Kaknüs’ün Kanadı-ı  

 Aylarca beşik gibi sallanan bir ummanın ortasında başımda mavi gök, ayaklarımda azgın deniz, sevdiğini arayan Seyfelmülûk’un hikâyesiyle avundum. Dünya dediğin bir avuç kuru toprakla biraz hava, biraz suydu. Ne diye onu gelin gibi allayıp pullayıp sonra da eteklerinin dibinden ayrılmıyorduk?

Deniz susmuş, yolcular uyumuştu. Ansızın fırtınayı andıran bir uğultu koptu. Çıkan rüzgâr geminin yelkenlerini iyice şişirmiş, uykusuna yatmış bir devi uyandırır gibi dalgaları yeniden kabartmıştı. Bulutlar pamuk gibi beyazken birden gök gürültüsü duyuldu. Az sonra tek kanadıyla süzülerek gelen devasa bir kuş,  denizin üzerinde durdu. Bizim uçsuz bucaksız bildiğimiz deniz, kuşun ayaklarını anca kapadı; başı ise ta göğe yaslandı. Boynunun etrafında pırıl pırıl parlayan bembeyaz bir halkası vardı. Kuyruğu mavi olup üzeri kırmızı tüylerle süslenmişti. Gövdesi gönül alıcı bir morla, kızılla bezenmişti ki onu gören samanyolu arza inmiş sanırdı. Ayakları ve kuyruğu aslanınkine benzerdi. Başına baksanız bir timsah gördük derdiniz. Gagasının üzerinde yüzlerce delik vardı ki rüzgâr estikçe her bir delikten ıslığı andıran sesler çıkarırdı. O tek kanadı öylesine büyüktü ki açılınca göğün bir yanını kaplardı.  Dev kanadın üzerindeki mor, kızıl tüyler alev alev yanan bir ışık saçıp gözümü nasıl da aldı.   Gözümü kısıp biraz daha dikkatli bakınca kanatların üzerinde ışıl ışıl parlayan harfler gördüm ki her biri saf altındandı. Şöyle bir gökyüzüne baktım, bir de ne göreyim; dört bir yanı latif renklerle süslenmiş bir cennet bahçesi gelip başımızın üstüne kurulmuştu. Kuşun ayaklarına bakan yolcular sandılar ki deniz pek sığ, pek masumdur. O kuş gibi çıkıp denizin üzerinde yürümek, azıcık serinlemek, suyla sarmaş dolaş olmak istediler. İnsanlar kendilerinden geçmiş bir halde gemiden atlamak üzereyken ansızın semavi bir ses duyuldu:

“Durun, yapmayın! Gemiden sakın ola çıkmayın! Bir keresinde bir marangoz elindeki baltasını burada düşürdü. Baltanın denizin dibine varması tam yedi yıl sürdü.”

Bu semavi sesi irkilerek dinleyen yolcular, geminin bordasına çıkmış, denize atlamak üzereyken korkuyla gemide kaldılar.

Ben Haris, yollardan başka sermayesi olmayan garip bir seyyah… Bunca şey görmüş geçirmiş, bunca badireye göğüs germişken yedi kat denizin ayaklarının dibinde kaldığı bu simurg kanatlı, hüma bakışlı, bülbül ötüşlü kuşun hâline şaşıp kaldım. Yamacına geçip hayretle sordum:

“Ey yücelikte bütün kuşları gölgesinde bırakan! Ey heybetiyle dağları kıskandıran! Ey güzellikte yıldızların parıltısını andıran! Söyle bana kimsin sen? Nerden gelir, nereye gidersin?

Kaknüs Kendini Anlatıyor

Kaknüs’tür benim adım. Bir yangının çocuğuyum ben. Önce yakan, kavuran, kül eden sonra o küllerden yeni bir can peyda eden alevlerin çocuğuyum. Ölüm müjdeler beni; ben ölümden doğarım, ölüm benden doğar.

