Sanat Kuramı Üzerine-I

“Kuram” ya da “teori” kelimesi, belli bir şekilde düzenlenmiş sistemli bir bilgiyi, bir bilime temel olacak şekilde açıklayan kurallar bütünü olarak ifade ediliyor. Türk Dil Kurumuna göre kuram kelimesinin anlamı çeşitlilik göstermektedir. Kuram, uygulama alanlarından bağımsız bir şekilde ele alınan soyut bir bilgidir. Belirli bir konu hakkındaki görüşlerin ve düşüncelerin bütünüdür. Aynı zamanda kuram, sistemli bir biçimde pek çok olayı açıklayan ve bir bilime temel olan yasalar bütünü olarak da ifade edilmektedir. Kuantum, görelilik ve evrim kuramı gibi birçok alanın teorisi-kuramı söz konusudur. Doğrulanmış gözlemler bütünü ya da deneylerle gerçekleşen sonuç diye de ifade edilebilir.

İnsanlığın varlığını yaşamış olduğu iklim, doğa, coğrafi ve fiziki şartlardan oluşturdukları asli ihtiyaçların zorlayıcı üretimlerinden anlıyoruz.  Anadolu iklimi, fiziki şartları, coğrafi yapısı ve yerleşim geleneği itibariyle el sanatlarında son derece zengindir. Yüzyıllar boyu bu büyük coğrafya sayısız uygarlıklara, insan topluluklarına ev sahipliği yapmış ve büyük kültür, sanat zenginliğine sahip olmuştur. Toplumların inançları, yaşayış biçimleri, ahlak ve adalet anlayışları ve sanat ocakları kültürel mirası gösterir. Bu nedenledir ki her ülkenin kendine has kültürel zenginliği, o topluluğun yaşayış biçimleriyle, kullandıkları dillerine ve dil üzerinden ürettikleri şiir, sanat, edebiyat ve bedii güzelliklerin hayatlarını süslediği görülmektedir. El sanatları, toplumun doğal hayatının bir gereği olarak gelişmiş, ihtiyaçların karşılanması, giderilmesi hususunda yükselme göstermiştir.

Toplumlar, geleneklerini, göreneklerini, çevrelerinde var olan çiçeklerden, böceklerden, ağaçlardan ve inançlarından aldıklarıyla işlemeye başlamışlar böylelikle hem inançlarını, hem yaşayışlarını ve hem de kültürel birikimlerini gösteren belgelere dönüşmüştür. Bir toplumun birikimine, tarihine dair en büyük miras, el sanatları alanında üretilmiş olan halılar, kilimler, heybeler, mutfak ve zirai aletlerde üretilmiş olanlardır. Aslında insan hayatının ev içi, dışı, giyim ve kuşamı da dâhil olmak üzere bütün hayatını ilgilendiren alanlarda da sanat kendi varlığını göstermiştir. Toplumların sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik yapısını da gösteren el sanatları, halk kültürüyle birlikte yol alır. Yüzyıllar öncesinden bir toplumun, milletin, uygarlığın genel durumunu el sanatlarından öğrenebilirsiniz.

Zaman zaman sanat, zanaat, el sanatları, plastik sanatlar ya da genel itibariyle bedii sanatlar (güzel sanatlar) şeklinde ifadelerle günümüz dünyasında ifade edilmektedir. Bu bize gelişen ve değişen dünyada sanatın bütün alanlarıyla insani bir ihtiyaç haline dönüştüğünü gösterir. Sanat diye tanımlanan bir eserin-ürünün, birçok açıdan değerlendirilerek böylesi bir unvanı hak ettiğini de söylemek icap eder. Öyleyse kısa dokunuşlarla tanımlama yapmak konuyu daha da anlaşılır kılmaktadır.

Sanat: Genel ifadeyle hayal gücünün oluşturduğu, gözlem ve deneyimlerle gelişerek estetik unsurları içinde barındıran esere denir. Şiir, gibi, aşk gibi, tasavvuf gibi kelimeleri tanımlamak oldukça güçtür ve her sanatkâr, ilim, irfan sahipleri kendince tanımlama imkânı bulsa da yeterli olmadığı tanımlardan da anlaşılır. Bedii olanı görme, seçme, güzel olanı fark etme, beğenme, haz alma, sevinç ve öfke, mutlu ve mutsuz, huzurlu ya da huzursuz olma durumlarının eserde tezahürüne de sanat deniliyor. Sanatı icra edenle, heyecan duyanların ortak buluşma alanları, söylemleri olarak da bakılmaktadır. Birçok felsefeci sanatı, şiiri, estetiği, varlık ve yokluk konusunu gündeme almış, bunlarsız hayatın bereketsiz olacağına dair sözler söylemişler, sanatsız olunamayacağına vurgu yapmışlardır. Yaratma sıfatı Tekvin sıfatıdır. Yoktan var etme yalnızca her şeyi yaratana aittir. Enam suresi, 14. ayette şöyle ifade ediliyor:

