Aba altından değnek gösteriyor aklı sıra.
Kapıdan çıkarkenki o bakışı unutmak ne mümkün derken bile tedirgin sesi. Ritüellerini ezberinden çıkarmış bir mürit gibi başını sağa sola sallıyor habire. Az birazdan geçecek. Bekliyor hazır kıta.
Kim kime, dum duma demeye varmıyor dili.
Mahallenin gedikli serserisi namı diğer Hayta, şezlongları bile isteye yırtarak arşınlıyor tratuvarları. Geceden kalma gibi. Gözleri o biçim pötürek, narımsı. Şiş göbeği önde, yağlı saçları tepede, hantal gövdesi beride, demem o ki, şekilsiz vücudundan velut ritimsiz hareketleriyle eğrelti salvolar çizmekte ısrar ediyor.
Abdal zikirden, çocuk düğünden usanmaz hesabı her gün ama her gün iliştiği Çaycı Hasan’ı görende yine ve yeniden depreşiveriyor sarkıntılı halleri. Onu görende durur mu hiç! İlkyazın cünun havasına kapılan devşirmeleri gibi tuhaf manzaralar sergileyen Hasan topukluyor kenefe. Yol yordam bilmeyen ulufecilere nazire ederce etrafını kolaçan etmeden uluorta naralanıyor Hayta.
Başına vuran har, kora dönüyor. O menem Çıfıt.
Çıkması kuvvetle muhtemel hır gür için mevzilenen sokak sakinlerinin nefesleri tutulmuş vaziyette. Bu arada çıt yok helada da. Yılda üç -bilemedin beş- defa vuku bulan Hayta ile Çıfıt müsabakası hayli meşhur buralarda.
Unutuldu Hasan. Farkında değil. Kaldı ki irapta mahalli de kalmadı. Biliyor değil. Ablukaya alındığını dahası okkalı zılgıtların kendisini beklediğini sanıyor saftirik. Dışarıda kopacak kıyametin kızılcası an meselesi.
Koyu gri bulutların tentesi altında burkasını çeken peştunlu kadınlara nazire ediyor güneş. O kerte mahcup o menem mefluç. Yağmanın menfi müspet yanlarını düşünmekten gına gelen hülagu tipli heriflerin istilasına ramak kala ağır, yavaş dönüyor tecimsel küre. Salaş yanlarını boşaltmanın eşiğindeki uçsuz bucaksız göksel boşlukta hercâî menevşeler galebe çalıyor ayrık otlarına.
Aceşe işe karıştırmamak lazım geliyor.
Kim dedi?
Anonim.
Ne dedi?
Nonim.
Acem kılıcı kuşanan polipler ile anemonlar arasında vuku bulması işten olmayan dalaşı bekliyor hazirun. Kevgire dönen insanlığı sağaltmak için ayakyolunda sırasını bekliyor Yamak. Soğan yediğinden olsa gerek aldığı nefes verdiğinin katbekatı. Beklenen harala gürelenin yarı merak yarı kaygılı havası içinde bakalak ve şaşalak halde cümbür cemaat.
Hayta soluyor burnundan.
Aç atın yola koyulduğu, koyulsa da koştuğu, koşsa da hedefine doludizgin vardığı nerede görülmüş! Çıfıt gibi yere bakanlardan korkacaksın. Korkacaksın ki önün arkan, sağın solun her çeşit hile, desise, fitneden emin ola! Konuşurlara bakanda Hayta ile Çıfıt arasında danışıklı döğüş olabilirmiş.
Unutturma Hasan’ı diyor Kârî.
Ne idüğü belirsiz cenderelerin eşiğinde başına gelebilecek herbir olasılığı gözden geçiriyor inceden inceye. Lafa geldi mi çoktur seveni ve fakat icraata geldi mi herbiri merdüm eriği! Uzun uzadıya söz etmeye ne hacet! Sonuçta ağaca balta vurmuşlar. Sevinsin mi üzülsün mü bilememiş. Sapı bendendir diye itiraf edebilmiş sade ve sade.
