-hikâyeyle başlayan romanla süren yolculuk-
1918’de doğdu. Demek oluyor ki, tam 10 yaşında harf devrimini yaşadı, dört yıl sonra doğrudan lisanı ve kelimeleri hedef alan (millete bildiğini unutturan, unutmayı dayatan) bir devirime şahit olacaktı. Ergenlikle birlikte ilk gençlik yıllarında şahsiyet ve tasavvurlarının oluştuğu bir dönemde, bir edebiyat tutkunu olarak yaslanma mecburiyetinde olduğu lisanın onlarca yıl hoyratça altüst edilmeye çalışılması, duygu ve düşünce dünyasında sarsıntılara yol açmıştır. Atatürk’ün ölümünde 20 yaşındadır. İstiklâl harbinde yaşanan onca mahrumiyetten sonra, tek parti faşizmini, devletin ideolojik dayatmalarını, baskıları, Serbest Fırka deneyimini, Demokratik Parti tecrübesini, milletin hasretini, acısını, umut ve beklentisini, aydın bir delikanlı, genç bir yazar, muharrir olarak izlemiş, görmüş, yaşamış; milletin ıstırabını tâ kalbinde duymuş, onun hasretine, sevdasına ortak ve tercüman olmuş; yazı, roman ve hikâyeleriyle gün ortasında yaşanan karanlığı aydınlatmaya çalışmıştır. Çalışmıştır ama millete yakın durmak, onunla barışık olmak devlete hâkim kadrolar (Kadrolu’lar) tarafından rağbet gören bir tutum değildir.
Anadolu’nun has evladı, edebiyatımızın yüz akı..
Konya’nın Akşehir kazasında doğup büyümüş Anadolu’nun has evladı olarak, bu kör gidişi kabullenmemiş, sözüyle, duruşu, kalemi ile aşağılık kompleksleriyle birlikte insanımızı da onların seviyesizliğine ortak hatta destekçi etmek isteyenlere, onurluca, şereflice mücadele etmiştir. Milletin bağrından çıkmıştır; insanımızın sesi, sözü, şarkısı, şiiri, masalı, misali, tarihi, irfanı ona yabancı değildir. Bilakis insanımızın hayatı, hayat anlayışı beslenme kaynağıdır. Bana sorarsanız onu ve sanatını farklı, özellikli, ayrıcalıklı kılan en bariz vasıf budur. Aklı başında bir aidiyet bilinciyle ‘kendi’ olmak. Batılılaşmanın, daha açık söyleyişle bu milletin değerlerine düşmanlığın, daha da açıkçası imansızlığın devlet zorlamasıyla moda yapıldığı bir dönemde(1) kendi benlik, kimlik ve kültürünün farkında olmak, onun mücadelesini vermek hayatî önemdedir. Uzatmayayım; Büyük romancı, hikâyeci, muharrir Tarık Buğra’dan söz ediyorum. O her şeyden evvel bu memleketin, bu aziz milletin has evladıdır; bunun bilinciyle insanımıza yakındır, eserler sahibidir. İnsanımıza uzak kalarak, karşı çıkarak, düşman olarak bir değer kazanılacağına asla, asla inanmaz. Durum böyle olunca da rejime, rejimin değerlere duyarsız kadrolarına yaltaklananlara dost olamamış dahası onların düşmanlığını kazanmış, bu yönüyle ‘düşman kazanmak’tan da(!) çekinmemiştir.
Tarık Buğra öncelikle has bir romancı olarak edebiyat dünyamızın yüz akı sanatçılarındandır. En yaygın takdir ve teveccühe ‘Küçük Ağa’ ve ‘Osmancık’ romanlarıyla mazhar olarak haklı bir şöhret kazanmıştır. Romanlarıyla tanınıyor olmakla birlikte edebiyata hikâye, ondan da evvel ağır ceza reisi olan Babası Nazım Bey’le birlikte çıkardıkları haftalık gazetede fıkra yazarak başlamıştır. Kısa zamanda basın dünyasında önemli yer edinen Tarık Buğra Milliyet’ten, Tercüman’a kadar birçok ulusal gazete ve mecmuada muharrir ve yönetmen olarak çalışmıştır. Muharrir olarak yazdıkları, kültürden, sanata, siyasete kadar geniş yelpazede, aktüel ilgileri, ana espri ve çerçevesi içinde tartışmıştır.
