Taş değirmenin gölgesinde hoş sohbetlerle vakit geçiren çocuklar, şoseden gelecek aracı meraklı gözlerle bekliyorlardı. Masmavi, pırıl pırıldı gökyüzü. Kızgın güneşin etkisiyle yerden ateş fışkırıyordu adeta. Çocuklar ikide birde açığa çıkıp heyecanla uzaklara bakıyor sonra -sıcaktan olacak- tekrar yerlerine dönüyorlardı. Birkaç turna geçti üzerlerinden bu arada. Beyaz bir güvercin taklalar atarak yanlarına kondu. Bir horoz uzun uzun öttü kenardaki bahçeden. Ne idigi, nereden geldiği belirsiz bir köpek havlamaya başladı ardından. Güvercin korkmuş olacak ki apar topar kanat çırptı ve gözden kayboldu.
Çocuklar birkaç gündür aynı yeri mesken tutmuşlardı. “Bugün muhakkak gelir.” dedi biri. “Dün de böyle söylemiştin.” dedi öteki. “Daha önceki gün de…” dedi başkası alaylı bir şekilde gülerek. “Ne bileyim oğlum. Bana bugün yarın gelir dediler.” diye hiddetli bir şekilde karşılık verdi ilk konuşan. “Beklemeyin o zaman!” diye de ekledi. “Yok ya! Beklemeyelim de müjdeyi sen ver öyle mi?” dedi her hâliyle diğerlerine göre daha uyanık olduğu hemen fark edilen bir başkası. Nereden bakılırsa bakılsın samimiyet kokan bu ifade, ansızın hepsini güldürdü. Muhabbetleri bu minval üzere bir süre devam etti.
Arkasında yoğun bir toz bulutu bırakarak yaklaşan beyaz aracı fark etmeleri uzun sürmedi. Sevinç çığlıları atarak ayağa fırladılar. Minibüs ırmağın üzerindeki demir köprüden geçip yokuşu da çıkınca iyiden iyiye belirginleşti. Araç yaklaştıkça çocukların tatlı heyecanları daha da arttı. Minibüs köşeyi döner dönmez hepsi birden son sürat koşmaya başladı. Araç çocukları toz duman içinde bırakarak yanlarından geçti ve meydanda durdu. Yetişip etrafında toplandılar. Merakları iyiden iyiye artmıştı. Oradaki birkaç adamla beraber kapının açılmasını dört gözle beklemeye başladılar. Bir iki kişi indikten sonra nihayet beklediklerini gördüler. Önce aralarından biri –sarı olanı- kaşla göz arasında, tazı kıvraklığıyla ortamdan sıvıştı. Peşinden diğerleri hareketlendi. Dar sokak aralarında peş peşe dizildiler. Öne geçen birkaç kere değişse de sarı çocuk tekrar yerini aldı. Mesafe uzadıkça da arayı epeyce açtı.
Eve ilk önce ulaşıp müjdeyi verenin hatırı sayılır bir parayla ödüllendirildiği güzel bir gelenekleri vardı. Parayı kapan bakkalın yolunu tutardı. Lokum, bisküvi, şeker ve gazoz en çok tercih edilenler arasındaydı. Her ne kadar başlangıçta bir rekabet gibi görünse de alınan yiyecek ve içecekler arkadaşlar arasında paylaşılırdı. Hayvanlar otlaya dursun onlar çayırlarda, dere kenarlarında veya çeşme başlarında toplanırlardı. Bir yandan aldıkları öteberileri atıştırırlarken bir yandan da neşeli sesleri yayılırdı etrafa.
***
Düşünceliydi anne. Bir o kadar da tedirgindi. Gözünden yaşlar hiçbir vakit eksik olmuyordu. Hatta günlerdir gözüne gram uyku girmemişti. Oysa sevinmesi gerekmez miydi? Nihayetinde uzun süredir uzak kaldığı oğlu askerden gelecekti. Kavuşacaktı ona ve bir daha ayrılmamacasına hasretle sarılacaktı. Bundan daha güzeli ne olabilirdi ki? Görünen hakikat bu olsa da cefakâr anne, oğluna ne diyeceğinin, nasıl diyeceğinin derdindeydi.
Nereye gitse, hangi yöne baksa aklından çıkmıyordu kocası. Üstesinden gelemeyeceğini düşündüğü zor bir durumun içindeydi. Söylemesi kolaydı bazı şeyleri ancak başa gelinmeden hiçbir şey bilinmiyordu. Ateş düştüğü yeri yakmıştı. Kendilerine göre vakitsiz de olsa acı hakikatle karşılaşmışlardı. Bir yanları hep eksik kalacaktı bundan sonra. O uğursuz günü bir türlü unutamıyorlar, zihinlerinden asla çıkaramıyorlardı. Alışması zordu ya anlatması daha zor olacaktı sanki. Zira her şey daha çok tazeydi.