Elalemin gözü önünde zuhur edecek.
Delişmen yüreklerin tutkuları uğruna telef edilen ince ruhlu insanlar değil şu gördüğünüz izleyici güruhu. Tersine ince hesaplar yapan sözümona herbiri birbirinden daha uyanık sayılan ifritlerin tezgahında dokunan kilimden ne çıkar!
Hasan’ı takibine akıl sır ermedi alı al moru mor Yamak’ın.
Ya başına geleceklerden habersiz idi ya rakip gördüğü mesaideşinin hal-i pür-melaline tanıklık etme arzusuna dur diyemedi. Öyle ya da böyle heva ve hevesine mağlup düştü. Yenik ekinlere madara olmaktan korktu büsbütün. Hayıflandı. Ağlayanın malı ne vakit mutlandırmış güleni!
Ali’nin külahını Veli’ye giydiren, Veli’nin sandalına Ali’yi bindiren Çıfıt, sorduğuna pişman ki ne pişman!
Ayran gönüllü yeni yetme gençlerin afili yürüyüşlerine diş biliyor bilemesine ve ancak şimdilik hiçbir şey yapamadığından dudaklarını kemirmekle meşgul! O anı bekliyor. Kendince Hayta’yı katakulliye getirecek böylece seyirci kitlesinin gözlerine sürme çekecek, dudaklarına bal dökecek, ortamı düğün derneğe çevirecek gizem yüklü o anı!
Ev sahibini ağırlayan ahmak misafir konumuna düştüğü için süt dökmüş kediye dönmüş vaziyette Yamak. O menem melül! Akıntıya karşı kürek çekedursun akla karayı seçmekle memur Hayta’nın keyfi gıcır bu arada.
Tezahürata, alkışlara, ses, ahenk, ritim ve tempoya ayak uydurmanın sevinciyle gönenci içerisinde akıl yetisini pazara çıkaran kalabalığın uğultularıyla kakafoniye dönüyor meydan. Az biraz ileride, ahan da şu beton sarkıtların vitirinlerinde boy pos gösteren konu mankenleri şahit! O sinsi, madrabaz, işbilir matadorların al kanlarla boyadığı dev cüsseli boğaların şimdi cansız bedenleri önünde havaya atılan ve ama kütlesel çekim sonucu hızla yere düşen kırmızı, bordo, beyaz, sarı, pembe -hasılı envai çeşit- güllerle süsleniyor arena.
Katliamları masum ve masun gösteren bu manzara karşısında tamamen zıvanadan çıkıyor seyirci. Alicengiz oyununda cambaza bakarken yaşanıyor tüm bu olanlar. Alan memnun veren memnun diyor kalabalığı galeyana getirmekle mükellef ve dahi muvazzaf amigo. Hemen ardından hayır diye itiraz edip inliyor yavuklusu. Salya sümük ağlarken ekliyor, alan da melun veren de melun.
Meseli bilenler bilir. Bilmeyenlere bilmeleri için salık verilir. Şöyle ki: Bezirgancıbaşının biri bedestenden geçerkene sarığını sıkı kavrar. Gün görmüş, devran geçirmiş, ulular ulusu bir zata uğrar. İçerden o sıra mis gibi sıcak somunun kukusu yayılır. Bizim başbezirgan uluyu mu dinlesin kokuyu mu içine çeksin bilmez, bilemez, bilebilmez, bilebilemez. Kıssa bu ya iki arada bir derede kalır. Ne ki belli etmek istemez. Ulular ulusu kendiyle konuşadursun yarılan ekmeğin buğusu aklını başından alır. Karşısında mütemadiyen titreyen, kıpraşan, açılıp kapanan altı üstü bir çift dudaktır. Derken tüm heybetiyle karşıdan belirmesin mi Sultan! Az evvel habire şakıyan ulular ulusu süt dökmüş kediye dönüverir dangadak! Bizim bezirgancıbaşı ekmeğin bugusuyla müsahhar halde yani ki kendinden geçmiş durumdadır. Ne Sultan’ın gelişinin ayırdına varır ne dut yemiş bülbüle dönen ulular ulusuna rikkat kesilir. Baş eğmeler, damen öpmeler, tazarru nameler bir yana yılan görmüş keklik gibi tüm gözler bizim bezirgancıya çevrilir. Bedestende olan yine orada kalır. Olan bizim tatlı hülyalar gören bezirgancıya olur. Darı derdiyle avcının tuzağına düşen sülüne döner şıppadak. Kıssa bu kadar!