Ben neredeyse çocukluk dönemlerimden beri bilirim üstadı. Son zamanlarında görme sıkıntısı çeken rahmetli dedeme hemen her gün okuduğum gazetelerden biri de Tercüman’dı. Dedem daha çok başka yazarlara ilgi duyardı. Ben arada Buğra’nın tefrika edilen ‘Gençliğim Eyvah’ adlı romanını takip ederdim. Takip eder, yaşadığımız günlerle şöyle böyle ilişkilerini de kurmaya çalışır ama bilmecenin içinden çıkamazdım. Bir de dil üzerine, sanat üzerine yazıları yayınlanırdı. Bu yazılarda farklı derinliklerin, inceliklerin olduğu belliydi. İlerleyen zamanda Buğra, sanat ve düşünce yaşantımda daha bir yerini buldu. Saygın ve has sanatçı! Edebiyatımıza ilişkin anlayışım onun hakkında kıvamını daha bir bulan bilgi ve duyarlığımla kuşkusuz daha nitelikli olmuştur. Gördüm ki O, dile, hayata, hakikati hayattan süzüp sunmaya, fark ettiklerini yansıtmaya ve bütün bunları dilin imkân ve kudretiyle yapmaya âşık bir sanatçı. İnsana, insanımıza, hayata mesafesiz duruşu, onun dilini de, tasavvurunu da zenginleştiriyor, inceltiyor, naifleştiriyor.
Bir gün kültür çalışmalarıyla meşhur bir vakıfta Tarık Buğra üzerine bir konuşma yapacağını söyleyen bir dostum benden bir değerlendirme istedi. Bense onun şu ya da bu şekilde romancılığının bilindiğini ifade edip, hikâyeciliğine dikkat çektim. Onun ‘Oğlumuz’, ‘Yarın Diye Bir Şey Yoktur’ gibi hikâyeleri üzerine bir şeyler söyledim. İlginç buldu. Meğer o Buğra’yı sadece romanlarıyla tanıyormuş. Doğrusu ben onun konuşma başlığını ilginç buldum: ‘Düşman Kazanma Ustası Olarak Tarık Buğra!’ Gafletime verin, meğer Buğra’nın Ötüken’de bu isime yakın bir kitabı yayınlanmış. Hemen eksiğimi gidermeliydim. ‘Düşman Kazanmak Sanatı’ ile birlikte ‘Gençlik Türküsü’ ve diğer denemelerini ivedilikle temin ettim, vakit geçirmeksizin okudum. Orada serdedilen düşünceler yardımıyla romancı Tarık Buğra’nın bir sanatçı olarak portresini daha bütünlüklü tamamlarken, bütün eserlerini daha doğru anlamamıza birinci elden imkân buluyorduk. Özetle aşinalık yönüyle erken tanıdığım müstesna bir sanatçıyı geç öğreniyordum.
Buğra daha lise yıllarında 15-16 yaşlarında Tarık Nazım müstearıyla başlayarak neredeyse ömrünün sonuna kadar yazmanın büyüsüne hakkını vererek tutulmuş bir sanatçımızdır. Öyle ki; yazarlık çok hassas, yoğun, ciddi emek isteyen bir uğraş olmakla birlikte meslek anlamında bir iş değilken, ısrarla romancı ve muharrir olacağını söyleyip durmuş, yaşadığı onca zorluk ve sıkıntıya rağmen neredeyse bütün hayatını, gayretini bu amaca teksif etmiştir. Onun neredeyse bütün varlığını vakfettiği bu çaba, sanat, edebiyat dünyasında yaşanan çarpıklık ve çarpılmanın oluşturduğu boşluktan da kaynaklanıyor olmalıdır.
Mecburen muharrir, ısrarla sanatçı..
Başarılı bir öğrenci olarak girdiği her fakülteyi yarıda bırakıp ısrarla sanat ve yazarlığa yönelmesi, onun sanatını ve yazarlığı her şeyin üstünde tutacak kadar yücelttiğini, içselleştirerek benimsediğinin ifadesidir. Bu tutumu, hususi olarak takdire şayan bir vasıftır. İlk yüksek eğitimi İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesindedir. Amaç ve ideallerine uygun düşmediği gerekçesiyle tıp tahsilini dördüncü sınıftayken yarım bırakır. Aynı şekilde hukuk eğitimini de bırakır ve aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesine kaydolur. Burada edebiyatımızın iki yüksek değeri Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan’ın öğrencisi olmuştur. Her iki şahsiyetle de unutulmaz hatıraları vardır. Özellikle Mehmet Kaplan ile ilişkileri hoca-öğrenci münasebetinden iki yazar ve düşünür boyutuna evirilerek sürmüştür. Yer yer sanat anlayışlarından kaynaklı ağır eleştiriler ve şahsî alınganlıklar sebebiyle bu ilişkinin inkıtaa uğradığı da olmuştur. Hatta bu ve benzer sebeplerle Buğra, Edebiyat fakültesini de terk etmiştir. Sırf bu hususiyeti yani sanat ve yazıyı ısrarlı bir tutkuyla benimsemesi, bu sebeple fakülteden ayrılması, çeşitli zorluklara katlanması bile hürmeti hak etmelidir. O başından sonuna ve tepeden tırnağa sanatçıdır.
