Dost Eli

Dostluklar vardır.
Alacakaranlıkta kök salar;
Yeşillenir, çiçeklenir.
Kuvvetle tutunur toprağa
Sevinç ÇOKUM

İkindi vakti hep böyle esinti çıkar.
Ağaçların dalları maviye uzanır, çiçekleri toprağa.
Rüzgâr azıcık kuvvetlice esse, yapraklar ürkerek birbirine sokulur.
Bir hışırtı alır ortalığı.
Bazen ince ince bir yağmur başlar. Önce saçaklarda birikir damlalar. Sarmaşıklara oradan kadife güllerine uzanır. Gül yaprakları sessiz sedasız düşer toprağa.
Gecenin mavimsi aydınlığı yeryüzüne inmeye başlar.
Kuşları alır bir telaş. Gökyüzünde kalan son gün kırıntılarına bata çıka kanat çırpar kuşlar.
Sokak kapısının hemen dibindeki çiçek, havanın kararmasıyla birlikte açmaya başlar. Akşam ezanı okunurken açtığı için ezan çiçeği derler Anadolu’da bu çiçeğe. Döne döne, kıvrıla kıvrıla, sarı sarı açar. İşte açmaya başladı bile.
Üşür gibi oldum. Sırtımdaki şala iyice sarındım.
İki zeytin tanesi, azıcıkta ekmekle açtım orucumu. İştahım hepten kesildi. Bazen iftardan sonra çay demliyorum kendime. Bir bilemedin iki bardak ancak içiyorum. “Çayı şekersiz iç.” dedi doktor. Zor oldu ama alıştım.
İnsan neye alışmaz ki?
Akşam namazımı kılmak için kalktım. Bir an yine kaldım öylece. Akşam namazı kaç rekâttı?
Yine gitti geldi aklım. Yine o his kapladı içimi.
İri dalları, yeşil yaprakları solmuş bir ağaç gibi, allarına konan bütün kuşlar bir bir uçup gitmiş gibi hissettim kendimi.
Odalardan bir tıkırtı geldi sanki. Durdum, dinledim.
Damdaki güvercinlerin boğuk sesleri.
Tespih çekerken daldım yine. Hacı annem beyaz tülbendiyle odadan odaya geçti sanki. Kayın babam camiye gitmek için abdest almış. Gömleğinin kolları dirseklerine kadar katlanmış. Aksakalında birkaç su damlası. Eşim sokak kapısında. Yüzünde o aydınlık gülümseme. Hasır seccadesi koltuğunun altında.
” Görüşürüz Hanım.”
Camları buğulanmış mutfaktan, erken yaşta göçüp giden annem çıkıyor. Elinde büyükçe bir bardak, içinde yeşilimsi bir su.
“Falancadan duydum, çok iyiymiş bu otu kaynattım, ılıyınca içiver kızım.”
Annemin ela gözlerindeki umut, yeşilimsi suyun içine düşmüş. Ben suyu içerken onun dudakları duayla kımıldanıyor.
“Allah’ım kızıma hayırlı evlatlar ver.” Her şey O isterse olur. Olmadı.
Her şeyde vardır bir hayır. Biz bilemeyiz.
Hayatımı dolduran o insanlar şimdi hiç var olmamış gibi.
Onlar gidince her şey derin bir sessizliğe büründü. Ağır bir toz bulutu kapladı dünyamın
üzerini.
Komsular, eş dostta teker teker gitti. Kimisi çoluk çocuğunun yanına, kimisi başka semtlere, şehirlere ülkelere.
Gidenlere küstüm kendimce. Gittikçe büyüdü küskünlüğüm. Gönlümü almaya gelen olmadı.
Giderek eksildi gülümseyişim, neşem, umudum. Her geçen gün biraz daha eksildim, eskidim.
İri cüssem ufaldı ufaldı. Şu koltuğun kenarında kapladığım yer de dünyanın içimde kapladığı yer de hafifledi giderek.