Hemen hemen bir ay önceydi. Hayat olağan akışı içerisinde devam ediyordu. Kocası ırmağın kenarındaki tarlaya gitmek için hazırlanmış, daha gün doğmadan evden çıkmıştı. Nerede tarla tapan işi varsa oraya gidiyordu. Var gücüyle çalışıyordu. Oğlu askerde olduğu için bütün işler ona kalmıştı. Belli etmese de bu süreçte fazlasıyla yorulmuştu. “Oğlan gelse de biraz rahat etsem.” diyordu. Nereye giderse gitsin genellikle işlerini yaptıktan sonra öğleye doğru –güneş tepesine vurmadan- geri gelirdi. Gelemeyecekse de muhakkak haber verirdi. Yemeğini yer, namazını kılar ve bir süre de uyuyarak istirahat ederdi. Bunu alışkanlık hâline getirmişti. Sıcaklık etkisini kaybettikten sonra ise -ikindiye doğru- tekrar yola düşerdi.
O gün vakit öğleyi geçtiği hâlde kocası hâlâ dönmemişti. Hatta cemaatten birkaç kişi merak edip -camide göremeyince- nerede olduğunu sormuştu. Bütün aileyi tedirgin etmişti bu durum. Bir süre bekledikten sonra koşar adımlarla yola koyulmuşlardı. Tarlaya varınca hiç de beklemedikleri manzara karşısında şok olmuşlardı. Ortalık bir anda yıkılmış, ağıtlar yerleri gökleri inletmişti.
Gözenin başındaki ağacın dibinde yüzüstü yatıyordu kocası. Kolları dirseğine kadar sıvalıydı. Ayakkabı ve çorapları kenardaydı. Muhtemelen abdest almak için hazırlanıyordu. Ecel onu burada yakalamış, Hak böyle tecelli etmişti işte. Yüce Yaratıcı’nın takdirine razı gelmekten başka yapacak hiçbir şey yoktu. Ortalık sıcaktan yandığı için ertesi günü beklemeden -ikindi namazını müteakip- yukarı mezarlığa defnetmişlerdi. Son vazifelerini de böylelikle yerine getirmiş oldular. Çok hızlı gelişmişti her şey. Askerdeki oğullarına kısa süre içerisinde ulaşma imkânları olmadığı için -ayrıca gelmesi de uzun süreceğinden- haber vermemeyi uygun bulmuşlardı. Onlara göre genç asker asla dayanamazdı bu acı habere. Nasıl olsa dönünce bir şekilde öğrenecek, diye düşünüyorlardı. Dönmesine de zaten çok az bir zaman kalmıştı.
***
Bahçe kapısının hemen önünde toplanan kalabalık, çocukların kendilerine doğru koştuğunu görünce birden dalgalandı. Bütün aile oradaydı. Konu komşu da gelmişti. Ortama garip bir sessizlik hâkimdi. Anne, oturduğu yerden zor da olsa kalktı. Heyecandan eli ayağı titriyordu. Boncuk boncuk terlemişti. İki yol arasında kalmış gibiydi. Yürek atışları hızlandı. “Allah’ım nasıl bir imtihandı bu böyle!” diye söylendi kendi kendine. Derin bir nefes aldı. Bir şeyler mırıldandı yine. Nasıl olduğunu anlayamadı ama ansızın bir ferahlık filizlendi içinde. Çehresi yumuşadı. Yüreğinden tarifsiz bir rahatlık peydah oldu. Acılarını, gözyaşlarını bir süreliğine kenara bıraktı. Bakışlarını çocukların geldiği tarafa yönelterek soylu bir duruşla beklemeye başladı.
Arkadaşlarını geride bırakan sarı çocuk, kalabalığın arasına daldı ve doğruca anneye yöneldi. “Müjde, müjde! Oğlunuz askerden geldi.” diyerek beklenen haberi verdi. Hazırlıklı olan anne elindeki parayı çocuğa uzattı. Miktarın fazlalığını gören çocuk buna çok sevindi. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Büyük bir işi başarmış olmanın gururuyla geldiği yoldan geri döndü. Geride kalan çocuklar ise büyük bir hayal kırıklığı içinde dağıldılar.
Genç asker onu meydandan alan birkaç akrabasıyla birlikte eve doğru yürümeye başladı. Hiç kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Genç bu işte bir tuhaflık olduğunu sezmişti ama kimseye bir şey soramamıştı. Kim bilir, belki de alacağı cevaptan korktuğu için bilerek sormamıştı. İçinde garip bir burukluk vardı zira. Evin önüne varmaları uzun sürmedi. Önce annesine sarıldı büyük bir özlemle, ardından diğerlerine… Gözleri babasını aradı ama bir türlü göremedi. Hep beraber içeri geçtiler. Yarı açık pencereden ağıtların yükseldiği duyuldu kısa bir süre sonra. Gözyaşları sel olup aktı yeniden ve bir daha.
Buzağılarını alıp yola koyulan çocuklar, uzaktan tam olarak seçemeseler de yukarı mezarlığa doğru koşan birini gördüler. Kim olduğunu, niçin koştuğunu nedense hiç merak etmediler. Ellerinde bakkaldan aldıkları birkaç öteberi, ağızlarında ıslıklarıyla yollarına devam ettiler sadece.