Buğra yazmaya gazetecilikle başlamıştır. Ama orta mektep ve lise yıllarında bir yandan da hikâyeler yazar. Onun sanatını, ilk gençlik yıllarından başlayıp neredeyse vefatına kadar sürdürdüğü gazeteciliğin olumsuz etkisinden koruyarak nasıl muhafaza ettiği, açıkçası nasıl olup da sanatını muharrirliğe kurban vermediği, bir gün sonra eskiyecek, unutulacak olayların peşine düşmek durumunda olan bir insanın bu muhteşem eserleri nasıl yazdığı merak edilmiştir. Önemli edebiyat eleştirmeni ve düşünürlerimizden Necmettin Turinay, Buğra’nın sanatını gazeteciliğine kurban vermemesini en şanslı yanı olarak ifade eder: “Her gün durmaksızın akan binlerce haberin, vakanın, önemli-önemsiz siyasal demeçlerin, daha yazıldığı anda eskimek üzere kaderine terk edilen bitmez tükenmez satırların arasından, bir sanatçı kendisini nasıl kurtarabiliyor? Yani böyle bir atmosferin içinden bir sanat nasıl doğuyor, şaşmamak kabil değil!”(2) Buğra’da, Turinay’ı haksız çıkaracak bir kayda rastlanmaz: Köşe yazarlığını yazarlıktan saymayan, ‘bir ek iş’ olarak ve ‘yazarlığa, limon satıcılığı dâhil, bütün işlerden aykırı”(3) gören Buğra, bir söyleşisinde şöyle söyler: “Gazeteciliğim benim hamallığım oldu. Köşe yazarlığı dâhil ve edebiyatçılığıma mecburî ihanetim oldu. Ekmek Parası… ev kirasını vereceksiniz… Bakkala, kasaba para ödeyeceksiniz… Kuşama para ödeyeceksiniz… Mecburen bu hamallığı yaptım. Tekrar ediyorum, edebiyatçılığım çok şey kaybetti. Çünkü gazetecilik, edebiyatçılığa en zıt mesleklerden birisidir. Ayrı üslup ister, ayrı ilgiler ister, tabii asıl önemlisi o üslup meselesi… Gazete yazarlığının üslubu başka, roman, hikâye, tiyatro yazarlıklarının üslupları ayrı ayrı bambaşka şeyler…”(4) Çok farklı dil, dünya ve duyarlıkların ayrımında olarak bu yoğunlukları birbirine karıştırmamak, sanatının bilincinde olmakla mümkün olduğu kadar, gerçek muharrirlikle de ilgili olmalıdır. Değil mi ki, daha çok gazete ve dergi yazarlığını ifade eden ‘muharrir’ kelimesi etimolojik olarak ‘hürr’ kelimesinden gelir (hür, tahrir, muharrir) Kültürümüzde hür olmak muharrir yani yazar olmanın ilk, temel, vazgeçilmez şartı telakki edilmiştir. Huy, ahlâk, ruh, benlik yönünden hür olamayan; hür veya özgür duymayan, düşünmeyen, özgür anlamayan, yorumlamayan, özgür eleştiremeyen gerçek bir muharrir, yazar hususi yönüyle de sanatçı vasfı kazanamaz. Yazar eserlerinde tam da özgürlük yolunu, özgürleşme yolunu açma çabasıyla nitelik kazanmalıdır. Bu bağlamda Buğra’nın şu cümlesi çok anlamlıdır: “Ömrüm ve asıl söylenişi ile yazarlık ömrüm kafamın bağımsızlığını koruyabilmek, olaylar ve meseleler karşısında düşüncemin hürlüğünü kaybetmemek için titizlenmekle geçti.”(5)Yaşadığı resmi tedip dönemi itibariyle samimi, haysiyetli bir kişiliğin bundan başka bir yol tutması, zaten düşünülemez/di. Esasen aktüel fıkralarına da, dil, sanat, edebiyat, kültür, eleştiri yazılarına da, öykü ve romanlarına da fikrî ve estetik nitelik kazandıran asıl tutum budur.