Bilmem ne zamandır pencere kenarındaki koltuğumda oturarak geçiyor günlerim.
Küf yeşili kadife koltuklarım, gelinlik zamanımdan kalma. Minderleri dümdüz oldu, rengi iyice soldu.
Ne garip. İnsanların ömrü şu koltuklar kadar yok. Eşya duruyor, insanlar gidiyor.
Gözlerim uzağı seçemiyor. Geçen gün yoldan geçen birini tanıdık birine benzettim. O mu değil mi? diye bakarken öyle eğilmişim ki. Genç çocuklardan biri “Teyze düşüyor!” Diye bağırdı. Toparladım kendimi. Utandım. Akşama kadar pencereden kafamı uzatmadım.
Bir sabah kapım çalındı. Bir kadın. Üzerinde vişneçürüğü bir manto. Zayıf, uzunca. Eğilmiş, uykudaki ezan çiçeğimin başını okşuyor. Kafasını kaldırdı sonra.
“Neriman! Dedi.
Şaşkınlıktan büzülen kaşlarımın gölgesi düştü yüzüme. Alnımdaki irili ufaklı çizgilerin gerildiğini hissettim.
“Kerime!”
Sarıldık birbirimize. Mantosu naftalin, elleri tarçın kokuyordu yine.
Sanki ruhumun eriyen, kaybolan parçaları bir araya geldi o sarılınca. Zayıflayan, kırılmaya yüz tutan kemiklerim bir anda kaynadı.
“Kerime, ah ahretliğim!”
Bu mahallede otururlardı. Sokakta birlikte oynar, okula birlikte giderdik. Sabahları onların evinin kapısını çalardım. Kapı, yukarıdan çekilen iple açılırdı. Kerime, ben gelince çabucak siyah önlüğünü üstüne geçirirdi. Odanın kapısında beyaz tülbendi, incecik yüzüyle Kerime’nin ninesi görünürdü. “Allah zihin açıklığı versin.” der, okur üflerdi ardımızdan.
Ortaokula yeni başlamıştık Asiye Nine öldüğünde.
Ne çok üzülmüş ne çok ağlamıştım. Artık duasız kalacağım diye ne çok korkmuştum.
Kerime ile pencere kenarındaki koltuklara karşılıklı oturduk. Gün iyice ağarmış, odanın içini berrak bir aydınlık doldurmuştu.
Bana doğru eğildi Kerime. Ellerimi tuttu.
“Seni bize götürmeye geldim ahretlik.” Dedi.
“Bak yurt dışından tamamen döndük. Çocukların her biri ayrı yerde. Hem bana yoldaş olursun.”
Şaşırdım. Yüzüm bulutlanmış olacak ki Kerime’nin de yüzü gölgelendi.
Bu evi, penceremin kenarındaki yerimi, odadan odaya yayılan anılarımı, küf yeşili koltuklarımı, ezan çiçeğimi bırakıp gitmek fikri korkuttu beni. İkimiz de sustuk. Sokağın sesini dinledik.
Ayağa kalktım. Durdum öylece. Yine ne yapacağımı unuttum.
“Eşyalarını hazırlayalım haydi ahretlik.” dedi Kerime.
İtiraz etmeden başımı salladım.
Kapıyı kilitledim. Anahtar elimde öylece durdum bir süre. Koluma girdi Kerime.
“Bak gör, oraların havası çok iyi gelecek sana.”
Gülümsedim. Nereye gittiğimizi sormadım.
Hafif bir esinti başladı biz çıkarken. Kuşlarla yaprakların sesi doldurdu etrafı.
Ezan çiçeğim kımıldanmaya başladı.
Ne ara akşam oldu?

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Cürüm ve Yüzsüzlük    / Şeref Akbaba
Teo-Politik Kaosa Doğru / Ay Vakti
Bir Uyanış Öyküsü / Ziya Karatekin
Geçmiş Yanımızdadır     / Semra Saraç
Ona Ne Söyleseydim?   / Semra Saraç
Tümünü Göster