Ömrüm bir nehir gibi uzundur. Güneş’in o eşsiz ışıklarını kanatlarımın arasında süzerek tam bin yıl yıldızlara meydan okurum. Ecel gelip kapımı çalınca yabani tarçın ağacının dallarına devasa bir yuva yaparım. Çalı çırpıyla ördüğüm yuvamı güzel kokularla bir cennet bahçesine çeviririm. Bilirim ki ölüm bir son, tükeniş, bir yok oluş değil. Ruhumu yolcu eden bu yuva bana mezar değil yeniden hayat bahşedecek beşik olacak. Önce yanık yanık öterek birbirinden güzel şarkılar söyler, mest olurum; içim coşkuyla dolar. Bu vecd haliyle kanatlarımı öyle bir çırparım ki gök gürültüsüne, yer sarsıntısına benzer sesler çıkar.  Dünya un ufak olur gözümde; içim yanar, dışım yanar, kanatlarım alev almaya başlar. Öyle bir yanarım ki kanatlarımdaki alevler beni sarıp sarmalayan çalı çırpıyı tutuşturur. Kızıldan mora, sarıdan turuncuya dönüşen alevler parlak tüylerimin arasından usulca süzülür; sonra göğe yükselen alevlerin ortasında kalırım. Feryadım göğü kaplar. Yanar, yanar da gül kırmızısı olur bedenim; yandıkça tükenir, kül olurum. Yabani tarçın ağacının dalları üzerinde bir avuç kül kalırım. Devran döner; günler, mevsimler geçer. Bahar yağmurları merhametli bir el gibi dokunur küllerime. Yıkar; aklar paklar kararan küllerimi.  Tazeler her şeyi. Taze bir çiçek, taze bir fidan, taze bir güneş, ufkun ardından yeni baş gösteren… Her şey taze bir gülüşe gebe bekler yeni bir başlangıcı. O küllerin arasında yeni bir yumurta belirir. Yeni Kaknüs kuşunun doğumunu müjdeler o yumurta. İşte küllerinden yeniden doğan o kuş benim.  Vadiler aşan Simurg benim, vara vara kendini bulan.  Kuşların padişahı Anka benim vatanı güneş olan. Cenabı Hak bana üzeri altın harflerle bezeli iki güzel kanat bahşetti ki dünyaya hizmet edeyim. Kanatlarımı mağripten maşrıka yay gibi gerdi ki ben kanat çırptıkça şimşekler çaksın, yağmurlar yağsın; güneş o hırçın alevlerini yakıp kavurmadan usulca döksün üzerinize. Ne var ki açgözlü bir insanoğlu, üzeri Allah’ın sanatıyla dolu olan kanatlarımdan birini kopardı. Nasıl kıydı da kopardı? Samanyolunu kıskandıran o kızıllı, morlu pırıl pırıl tüyler, üzerinde saf altından harfler…  Meleklerin bile imrenerek baktığı… Kanadımın biri eksikken ben nasıl korurum dünyanızı bu öfkeli güneşten?

Ey Haris! Dağların, denizlerin, bitimsiz çöllerin dostu garip seyyah! ‘Kanadını bulsa bulsa Haris bulur.’ dediler, geldim yanına. Gül yanaklı körpe şafak kendini göstermeden evvel bulmalı kanadımı. Yoksa dünyanın yüreği kavrulacak.

 Haris, Mısır’da

Gemim Mısır kıyılarına yanaşır yanaşmaz bitap düşmüş kölelerin, süslü cariyelerin, iş bilmez tüccarların, yorgun tayfaların, öğüren kadınların, meraklı çocukların arasından geçe geçe aceleyle gemiden atladım. Zamanım pek azdı.  Yeni günün şafağı dağların ardından el etmeden mutlaka Kaknüs’ün kanadını bulmalıydım.

Bir haber alırım umuduyla denizin hemen kıyısına kurulmuş pazar yerine uğradım. Akıl almaz bir uğultunun, gözü yoran bir renk cümbüşünün, mahşeri bir kalabalığın   içinde kimi el dokuması ipek halılarını, kimi baharatlarını, kimi yumurtadan yeni çıkmış civcivlerini, kimi de sütünü, peynirini satıyordu.

Evvela bir süre dolaşıp birbirine girip de kördüğüm olmuş sesleri birbirinden ayırt etmeye çalıştım. Baktım ki çömlek satan bir tüccarın etrafı hayli kalabalık. Bu kalabalık bir şey almaya değil de bir haber duymaya meyyal insanların telaşıyla çömlekçinin etrafında toplanıyor, her kafadan ayrı bir ses çıkıyordu. Kalabalığa yaklaştıkça sesleri iyice süzer oldum:

“Vah vah! Yazık olmuş dilencinin oğluna.”

“Ne yazığı canım! Kendi etmiş, kendi bulmuş. Sen kim, padişahın kızı kim?”

“Dilenci babasının getirdiği kanat da kurtaramamış diyorlar.”

“Ne kanadı ayol?”

“Ne kanadı olacak, dünyada eşi benzeri olmayan Kaknüs kuşunun kanadı. Derler ki onun kanadının üzeri altın harflerle bezelidir. Her kim ki o kanatların birine dahi malik olsa, dünyanın bütün servetini bir yana yığsan, o kanadın değerine erişemezsin.”

Bu sözleri işittim ya artık orada durur muyum? Gün bağrını açmış cayır cayır yanarken doğru saraya koştum. Mermer sütunların dimdik ayakta tuttuğu görkemli bir yapının kapısına dayandığımda muhafızlar önümü kesti:

“Ey yolcu, belanı mı ararsın, var git yoluna! Bu kapı senin bildiğin kapılara benzemez. Öyle çalındıkça açılmaz. İçeri giren de kolay kolay çıkamaz. Allah vere de padişahımızı rahatsız etmeye haklı bir gerekçen olsun.”