Konu buraya taşınmışken kendi payıma, gazeteciliğinin Buğra’nın sanatını pek de olumsuz etkilediğini değerlendirmediğimi söylemiş olayım. Bilakis gazete muhabir ve muharrirliği ile şahit olduğu hadisat ve birbirine bağlı gelişmelerin, onun hikâye ve romancılığını besleyen zengin, canlı kaynak oluşturduğunu düşünüyorum. Hem gazete ve yazarlığının hem okuduğu fakültelerin kazandırdığı bilgilerin, kitaplarına son derece başarılı yansımaları bu kanaatimi güçlendirmektedir. Dönemeçte’den Yalnızlar’a, Yağmur Beklerken’den Küçük Ağa’ya, Dünyanın En Pis Sokağı’na kadar birçok romanında özellikle son derece başarılı yazar, hukukçu ve doktor tasvirlerini görürüz. Hem sonra Emile Zola’dan Namık Kemal’e, Ahmet Mithat’tan Sabahattin Ali’ye, yakın dönemde mesela Ahmet Kekeç’e kadar birçok yerli yabancı sanatçının aynı zamanda gazeteci olduklarını biliyoruz. Hatta bu yazarların yazarlık başarısında gazeteciliklerinin büyük payı olduğu bile söylenebilir. Bu birikim ve deneyim onlara sadece olayların insan ilişkileri içinde nasıl karmaşık aktığı bilgisini değil, heyecan yaratacak tarzda özgün örgü ve kurgu imkânı da kazandırır. Yine kendisi de bir gazeteci olan Nobel Ödüllü Markuez, meselenin mahiyetini daha kapsamlı bir çerçevede özetler: “Kurgu benim gazeteciliğimi geliştirdi çünkü edebi bir değer yükledi. Gazetecilik kurgumu geliştirdi çünkü beni gerçeklikle yakın bir ilişki içinde tuttu.”(6)
‘Senden hikâyeci olmaz’
‘Sen her gün hikâye yazarsın’
Tarık Buğra, ilkin bir yarışmada birincilik armağanı alan ‘Oğlumuz’ ve ardından ‘Yarın Diye Bir Şey Yoktur’ hikâyeleriyle edebiyat dünyasına görkemli bir giriş yapar. Ancak bundan önce hikâyeciliğinin ilk yıllarında Kaplan’la talihsiz bir hatıra yaşayacaktır. O sıralar doçent olan Mehmet Kaplan’ın yönetiminde fakülte öğrencilerinin yazdığı ‘Zeytin Dalı’ isimli bir mecmua çıkarırlar. Mecmuanın hikâye yazarı sömestr tatilinde olduğu için Kaplan Buğra’dan dergiye bir hikâye yazmasını ister. Bundan sonrasını Buğra’dan dinleyelim: “Hikâye ne olacak vız gelir bana, çünkü benim hedefim roman. Fındıklı’da denize karşı boş bir sınıfa girip döktürdüm. ‘Kekik Kokusu’ diye acayip bir hikâye. Büyük hatalarımdan biridir benim, kitaba almadım onu../.. Aldı rahmetli okudu. Gülerek ‘Sen hikâye falan yazamazsın!’ dedi, çok dokundu gururuma, burnu büyüklüğüme..”(7) Yayınlanmış kitaplarına almadığı bu hikâye, tabiatın bozulmamış bir köşesinde belki de evine veya bahçelerine gitmekte olan bir kadının yürüyüşüyle birlikte yayılan kekik kokusu üzerinden doğa, insan, hayat coşkusunu konu eder. Belki tasvir ve anlatılarda denge biraz kaçıyordu ama yayınlanmayacak bir öykü de değildi. Nitekim eleştirilmiş olsa da eser söz konusu dergide yayınlanmıştır. Yayınlanması, genç Buğra’nın gücüne giden tutumun etkisini hafifletmeye yetmez. Onun sanat ve psikolojisini hem etkileyen hem açıklayan bu süreci, Buğra hakkında en kapsamlı eser veren Mehmet Tekin çok tutarlı analiz eder: “Kekik Kokusu’ adıyla hikaye diye kaleme alınan metin, hiç mi hiç beklenmeyen bir eleştiriye maruz kalmış, reddedilmiş, beklenmeyen reddin ağırlığıyla çiçeği burnunda hikâyecinin gururu fena halde incinmiş, incinmek ne kelime, yer ile yeksan olmuştur!.. Böyle vakitlerde Buğra, mizacının önemli dinamiklerinden olan gurur, inat ve ısrarını –kendi kabulüyle: ‘deve inadını’- harekete geçirmekte ustadır ve bu hâl onun, kendi küllerinden