Bostan Sokak’tan Gitmek  

Şehrin kısmen yukarı tarafına kurulmuş R. Mahallesi’nin bir sokağıydı burası. Mütevazı evler yan yana dizilmiş yukarı doğru tırmanıyordu. Pek de geniş sayılmayan bu sokağa, şehrin ilk yüksek binası olan Hacı Dreh Apartmanı’nın önünden geçerek gidilirdi. 1970’lerin sonu 80’lerin başında, şehrin her yerinden görülebilecek şekilde yapılan bu bina belki de bilmeden çok katlılık furyasını da başlatmıştı bu kentte. Sonra gelsin hızla birbirini ezen binalar…Biz mahalle çocuklarına küçük bir dağ gibi görünen Hacı Dreh Apartmanı bilmem ki ne zaman küçüldü ve silindi hafızamızdan.
Apartmanın önünde, kanepesinde oturan; biz küçükken yaşlı olan, büyüdüğümüzde de sanki aynı yaşta kalan ve insana geçmiş çağlardan kalma bir bilge hissi veren beyaz saçlı kapıcıyı kızdırmayı bilmem ki ne zaman bıraktık? Bu sır bakışlı bilge adamı geçip az yukarı çıkınca sokağın girişinde iki akasya ağacı karşılardı bizi. Karşı kaldırımlara vaktiyle dikilmiş bu ağaçlar geleni karşılayıp gideni uğurladı yıllar yılı… Köşe başında soldaki ilk ev tapu müdürünün eviydi. Hali vakti yerinde insanlardı. Evin büyük kızı komşu çocuklarını toplar, onlara Elif-Ba’yı ve kısa sureleri ezberletir, 32 farzdan sorular sorardı. O abla sanki her şeyi bilirdi: Kanaviçe yapar, yorgan sırır, koza kaynatıp ipek çıkarır, bu ipeği renk renk boyayıp onunla da iğne oyası yapardı. Osmanlıca yazılar yazar, Safahat’tan şiirler okur ve bize dinletirdi. Kasaplar Çarşısı’na gidip kadayıf dökmeyi bile öğrenmişti. Şaşar kalırdık bu kadar çok şey bilmesine. Evine Kur’an öğrenmeye her gittiğimizde elinde mutlaka bir iş olur ve onu bitirmeye çalışırdı. Biz de dikkatle izler, sessizce bir kenarda ders okumayı bekler ve ablaya biraz daha hayran olurduk. Bilmem ki ne zaman bitti ezber derslerimiz ve o abladan neler öğrendik?
Sokağın girişinde sağ tarafta tek katlı iki evin birisi Yusuf dayınınkiydi. Ailecek gidiş gelişimiz yoktu ama büyüklerimiz birbiriyle tanışır, konuşurdu. Yusuf dayı karısı ölünce yeniden evlenmişti. Önceki hanımdan bir oğlu vardı. Çok yaramaz bir çocuktu ve bizle hiç oynamazdı. Sokak çoğu zaman onun sesiyle yankılanır dururdu.
Yusuf dayının evinin yanında beş katlı iki apartman vardı. Bunlar bitişikti ve planları aynıydı. Birisinin altında bayan kuaförü vardı. Kısa saç kesimi ve kalın sesiyle Nurten Kuaför sanki tüm mahalle halkını mecbur etmişti kendine selam vermeye. İnsan korkuyordu ondan. Biz çocuklar kapısının önünden geçerken oldukça uslulaşır, bağırırken yakalanmışsak elinden kurtulmak için birbirimizi ispiyon bile ederdik. Mahallede gelin olacak kızlar saçını ona yaptırmak zorundaydı sanki. Gerçi yakınlarda ondan başka kuaför yoktu, belki de bu sebeptendi mecburluk. Sabah erkenden gelir, büyük bir gürültüyle kepengi kaldırır, dükkânını temizler, ekmeğine bakardı. Evi, dükkânının hemen üstündeydi. Köşker amcalarla karşı karşıya oturuyordu.