De ki: Göklerin ve yerin yaratıcısı olan, beslediği halde beslenmeye ihtiyacı olmayan Allah’tan başkasını mı dost edineceğim.” De ki: “Bana, (Allah’a) teslim olanların ilki olmam emredildi ve sakın Allah’a ortak koşanlardan olma (denildi).” Saffat suresi, 96.ayette ise:

“Oysa Allah sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratmıştır” . Tekvin (yoktan var etme) sıfatı yalnızca Allah’a aittir. Dolayısıyla sanatkârların ürettikleri, hangi sanat alanında üretilen ne türden bir eser olursa olsun insanın yaptığı şeyleri önceden yaratan Allah’tır. Dolayısıyla insan haddini aşmamalı ve yaratıcı rolü oynamamalıdır. Kendi acizliğini, yaratılmış olduğunu ve yaptıklarının da ona bir ikram olarak önceden yaratılmış olanın bir lütuf olarak verildiğini unutmamalıdır

ZanaatEl işi ve el becerisiyle günlük ihtiyaçların giderilebilmesi için oluşturulan, özel kabiliyet ve eğitimle elde edilebilen meslek diye ifade edilebilir. Üretim faaliyeti, kabiliyet ve çaba karşısında elde edilen ürünlerin çeşitli şekiller ve biçimlerde ortaya konulduğunu, bunun zaman içerisinde gelişerek tekâmülleştiğini de söyleyebiliriz. Çıraklıktan, kalfalık ve ustalığa doğru yollarla gelişen-değişen el işlerinden, kıymetli sanat eserlerinin de çıktığını belirtmek icap ediyor. Ustalık, verilmiş olan emeğin zaman içerisinde elde edilmiş olan unvana deniliyor. Bu nedenledir ki el sanatları, el işleri, emekle elde edilen ürünler, yüzyıllar boyu gelişme göstermiş ve bugünlere ulaşırken sanayi devriminin, teknolojinin gelişmesini sağlamıştır.

Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde zanaat; “el ustalığı isteyen işler” olarak tanımlanıyor. Sanatın TDK sözlükteki karşılığı ise; “bir duygu, tasarı, güzellik vb.nin anlatımında kullanılan yöntemlerin tamamı veya bu anlatım sonucunda ortaya çıkan üstün yaratıcılıktır.” Yine sözlükte ilk tanımın dışında ise: “insanların maddeye dayanan gereksinimlerini karşılamak için yapılan, öğrenimle birlikte deneyim, beceri ve ustalık gerektiren iş, sınaat” diye ifade ediliyor. Anlaşılan odur ki zanaat; insanların, toplumların, cemiyetin, ailenin ihtiyaçlarının karşılanmasından yola çıkılmış, kuşaktan kuşağa el verilmek suretiyle yüzyılları geride bırakmış, insan emeğiyle-alın teriyle oluşturulmuş, kıymeti ölçülemeyen sanat ve ihtiyaç eserleridir. Bu yol, kuşkusuz ustadan çırağa ve kalfalığa doğru uzanan bir eğitimi de ifade eder. El sanatlarından günümüze ulaşmış hala devam eden sanatlarımızdan; camcılık, nakkaşlık, ahşap işçiliği, halıcılık, kilimcilik, nakış, taş işçiliği, telkâri, tesbihcilik, şekerlemeler, lokum üretimi ve çeşitleri, helvacılık, Keçecilik, kalaycılık, bakırcılık gibi birçok alanda hala üretimi sürmektedir. Nalbantlık, keçe ve kalay gibi sanatlar nadirde olsa devam etmektedir.  Sanayi devrimiyle birlikte teknoloji, sanat âlemini seri üretimlerle altüst etmiştir. Elbette teknoloji hayatı kolaylaştırmakla birlikte insan emeğini, üretimini, tekâmülünü zafiyete uğratmıştır. İsmet Özel’in “Üç Mesele” eseri bu meseleye ciddi açılımlarla eleştiriler getirmiştir. Nalbantlığın yerini oto tamirciliği aldı denilmiş olsa yanlışlık yapılmış olmaz.