yeniden doğma enerjisi, var olma iksiridir. Kritik eşiklerde devreye giren bu iksir, diriltici tesiriyle onun inanç ve güven duygusunu tazeleyip direncini artıracaktır. Öyle olduğu içindir ki, Buğra’nın hayatında pes etmek yoktur, her şart ve kayıt altında, ayakta kalmanın yolunu, çaresini bulma vardır. Eleştiri, kayıp, yenilgi?.. Olabilir; lâkin şimdilik kayıpları kazanca, eleştirileri hayra, yenilgiyi zafere tahvil etmek için adına azmetmek denilen bir enerji vardır, işte bu enerji son hadde kadar götürülecektir. Diyebiliriz ki Buğra’da ısrar, inat, direnme duygusu ‘kronik’ -hatta ‘patolojik’- bir haldir ve bu hâl, onun varoluş sırrıdır.”(8)
Kaplan’ın adeta hakaret eder gibi ‘sen hikâye yazamazsın’ sözü veya azarlamasından hemen sonra, daha o saat odasına çekilip meşhur ‘Oğlumuz’ hikâyesini yazar. Oğlumuz, o sıra Cumhuriyet gazetesinin düzenlediği hikâye yarışmasında birinci olur! Bu yönde davet ve görüşmeler yapılmasına rağmen, ne olduysa daha sonra ikinci yapılır. Birinci olarak ilan edilen hikâyenin o günlerde gazetenin sahibi Yunus Nadi’nin asker olan oğlu Doğan Nadi’nin bölük komutanı olan ve adı hikâyeci olarak bir daha duyulmayan birine verilmesi(9) bir kayırma, iltimas veya gizli işler şüphesi uyandırmamış değildir. Bugün bile gerçek bir hikâye şaheseri olan ‘Oğlumuz’ yayınlandığı zaman edebiyat çevrelerinde büyük yankı ve sükse yapar. Bu hikâye büyük ölçüde Mehmet Kaplan’a da verilmiş en etkili karşılık niteliğindedir. Kaplanın tam tersine Çınaraltı mecmuasını tekrar çıkarmak isteyen Yusuf Ziya Ortaç, “Tarık Buğra’yı dergisinde her hafta hikâye yazmaya davet ve teklif eder. “Efendim ben denemedim, bu benim ilk hikâyem yazamam’ cevabına karşılık Ortaç şöyle diyecektir: “Ben bir cümleden anlarım kimin ne yapabileceğini, sen her hafta değil, her gün bir hikâye yazarsın.”(10) Yüzüne karşı kendisinden hikâyeci olamayacağı söylenmesine rağmen Buğra’nın sanat kudret ve kapasitesinin keşfine dair müthiş bir ifadedir bu. O sıra Buğra hikâye adına sadece Ömer Seyfettin, Yakup Kadri ve Halide Edip’i bildiğini, Sait Faik’le tanış olmadığını da söyler. Sonrası malum; Tarık Buğra Türkiye’nin ve Türkçenin en güçlü hikâye ve romancılarından biri olacaktır. Ve Mehmet Kaplan ilerleyen dönemde ‘Hayat Böyledir İşte’ örneği üzerinden Buğra’nın hikâyeciliğini önemli bulacak, genel karakteristiğiyle tahlil edercektir. “Buğra’nın hikâyesinde tabiat da eşya gibi insanın hayatına karışan ve ona gizlice tesir eden bir unsurdur” tespitini yapar meselâ. “İç ile dış, duygu ile tabiat arasında kurulan bu denge ve kaynaşma duygusu, Buğra’nın hikâyesine bir şiir havası verir../.. Yazara dili kullanış tarzı, hayalleri ve bazı motifleri aralıklı olarak tekrarlamak suretiyle de, hikâyesine lirik bir hava vermeye çalışır.”(11)
Burada garip bir durumu not düşmek önem arz etmelidir: Kaplan Buğra’nın ilk hikâyesi için yaptığı eleştirinin benzerini ilk romanı ‘Siyah Kehribar’ için de yapar. Bir edebiyat hocasının ‘Senden hikâyeci olmaz’, daha sonra ilk romanı için de adeta ‘Senden romancı olmaz’ dediği Tarık Buğra’nın tartışmasız yetkinlikte usta bir sanatçı olması, akademisyen ile sanatçı dünyalarının; anlayış, dil, tasavvur ve yaklaşımlarının ne kadar örtüştüğü veya örtüşmediğinin manidar ifadesidir. Bana sorarsanız birçok eleştiri yanlışlığı veya yanlış değerlendirmeler bu birbirini kavra(ya)mayan anlayışlardan kaynaklanmaktadır.