Köşker amca da değişik bir insandı. Var mıydı yok muydu bilinmezdi apartmanda. Ara sıra camda görürdük onu, sonra kaybolurdu. Küçük bir dükkânda ayakkabı tamir ederdi. Bilmem ki ne zaman öğrendik “köşker”in ayakkabı tamircisi demek olduğunu? Altmışlı yaşlarını göremeden sessizce bu dünyadan göçen komşumuzun adını biz hiç bilemedik…
Kuaför Nurten’in kapattığı kepenk sesi kulaklarımızı tırmaladığında biz anlardık ki akşam olmak üzere ve Abdurrahim amcanın gelmesi yakın… Karısı ile arasında sorunlar olduğunu biz çocuklar bile bilirdik. Yine de bizi sevindirmeyi ihmal etmezdi. Bayramı karşılar gibi dört gözle onu ve sepetli motorunu beklerdik. Motorun pat pat sesi kendinden önce gelirdi. Abdurrahim amca gelip yanımızda durur, kısa kesilmiş saçları, gülen küçük suratıyla bize “atlayın” derdi. Sepete ilk oturan kraldı. Kenar yeri kim kaparsa yanına istediği arkadaşını oturtma hakkına sahipti. Bu kuralı biz koymuştuk. Filiz’in yeri her zamanki gibi babasının arkasıydı. Abdurrahim amcanın beline sarılır ve olanca havasını atardı hepimize. Ama biz buna razıydık. Çünkü yeryüzünde bir sepet dolusu şanslı çocuklardık ve her akşamüzeri bu bir sepet dolusu şanslı çocuk gökyüzüne doğru uçardık. Şarkılarımızı, kaybolup giden güneşe ve bulutlara söylerdik. Ay dede aşağılarda bir yerlerde kalırdı. Kendi galaksimizi birkaç defa turladıktan sonra istemeye istemeye yeryüzüne inerdik. Kaptan pilotumuzdan yarın için de söz alır evimize giderdik. Bilmem ki sepetli motorlar ne zaman ortalardan kalktı?
Akşam tane tane gelirdi balkonlarımıza. Yazın sıcak Ramazan akşamlarında büyükbabamın köşe bakkaldan ısmarladığı gazozlar köpürtürdü çocukluğumuzu. Çiçek kokularını içimize çeker, yorgunluğumuzu hanımelinin narin dallarına asardık. Büyük toprak küp içine dikilip iyice boy vermiş çam ağacı, minyatür bir koruluk hissi verir ve buranın bir balkon olduğunu unuttururdu. Gece olup da balkonda pırıltılı gökyüzünü izleye izleye yatarken yukarda parlayan yıldızlar mı yoksa hayallerimiz mi bilemezdik. Sahurlarımız heyecanlı, iftariyeliklerimiz nohut ekmeği gibi mütevazı, soluklarımız ise ruhumuzu doyuracak kadar dingindi. Köşe bakkaldan bilmem ki gazoz almayı ne zaman bıraktık?
Sabah namazlarında evlerin kapısı, penceresi açılır, melekler dualarla içeriye davet edilirdi. Bu seremoniyi büyük bir özenle yapardı büyüklerimiz. Bunu ilk fark edişim ilkokul sıralarında olmuştur. Bizim evin karşısında, yeşil tahta kapılı evin büyük halası, kapıyı usulca açıp kapatırdı. Gece sabaha dönmeden, koyu karanlık açılmaya başlarken ve gök ehlinin yeryüzü nöbetini devri daim yaptığı sırada eda ederdi bu töreni. Bunu kendisine sorduğumuzda “Bu vaktin namazı şahitlidir, mahrum kalmamak lazım.” derdi de biz anlamazdık. Büyük hala aslında küçücük boylu, beyaz yüzlü bir ninecikti. Yaşı büyüklerimizden de büyüktü. Onun iki büklüm beliyle aramızda bulunması belki de belaların üzerimizden defolmasına sebepti. Eski yazı okur, annelerimize iyi şeyler öğretirdi. Ona yaşça ve ilimce yakın olan Bedriye teyzeyle birlikte mahallenin kadınları toplaşır, tesbih namazı kılarlardı. Evleri dolar taşardı. Yeşil tahta kapılı evin salonundan tekbir sesleri gelir, biz çocuklar da onları taklit ederdik. Beyaz başörtüleriyle annelerimiz, büyük halanın nasihatlerini de alıp, uzun kağıtlara sarılı pembe lokumları çocuklara dağıta dağıta evlere dağılırdı.
Teneke saksılarda zakkum çiçekleri, toprak saksılarda begonyalar olurdu. Anneannemin mutfak penceresinin önünden hiç eksilmeyen, sürekli saksıdan taşıp, budanan kırmızı karanfil bilmem ki daha kaç komşuya dağıtıldıktan sonra kurudu?