Merak ve hayret, felsefeyi doğurdu” diyor Aristoteles. Bahsettiğimiz konuların hemen hemen tamamı felsefeciler tarafından gündeme alınmış konulardır. İnsanoğlu yaratılıştan meraklı, araştıran, heves eden, şüphelenen ve hayret eden bir varlık olarak işin peşini bırakmaz, araştırır ve mutlaka bir sonuca ulaşmak ister. Thomas Hobbes bu konuya şöyle bakıyor; “Gördüğü olayların sebeplerini araştırma insanoğlunun doğasına özgüdür. Bazıları daha çok araştırır, bazıları daha az ama herkes kendi iyi ya da kötü kaderinin sebeplerini araştıracak kadar meraklıdır.” İnsanın hamurunda var olan bu duygu insan kabiliyetinin sınırsızlığına ulaştırır bizleri. Bedii sanatların gelişmesi de, böylesi bir merakla ulaşılan noktalardaki hayreti doğurur. Burada karşımıza şüphe çıkar ki, felsefenin temel noktası sorgudur. Bitmek bilmeyen sorular içinde sorularla şüphe insana istikamet vermez. Kıvrandırır durur. Kördüğüm halinde gidiş ve dönüşlerle bir çıkış yolu bulmak ister. Çıkış yolunu tam bulduğunda yeniden başa dönerek yeni soruları sormaya başlar. Kör kuyulardan yine kör kuyulara doğru yollara sevk eder. Oysa bizim hem felsefeye, hem de sanata bakışımız; insanın ruhi, gönül ve akıl bakımından yaratılışın sırlarını keşifle teslimiyete ulaşmasıdır ki; el-Kindi’nin, İmam-ı Gazali’nin, Farabi’nin Yunan-Batı felsefecilerinden ayrılan yönüdür. İslam dünyasının ilk felsefecisi el-Kindi olduğu ifade edilir. El-Kindi; “Felsefe, insanın kendini tanıması” olduğunu söyler.  12. Yüzyıldan Yunus Emre “İlim ilim bilmektir /İlim kendin bilmektir” diyerek aynı şeyi söylemeyi sürdürmüş, kişilerin kedilerini idrak meselesini gündemine almıştır. “Felsefeye, sanatların sanatı ve hikmetlerin hikmeti”, “İnsanın gücü yettiği ölçüde külli-ebedi şeylerin hakikatlerini, mahiyetlerini ve sebeplerini bilme” meselesi olarak bakarız. Tam da burada Ralph Waldo Emerson; “Tanrı her zihne, kişinin gerçeklik ile rahat bir yaşam arasında kendi tercihini yapması için bir imkân sunar. Bunlardan hangisini seçeceği insana kalmış bir şeydir. Ama o, ikisini birden asla seçemez” diye aynı noktaya eriştiğini görürüz. Aynı zamanda hayrı, aynı zamanda şerri tercih edemez insan. İkisinden birini tercih ile yoluna devam eder. Ya inanır ve iman edersiniz ya da inanmazsınız. Hepsi bu kadardır. Cemil Meriç şöyle sesleniyor; “Bir iflasın ifadesidir Avrupalılaşma, bir inkâr çılgınlığı, bir intihar kararıdır”. Bu fasıl bizleri farklı alanlara götüreceğinden konuyu bir başka sefere bırakıyoruz.

Konuyu çok fazla dağıtmadan sanat düşüncemize giren iki kelime batıdan gelip içimize yerleşti; Mimesis ve Katharsis. Bu iki kelimeyi ilk defa Aristo kullandı. Sanat eserlerinde var olan unsurlar olarak ifade edildi. Doğanın taklit edilmesine Mimesis deniliyor. Ressam olarak manzaradan, fotoğraflardan ya da hayal gücümüzle çizdiğimiz resimlere de aynı ifade kullanılıyor. Sanat Felsefesi, resim, şiir, belagat, müzik, güzellik, aşk, tiyatro ve heykel gibi alanlarda estetik bakış üzerinden belli kurallar çerçevesinde ele alıp inceleyen disiplin olarak görülüyor. Katharsis ise; şimdilerde daha çok sinema dilinde kullanılıyor. Okuduğumuz bir romanda, hikâyede, izlediğimiz bir filimde, tiyatroda kendimize yakın bulduğumuz karakterle özdeşleşmek anlamındadır. Her iki kelime üzerinde rahmetli Cemil Meriç eserlerinde yeterince durmuştur. Platon’un Devletinde sanatın işlevi üzerinde ayrıntılı olarak durduğu unutulmamalıdır. “Sanatı taklit olarak görmez” sanatı üreten ustaların “matematik ve geometriden fazlasıyla yararlandıklarını” söyler. Bizim hendese, simya ilmi ve estetiğe bakışımızda da matematik ve geometri yani hesap ve kitap önem arz eder.

Bir ressamın tek tablosu üzerinden analiz yapmak, ressamı yeterince ifade etmese de bir bakış açısı oluşturur. Tam ressamı tanımlamasa da bir estetik yargıya okuyucuyu ulaştırır. Estetik yargı, haz gibi hususlar kişilerden kişilere değişir. Aslında ele aldığımız sanat kuramı konusuna biraz açıklık getirmek için sanat felsefesi konusuna da kısaca değinmiş olduk.

                                                                                                                      (Devam edecek)

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Cürüm ve Yüzsüzlük    / Şeref Akbaba
Teo-Politik Kaosa Doğru / Ay Vakti
Bir Uyanış Öyküsü / Ziya Karatekin
Geçmiş Yanımızdadır     / Semra Saraç
Ona Ne Söyleseydim?   / Semra Saraç
Tümünü Göster