usulca perdeyi açtım. Bir şey demedi. Ben “Bahar geldi” dedim. Kuşlara, ağaçlara, çiçeklere bakmadı. Bir telaş canlanan, tazelenen, giyinen, süslenen, oynayan, gülenleri gösterdim. Tam zıddını (zıddın zıddını hatıra getirmesi ne fenaydı!) göstermişim gibi, hüznün yüzünü gölgelediğini ve hepsinden yüzünü çevirdiğini gördüm. Çenesinden tutup hafifçe döndürseydim yüzünü? Fazla cüretkâr davranmış olurdum. Davranmış olsaydım ne olurdu? Gerçekten büyük bir cesaret gerektiriyordu bu. Olumlu ve nötr (tepkisiz kalma) ihtimallerden daha çok, olumsuz-tatsız ihtimaller sıralanıyordu aklımda. Bunu geçtim. Her zaman doğayla çok alakadar olan ona, tekrar “Bahar geldi” demek istiyordum. Ama söylemiştim ve görmüştüm ki söylemek yetmiyor hatta aksi tesir yapıyor, öyleyse yaşatmak lazım. Evet, yaşatmak lazım. Perdeyi açmama bir şey demeyişinin verdiği cesaretle, bu kez pencereyi açtım. Bahar sabahının serinliği doldu odaya. Ve kuşların şakıyışı.
Serinlikten mi -soğuğa yakın bir serinlikti- bir an ürperir gibi oldu. Aydınlığa mı, serinliğe mi, kuşların sesine mi dayanamadı bilmiyorum, konuştu:
“Bu serinlik bu gamlı havayı yelpazeliyor mudur? Ya kuşlar ne söylüyor bahara böyle şen? İçimdeki ezgiler yerini çoktan dilsiz bir acıya bıraktığından, “şen” kelimesi dilimde ve odamda eğreti duruyor. Ya da yabancı duruyor. Penceremin dışında bu şen şakraklık. Ama açtın pencereyi içeriye giriyor sesler. Yabancı da dursa, odama dâhil olduğundan, o şen-coşkulu sesler kısmen üzerimde bir etki yapıyor mudur? Sezai Karakoç: ‘Kışı bırakmak yeniden yaratılmak gibi / Yeniden olmak gibi bir fizikötesi töreni’ diyor. Evet, görüyorum tören var da, kışı bırakamadığımdan törene dâhil olamıyorum. Evet, bahar gelmiştir. Bana mı, hayır, 2024 yılına. Bir mevsimdir işte, gelmiştir. Gelen mevsim bahar değil de kış olsaydı, tam bu bezgin, küskün, kederli ruhuma göre der, kendimle ve tabiat arasında bir müsavilik (benzerlik falan demedim yetersiz kalır diye) bulur; eşitliğin, tezadı, karşılaştırması, aykırılığı, gelgiti olmayacağından, dolayısıyla da herhangi bir çatışma doğurmayacağından, bir cümlelik farkındalıkla (bu, pek de bir farkındalık sayılmazdı) tam ruhuma göre der, üzerinde durmadan aynı şekilde yaşar giderdim. Aynı şekilde derken, aynı biçimde yinelenen hep alışık olduğum rutini kastetmedim. Rutin, önceki rayından çoktan çıkmış. Bir trenin her günkü aldığı yolu değildir artık gittiği. Trenin yolu artık sadece tüneldir, rutine dönüşecek kadar çok gidip gelmiştir bu yolunda. Yalnız karanlık bir tünelle yolunu sınırladığım bu tren gibi, nicedir, kendim için kasvetli, karanlık ve sessizlikle sınırlarını belirleyip yaşadığım bu yeni rutini kastettim. Karanlığı ve kışı yaşamayı…
Ama kıştan sonra bahar gelmiştir. Bir uyumsuzdur gelen. Epeydir benimsenmiş, kanıksanmış, alışılmış olana uygun olmayandır. Özetle, farkı, ister istemez, fark edebileceğim bir penceredeyim. Farkındalık, tehlikeli, sakıncalı bir şey aslında; yaşadığımın farkındayım öyleyse yaşamayanın da farkındayım; nasıl yaşadığımı düşünüyorum ve nasıl yaşamadığını da düşünüyorum; varlığımı düşünüyorum ve yokluğunu ve yokluğunun beni yok ettiğini de… Kış kefeninin beyazlığıyla kaplanıp boşalmışken hayatım, nicedir tek renkken ve bu beyazlıkta neredeyse renk kavramını yitirmişken, hiçlikle karşılaşmaya alışmışken bahar gelmiştir. Yitirdiğim ve artık tanımadığım ve varlığını anlamlandıramadığım; yabancı, uzak, bulmamın olanaksız olduğu kayıp ülkeyken bahar, ama nasılsa çıkagelmiştir. Yüzüne pencereyi kapatsam mı baharın, yoksa bir kez araladığın pencere açık mı kalsa?”
“Açık kalsın. Baharı duy! Yaratılış gelip kapına dayanmış, pencerenden uzanmış. Taze solukların buğusu pencerene yepyeni tüller oluşturmakta. Baharı duy.”
“Baharı duymak mı?”
“Musikisi kanat çırpmakta (Ki kuşlar onlar). Baharı duy. Bahar da senin gibi kış içindeydi ve bir kıştan çıkıp gelmiş. Bu yeşil pelerini giymesen de, hiç olmazsa omuzlarına al, içinde kışı taşıyor olsan da dışın tabiatla uyumlu olsun.”
Sustu. Ama pencere açık kaldı.
Kendi kendime mırıldandım: “Nasılsa yolunu şaşıran bir kuş gelip konar yeşil pelerinine.”
Bu Sayının Diğer Yazıları
Cürüm ve Yüzsüzlük / Şeref AkbabaTeo-Politik Kaosa Doğru / Ay Vakti
Bir Uyanış Öyküsü / Ziya Karatekin
Geçmiş Yanımızdadır / Semra Saraç
Ona Ne Söyleseydim? / Semra Saraç
Tümünü Göster
Gün Aşırı
- İlk Adım
25 Nis 2018
Allah’ın adıyla Şairin anlamlı beytiyle giriş yapmak istiyoruz: “Erişir menzili Devamını Oku…
Cuma Akşamı
- Bana Sevdamı Geri Ver
25 Nis 2018
Kim, neyi kaybettiyse onu arıyor. Kıymet arz eden ve kendi Devamını Oku…