Ümitle muhafızların eline yapıştım:

“Allah’ınızı severseniz açın kapıyı! Padişahı uyarmam lazım. Yoksa dünya yanıp kavrulacak.”

Muhafızlar dehşet saçan gözlerimden irkilmiş, ne yapacaklarını bilemez bir halde korkuyla kapıyı açtılar.  Sanki cennetten çıkmış yemyeşil bir bahçe, akla hayale gelmeyecek güzellikte binlerce renk ve rayihada çiçekler, irili ufaklı havuzlar, şadırvanlar, cıvıl cıvıl öten kuşlar, dört bir yana yayılan taş yollar ansızın gözlerimin önünde belirdi. 

Haris, Padişahın Huzurunda

“Ey iyilikte, merhamette, adalette eşi benzeri olmayan yüce padişahım! Ey halkının hürmetle itaat ettiği aklın ve sağduyunun sahibi cesur padişah! Bir kuş var ki küllerinden yeniden doğar. Can emanetini veren insan da mahşerde yeniden dirilmez mi? Hani İbrahim de dört kuşu kesip dört bir yana saldı da kuşları çağırınca her biri gökte kanat çırparak yeniden ona dönmediler mi? Öyleyse yüce hünkarım, ölümden sonra dirilmek haktır. Şu pejmürde başım, ömrünüz yoluna feda olsun ki Allah’ın bizi üzerinde halife kıldığı şu yeryüzünü korumak haktır.”

Padişah ne dediğimi anlamayıp öfkeyle sordu:

“Ne diyeceksen tez söyle. Dalkavuklar gibi lafı ne diye öyle dolandırıp durursun?”

Bu işin sonunda canı asıl yurduna yolcu etmek olsa da her şeyi padişaha tek tek anlattım. Sonunda da kellemden olurum korkusuyla titreye titreye halimi arz ettim:

“Padişahım! Bu Kaknüs kuşu dünyanın koruyucusudur. Ondan aldığınız kanadı geri vermelisiniz. Yoksa hüküm süreceğiniz bir dünya kalmayacak!”

Padişah öfkeyle yerinden sıçradı, gür sesi sarayın duvarlarında yankılandı:

“Söyle bakayım, neymiş bu kuşun dünyayı korumaktaki maksadı?”

Padişahın alev alev kızaran gözlerine bakmadan cevap verdim:

“Ey yüce gönüllü padişahım! Bu kuş Güneş’in önünden gider ve kanatlarını gererek onun yakıcı ışıklarına mâni olur.  Eğer bu kuş Güneş’in yakıcı ışıklarını bu şekilde örtmeseydi dünyadaki her varlık ve insan nesli bu yakıcı ışıklardan ötürü yok olurdu. Allah Teala bu kuşa dünyaya hizmet etmeyi buyurdu. Onun mor, kızıl tüylerle kaplı, saf altın harflerle bezeli kanatlarının yaratılış gayesi işte budur.”


         Padişahın yüzü pancar gibi kızarmış, alnından boncuk boncuk terler akmaktaydı. Yalnızca padişah mı? Ona yelpaze sallayanlar, askerler, vezirler hepsi terden sırılsıklam olmuştu. Bedenimin cayır cayır yanışını korkumdan bilmiştim lakin fark ettim ki koca saray, içini kor alevlerin aydınlattığı bir fırın gibi ısınmaya başladı. Padişah sıcaktan az kalsın bayılacak gibi oldu. İşte o an padişahın gözlerindeki korkuyu gördüm:

“Bre gafil seyyah, söyle bakayım ne istersin benden?”

‘Ha şöyle, yola gel bakayım.’ dedim içimden.

“Kaknüs’ün kanadını isterim.”

“Bende değildir kanat.”

“Öyleyse nerededir?”

“Zindandaki dilenciye sormalı onu. Dilencinin huzuruma getirdiği kanadın üzerinde ne mor ne de kızıl tüyler vardı. Hele o saf altın harfleri rüyada görmeli. Ben umdum ki o kanat benim olunca bütün dünya benim olacak. Oysa o alçak dilenci kandırdı beni. Kaknüs’ün kanadı diye huzuruma kömür karası bir şey getirdi.”

“Dilenciyle görüşmeme ferman var mıdır sultanım?”

“Ey Seyyah! Bana daha önce işitmediğim öyle bir hikâye anlat ki seninle o alçak dilenciyi görüştüreyim.”

         Padişaha hemen oracıkta sevdiğini arayan Seyfelmülûk’ün hikâyesini anlattım.

           (Gelecek Sayı: Hâris, Dilenciyle Görüşüyor.)

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Cürüm ve Yüzsüzlük    / Şeref Akbaba
Teo-Politik Kaosa Doğru / Ay Vakti
Bir Uyanış Öyküsü / Ziya Karatekin
Geçmiş Yanımızdadır     / Semra Saraç
Ona Ne Söyleseydim?   / Semra Saraç
Tümünü Göster