Daha ‘Sonrakiler’le birlikte Buğra’nın hikâyelerinin İletişim yayınları tarafından yeni basımları yapılmıştır. Hazır söz buraya gelmişken onun hikâyeleri hakkında kimi şeyler söylemek vacip oldu: Oğlumuz hikâyesinde doğumundan fakülteyi bitirmesine kadar Ömer’le anne babası arasındaki duygusallık konu edilir. Ömer mazbut, dindar bir ailenin çocuğudur. Fakülteyi bitirdikten sonra memlekete döndüğü anlaşılan Ömer’in sabahlara kadar evi ihmal eden gece yaşantısı ailede derin üzüntü ve şüpheye sebep olur. Anne, babanın biraz daha sert bir tutumla müdahale etmesini söyler. Baba -belki de erkek duygusallığının farklılığıyla- incitmemeye ihtimam gösteren bir suhuleti benimseyerek, çocukluğundan bu yana Ömer’in gelişmesini, artık kendilerine yabancılaşacak kadar değiştiğini kabullenmiş bir duyguyla anlamaya çalışır. Sabahlara kadar beklediği Ömer gelip de sessizce yatağına girince baba gelir ve başucunda geçmişin hayallerine dalarak uzun uzun bakar, düşünür, sessizce oğlunu öper ve bir yerde hayatın ve varlığın gerçeğini şöyle ifade eder: “Değişebileceğini aklımız almıyor. İşte gözlerimi bir türlü yüzüne çeviremiyorum, sana bakamıyorum. Annen de böyle. Şimdi biz, seni uyandıramayız. Çünkü düşünmeye cesaret edemeden biliyoruz ki, artık senin uykun da değişti. Eskiden bizi bekler gibi uyurdun. Evet, artık uykun da değişti. Hatta asıl değişiklik uykularında oldu. Sen uykularında da bizden uzaklaştın…” Buğra dört sayfalık öyküye muazzam değer ve güzellikler katan yüklemeler yapmış. Büyük başarı. Bu öyküde neler var? Kuşaklar arası anlayış farkları, ailelerin çocuklarına bakış açıları, onların gözünde bir türlü büyüyememeleri, anne baba yüreği, sevgi, hasret her şey var. Bütün bunları estetiğin gerektirdiği sırlı ifadeleri, muazzam çağrışımlar bütünlüğü sağlayacak bir örgüyle ‘başarmak’ ustalık gerektirir. Buğra daha ilk öyküsünde bu ustalığı ortaya koyuyor. Dikkat edilirse hem hikâye hem öykü kelimelerini kullandım. Büyük usta dil üzerine denemelerinde öz Türkçecilik adı altında yürütülen maskaralıklara karşı çıkarken hikâye yerine öykü kelimesinin kullanılmasını kabul etmez. Yaşanmış veya yaşanması muhtemel olayların belli bir akış içinde anlatılması demek olan ‘Tahkiye’ hem ayrı bir tür hem de romanın bir unsurudur. Bizim ve bütün dünya edebiyatlarının zengin bir tahkiye geleneği vardır. Öykü ise Rasim Özdenören’in açımlamalarında daha kolay anlaşılacağı üzere bir anlamda modern insanın hikâyesidir. Klasik diye ifade edebileceğimiz eski hikâye formları modern insanın dünyasını ve yaşantılarını yansıtmakta yeterli olmayabiliyor. Modern insanın düşleri, düşünceleri, karmaşık iç dünyasını yine bu çağın frekansına, akışına, bağlanışlarına uygun anlattığınız zaman da hikâye öyküleşecek kadar başkalaşıyor. Bu anlamda dünyada da bizde de son derece güzel öyküler yazıldı, yazılıyor. Buğranın hikâyeleri başarılı öyküler. ‘Martı’ gibi bazıları da soyut unsurların birbirine felsefi geçişleriyle bilinç akımına bile muazzam örnek olacak muhteva ve biçime sahip.