Alikıran başkesenlerin nazarında alçak eşek, binilmek; öksüz çocuk, dövülmek içindir. Mahallenin abide şahsiyetleri polisi aramış. Dağına göre kar yağdırabilir misin? Neuzubillah! Dinsizin hakkından gelinecek elbet. Ne ki karda yürünse bile iz bırakılmayacak bir şekilde. Hasan’ın ahını alanlar paklanacak. Yamak rol kesmeye devam etsin hele.
Yağsındı yağmur, kapansındı deriçeler, kansındı suya bedeviler. Gidilsindi, görünsündü, bulunsundu, ışısındı havalar. Kırkından sonra yazanı, ellisinden sonra azanı, altmışından sonra tozanı havale etmek lazım geliyor. Çalçeneler, kokotlar, metrocular gırla.
Araları şekerrenk Hayta’nın zulmü ile Çıfıt’ın gadri arasında mekik dokuyor Hasan. Sağ yanağını çevirende Hayta’nın, sol tarafına dönende Çıfıt’ın şamar oğlanı oluyor zavallı. Anasından emdiği süt burnundan dökülüyor ıkın ıkın. Yakınları, arkadaşları, hısım akrabası görmezden geliyorlar inadına. Ana baba gününde affedersiniz dolap beygirinden beter hızla tur üstüne tur bindiren tek fırıldak Yamak.
Onun da ne niyetini sezen var ne kastını anlayan!
Altta kalanın canı çıkıyor, aman dileyene parmak sallanıyor, kabuğundan korkanlar armudu soyarken midesine dokunurlar elmayı sayıyor, arpayı taşlıktan kotaranlar arsız, azman it yerine savunmasız, biçare tavukları kışkışlıyor, ateşi olanlar mahkum ise cürm’ü, müzisyen ise carm’ı, cüsseli ise cirm’i, muhtaçlardan ise ise cerm’i kadar yer yakıyor.
Atın dorusu, sobanın borusu, tâcirin cirosu, seyyahın korusu, âlimin sorusu, müneccimin tiyosu her şeyden yeğdir. Soruyor Hasan: “Uyak namına çekilen bunca ayağa gerek var mı idi?” Gecikmiyor cevabı Yamak’ın: “İnsan ve nisyan malumunuz!” Askıda takılıkalıyor ardı ardılı. Ayakların baş olduğu yerde feleğin sillesine maruz bırakıldığından mazbut, muzdarib, mütevekkil Hasan. Metazori darbelerin tazyik ve tahakkümü altında bunalıyor enikonu.
İzliyor mahalleli. Durumun kötüye gidişatından memnun, mesrurlar aslında ve fakat hile hurdaları, yalan riyaları açığa çıkmasın için eşi benzeri görülmemiş kertede büyük çaba sergiliyorlar. Vaktin nasıl geçtiğinden habersiz, şiddeti haiz seremoniye kayıtsız, değişen rollerde ayarsız tutum ve davranış içindeler.
İler tutar ne yanları var ne yerleri!