Komşumuz Nazime teyze de annem gibi mahallenin terzisiydi. İkisinin de dikiş makinesi tıkırdar dururdu. Annem biz çocuklarına model model elbiseler diker, tiril tiril giydirirdi. 23 Nisan kıyafetlerimiz ve bayramlıklarımız bizi çok özel kılardı. Biz büyüdükçe, annemin sutaşı biyelerle süslediği elbiseler küçülür ve küçük kardeşe bırakılırdı.
Nazime teyze de terziliğini konuşturur; diker, satar, gül gibi geçinirdi. Upuzun Chevrolet arabaları vardı. Nazime teyzenin kocası İsmail amca arabasını pek sever ve temiz tutardı. Hafta sonları çoluk çocuk doluşup pikniğe giderlerdi. Köşe bakkal Yakup, kızları Vildan’a gönül verip yüze çıkınca anne babasını istemeye göndermişti. İsmail amcanın oluru yoktu aslında bu işe. Ama bakkal yaman çıktı, vazgeçmedi sevdasından. Ne yaptı etti kendini sevdirdi, aldı kızı. Gelin arabası İsmail amcanın Chevrolet’i oldu.
Gün geldi Bostan Sokak’ın sobalı evleri bir bir terk edildi ve kaloriferli evlere taşınmalar hızlandı. Sokağımızda ilk önce Agah amca öldü. Biz çocuklara nasıl anlattılar ölümü acaba; biz ne anladık da ağladık ölünün apartmandan çıkarılışını izlerken? Alelacele kapının önüne bıraktıkları ayakkabılarının izlerine basa basa omuzlayıp götürdüler Agah amcayı. Bilmem ki ölümün aramızda gezen, canlı ve bizden biri olduğunu bundan sonra mı öğrendik?
Tapu müdürü evini sattı gitti. Bize Kur’an’ı öğreten, Safahat’ı sevdiren, kanaviçeyi ve daha neleri anlatan kızı, gittikleri mahallede halk eğitim kursu açtı ve bir öğretmenle evlendi. Büyük hala biraz daha yaşlandı ve yeğenleriyle birlikte başka bir eve taşındı. Abdurrahim amca sepetli motorunu sattı, bir araba aldı. Filiz’e ve diğer kızlarına araba kullanmayı öğretti. Filiz büyüdü ve iyi bir yere gelin gitti. Köşe bakkal -Vildan’ın kısmetinden mi nedir?- işini biraz daha büyütüp cadde üzerinde bir yerde market açtı. Üç çocukları oldu. Yusuf dayı ölünce hanımı, yaramaz mı yaramaz üvey oğlunu büyütüp evlendirdi. Evi müteahhide verdi, çıktı. Terkedilen her evin yerine ha bire yükselen yükseldikçe de yukarda birbiri içine giren binalar yapıldı.
Bir gün sokağa bir kamyon geldi. Evimizden eşyaları, balkonlarımızdan çiçekleri, odalardan sesimizi soluğumuzu toplayıp götürdü. Puslu bir perdenin ardında kaldı her şey. Özlemler, sevmeler, çocukça gülüşler, umut etmeler beyaz bir mendilin arasında kaldı.
Hayat, kara bir tren gibi ağır aksak gidiyordu rayların üzerinde. Yemyeşil ovalardan, taş bağırlı dağlardan, uzun köprülerden, karanlık tünellerden geçiyor; usul usul yaklaşıyordu menzile. Yol da yolcu da yorulmuştu. Her şey ve herkes ayan beyan vagonun penceresinden görünüyordu işte.
İşte Bostan Sokak…
Şurası tapu müdürünün evi…
Bak! Nurten kuaför dükkânın önündeki…
Köşker amca işinin başında…
Ve İsmail amcalar pikniğe gitmişler, Chevrolet arabalarıyla.
Hayat bir oyun… Düşler perdesinden telaşla geçiyor suretler. Taze bir bahara açmak için susmuş çiçekler. Kendi gitmiş, adı kalmış nice yaseminler, mimozalar, karanfiller…

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Denge / Ay Vakti
İkilem / Şeref Akbaba
Bu Kasırga… Bu Fırtına… / Ay Vakti
Bostan Sokak’tan Gitmek   / Züleyha Kayaoğlu Eker
Sezai Karakoç’u Yazmak İsterken  – VII –         ... / Semra Saraç
Tümünü Göster