Hayata bilerek, fark ederek zengin bir bakışla bakmasını, gözlemlerini eserine kolaylıkla ve rahat okunacak bir üslupla aktarmasını çok iyi bilen Buğra, bu özellikleriyle çok farklı biçimler/biçimlendirmeler denemiştir. Hayatı biz her an farklı görünümleriyle algılamıyor, yaşamıyor muyuz? ‘087956’nın Sıfırı’ adlı hikâye sadece bu konu için değil, hikâye ve öykücülüğümüz için de çok önemli örnektir. Hikâye’nin evvelâ başlığı merak uyandırıyor değil mi? Hayali bir piyango bileti etrafında kıpırdanan umutlar, beklentiler, korkular ekseninde bir macera anlatılıyor. Bu öykü bazen mecburiyet ve yoksullukların insanları imkânsızlıklara muhtaç ettiğine dikkat çekiyor. Durduk yere ağır sıkıntılar yaşayan insanların, kimi zaman hayatın önemsiz gibi gözüken bir cilvesiyle (isterseniz kaderin cilvesi deyiniz) insanı son anda soluklandıran an’ını bir mizah tonu da katarak ustaca konu eder. Hikâyeden daha çok öykü dili, anlatım tarzı, kurgu düzeni, esprisi son derece başarılı uygulanıyor. Daha çok birinci tekil şahıs diliyle anlatılan, sivriliklerden, keskinliklerden uzak, yalnızlıkları daha fazla konu edinen öykülerinin Sait Faik’ten izler taşıdığı söylenmiştir. Acele bir değerlendirmeyle böyle söylenmiş olmalıdır. Sait Faik’in anlatımı son derece yalın, rahat, hafiftir. İnsanı yormaz, pek az düşünsel yüklemelere sahiptir. Buğra’nın öyküleri ise bir tık daha ağır, daha incelikli, daha kuşatıcıdır. Son olarak onun öykülerinden bazen anlatım içinde bazen konuşmalarda söylediği sözlerden iktibas etmek isterim. İsterim ama bu takdirde söz ziyadesiyle uzamış olacak. Sadece ‘Eşekarısı’ öyküsünden iki cümlesiyle yetineyim, gerisini siz anlayın:
“Onlar inkârın kolaylığında çürüyüp gidiyorlardı.”
“Ama kuş seslerini bildiğimizi hiç sanmıyorum; onlar yitirilmiş çağların ormanlarında ve bahçelerinde kaldı.”
Roman malzemesiyle şiiri yakalama gayretiyle hikâye yazmak
Tarık Buğra, hikâye ve romanlarını, birbirlerinden farklı temel özellik ve ayırıcı vasıflarının bilinciyle yazar. Çokça tercih ettiği küçük hikâyeyi şiire yakın görerek “âdeta romanın malzemesiyle şiiri yakalama gayreti” olarak izah etmiştir. “Mısralar nasıl bir atmosfer, bir ruh hâli yaratmak için birbirine eklenip gidiyorsa, hikâye de öyle kısa bir zaman çerçevesi içinde şuuru tembih edecek bir duygu, bir intibaya doğru gidiyor.”(12) Sanat ve sanatçının işlevsel amacının şuuru telkin etmek değil de ‘tembih etmek’ olduğunun söylenmesi, estetiğin içerik ve inceliğine uygun anlayışının ifadesidir.
Tarık Buğra hayata ve dünyaya sanat alanından, hususen de hikâye ve romanın penceresinden hikâyeci ve romancı olarak bakarken veya hayata bu açıdan, bu yolla karışırken durduğu yeri, gideceği yolu çok iyi bilmektedir. Romanda ve hikâyede aranan ortak unsurun anlatım ve kurgu olduğunu hep hatırda tutarak onun anlama, çözümleme ve önerme hususlarını çok iyi başaran bir sanatçı olduğu tartışmasızdır. Bu üç unsur da (anlama, çözümleme, önerme) hayatın doğal seyrine ters düşmeyen ilişkilerin akışı ile kendiliğinden başarılır. Kimi eleştirmenlerin sözgelimi Fethi Naci’nin ideolojik etkilerle şekillenen değerlendirmelerinin tersine gereksiz mesajlar, ideolojik yüklemelerle hikâye hayattan da gerçeklerden de kopmaz, koparılmaz.(13) Zaten Buğra hayattan, varlıktan kopmuş bir gerçekliğin hem peşinde değildir, hem de bunların kalıcı, etkili olmayacağını bilir. O sebeple birçok denemesinde o bilmeyenlerin dilinde sakız gibi çiğnedikleri sanatın sanat için mi toplum için mi olduğu tartışmasında açık bir dil ve tutumla sanattan yana olduğunu söyler.(14) (Esasen bu tutum katıksız insan duygusundan, duyarlığından yana olmak demektir) Bu ayrı bir konudur, ancak şimdilik şu kadarını söyleyelim; Buğra’ya göre icra edilen sanattan taviz verilerek sanat yapılmaz. Bu durumda olsa olsa sanat başka maksatlar için araç edilmiş (belki ve hatta istismar edilmiş) dahası ilgisiz amaçlara aracı kılınmıştır. Sanatçı hayata yaklaştığı, hayatı fark ya da keşfettiği ölçüde sanatını başarıyla icra etme imkânı elde edecektir. Bir anlamda sanat hayata doğru, olduğu gibi bakmaktır. Sanatçı bu beceriyi de pencereyi de edinmiş kişidir. O sebeple Buğra sanattan yana tutum alırken sanatın da hayatın da doğasına uygun ve hürmetli davranıyor. Şunu artık biliyorum; siz hayata hürmetle baktığınız veya hayatı hürmetle yaşadığınız zaman muazzam ilhamlara açık olarak, muazzam güzellikler, gerçekler fark ediyorsunuz. İşte Tarık Buğra tam da böyle bir fark etme ustası olarak gördüğü yaşadığı her şeyi hikâyeleştirme yetkinliğine sahiptir. Tarık Buğra gerçek bir hikâyecidir.