Gerçek muharebeden ziyade danışıklı döğüş içerisinde önce ağız dalaşı, sonra itip kakma, daha sonra galiz küfür, en sonra fiziksel temasta bulunan Hayta ile Çıfıt; seyircilerden geçersiz not alınca işi bu kez daha ciddi havaya sokma kararı alıyor. İkisi de kaygılı, tedirgin, ürkek.
Çakarlar, siren sesleri, metalik tınılar yetişiyor garp kurnazlarının imdatlarına. Büyük oyunun yazısız kurallarını hiçe sayanların arenasında gladyatörlerin şansı olabilir mi ki! Çilingir edasıyla akıllara takılan çengellerin, yılan gibi kıvrılan yolları ansıtan uzun çizgilere düşülen noktaların aşkına tezahüratlarla alkışları yer ile yeksan ediyor.
Ayağının tozuyla gelen asayişçiler, ısınma turlarına henüz çıkan sporculara nispet bir zaman sonra olay mahallinde deveran ediyor. Turnike, tratuvar, merdiven ve köşe başlarındaki ayak takımının gürültülerinin tersine yüce divan görüntüsü arz eden, ilk bakışta hakikaten de mühim zevata benzeyen muhtar, aza ve esnafın gıkı çıkmıyor.
Caddenin kavaklardan ârî ve iğreti merkezinde kurulan dev ekrandan las vegas ışıkları nüksediyor. İri puntolu akışkan alt yazıları zorlanarak okuyor Muhtar. Geceden kalma çakırkeyf halinden iz eser yok. Hayatı boyunca tek tabanca yaşayan ve yalnızlığı kendine pek yakıştıran Muhtar’ın mesai saatleri içinde zıkkımlandığı vâki değil. Gözlerindeki sorunu kabullense mesele kalmayacak esasında.
Fanatik yahudilerle holigan siyonistlerin ablukası altında köşeye sıkıştırılan Filistin için kedi fare benzetilmesi yapan tevenin adını okurken dudaklarına mukayyet olamıyor. Paralıyor kendini. İçinden geçirdiği sinkafları açığa vurmamak adına amansız şekilde kendiyle mücadele ediyor. Ayranı kabarıyor belli ki. Azrail’e bir canı kaldığını o da biliyor. Ne ki tırsıyor, tavsıyor.
Koruk yiyen babanın hesabını oğlu öderken kubaran hindiler gibi Yamak. Gülbeşeker devri kapanalı hayli zaman oldu. Hasan’ın yer yer moraran alnından süzülen, oradan yuva bularak yanak kanalıyla gerdanlığına dökülen tuzlu yaşların kaynağı; olan, olağan ter değil.
Düpdüz ömür törpüsü, ecel sürgüsü.
Arbede sırasında yerden sökün edip havaya yükselen toz dumandan göz gözü görmez oldu. Ahalinin ah vahlarına aldırış etmeksizin arı sokulmuşça şişen yüzünü zoraki tuttuğu buz torbasıyla mesh etmeye başladı Hasan.
Serseri dokunuşlarla kimvurduya giden Yamak, yediği zılgıttan çok kırılan gururundan ötürü mız mız çocuklar gibi ağlıyordu mütemadiyen.
Kolluk güçlerinin arasında arabaya bindirilirken dosta düşmana meydan okuyan golyatlara benziyordu Hayta ile Çıfıt.
Her ne kadar kalabalığın yer yer mutantan taşkınlıkları göze çarpsa da suça dair işlenmiş herhangi bir eyleme rastlanılmadı.
Aptallık kutusundan fışkıran yalan yanlış, asparagas görüntüleri anlamak ve anlatmak adına uzman görüşlerin halkların gözünün içine baka baka takındıkları tavır ve yorumlar kahir ekseriyetin nazarında deli saçmasıydı aslında ve lakin mutsuz çoğunluklara hükmeden mutlu azınlıklar efendileri olduğundan zehri bile isteye enjekte ettiler kılcal damarlarına.
Gün ağıyor, ins ağlıyordu yalnız.