__________________
- 1943 yılında Vedat Nedim Tör’ün imzasıyla Dâhiliye Vekâleti Matbuat Umum Müdürlüğü tarafından yazılan şu ifadelere bakar mısınız? “Biz her ne şekil ve surette olursa olsun memleket dâhilinde dini neşriyat yapılarak dini bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dini bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz” (Bkz. Hasan kurt, “Cumhuriyet Dönemi İlmihal Kitaplarında İman Esaslarına Genel Bir Bakış”, Bayburt Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisisi, C.5, S.44, s.I-II, 2010.); Akabinde 1945’te gazete idârehânelerine gönderilen bir başka yazıda ise, “Gazetelerimizin son günlerdeki neşriyatı arasında dinden bâhis bazı yazı, mütalâa ve temsillere rastlanmaktadır. Bundan sonra din mevzuu üzerinde gerek tarihî, gerek temsilî ve gerek mütalâa kabilinden olan her türlü makale ve fıkra ve tefrikaların neşrinden tevakki edilmesi ve başlanmış bu gibi tefrikaların en son on gün zarfından nihayetlendirilmesi” istenmiştir. (Fahri Unan, “Din ve Laiklik” Bu yazı 1999 yılında bir ortak çalışma için yazılmış ancak çalışma akim kalınca üniversite internet sitesinde yayınlanmıştır: https://yunus.hacettepe.edu.tr/~unan/popular2.html )
- Necmettin Turinay, Kültür Dil ve Sanata Dair, s.29, Akçağ yay. Ankara 1996.
- Tarık Buğra, Politika Dışı, s.51, Ötüken yay, İst. 2022.
- Mehmet Tekin, Edebiyatın Yolları Taştan, s.278, –Tarık Buğra ile Söyleşiler- Ötüken yay, İst. 2018.
- Tarık Buğra, age, s.85.
- “Márquez: Gazetecilik Gerçek Dünyayla Bağlantımı Sağlıyordu”, Peter H. Stone’un yaptığı Paris Review Winter 1981 sayısında yayımlanan bu söyleşiyi bianet İngilizce’den Barış Mumyakmaz, Beyza Dağdeviren, Barış Eral ve Elif Nas Ünal çevirmiştir, (https://bianet.org/haber/marquez-gazetecilik-gercek-dunyayla-baglantimi-sagliyordu-155068)
- Mehmet Tekin, age, s.265.
- Mehmet Tekin, Tarık Buğra, s.202, Ötüken yay, İst. 2018.
- Beşir Ayvazoğlu, “Tarık Buğra İçin Bir Biyoğrafi Denemesi”,Tarık Buğra Kitabı, s. 19, Haz. Asım Öz, Zeytinburnu Belediyesi yay, İst. 2020.
- Mehmet Tekin, Edebiyatın Yolları Taştan, s.267.
- Mehmet Kaplan, Hikâye Tahlilleri, 8. bas, s.247, 248, Dergâh yay, İst, 2002.
- Tarık Buğra, Vitrinlerin Zaferi –Sanat Edebiyat ve Dil Yazıları-, s.23, 24, Ötüken yay, İst.2023.
- Fethi Naci, ‘Yüz Yılın Yüz Romanı’ adlı eserinde “Tarık Buğra, Kurtuluş Savaşı’na, bir bilim adamı gibi ‘objektif’ olarak değil, belirli bir görüşün yazarı olarak bakıyor” (s.27, Adam yay, İst. 1999) şeklindeki tespiti baştan sona yanlış bir değerlendirmedir. Naci’ye göre Cumhuriyetin ve onun ideolojik yönetici kadroların eleştirilmesi, hele hele bir de bir hocanın Küçük Ağa’nın İstanbullu Hoca’sının, itici, negatif bir tip olarak gösterilip kötülenmesi yerine aklı başında makul gösterilmesi kabul edilebilir bir durum değildir. Bize göreyse akla gelmedik yalan ve zorlamalarla kötü tiplenen hocalar üzerinden milletimizin değerlerinin ve hayat anlayışının aşağılanması sadece yanlış değil, kepazeliktir.
- Tarık Buğra, Düşman Kazanmak Sanatı, s.137, Ötüken yay, 6. Bas. İst.2018.