Çocukluğumda kırk yaş ve üzerinde bulunan büyüklerime bakarak onların dünyanın en büyük insanları olduğunu vehmederdim. Bilmiyorum, belki de bu duygu sadece bende değil, benim temsilcisi olduğum 1960’lı yılların yaş kuşağının birçoğunda vardır. Bu duyguyu taşımamda ailem ve çevremin etkisi de olabilir. Çünkü çevremdekilerin hepsi yaşça benden büyüktü. İlginçtir, hısım akrabalarımızın aynı yıl dünyaya gelen çocuklarının yani akranlarımın içerisinde de en son doğan benmişim. Bütün bunlar bir araya geldiğinde nedense uzun yıllar kendimi bir türlü yaş almış ve yaş bakımından büyümüş gibi hissedemedim.
Benim çocukluk dünyamda en büyük insan babamdı. Saçları yeni yeni dökülmeye başlamış, ayakta dimdik duran, Marko Paşa’nın aksine[1]* başı sıkışan, derdi olan herkesin koşup danıştıklarında onlara her zaman bir çıkar yol gösterip akıl veren, dertlere derman dağıtan, kimsenin gönlünü kırmayan yüce gönüllü, asil bir adamdı benim babam; annem de öyleydi. Sıkıntısı olan komşularımızın anında yanlarında olur, dertlerine derman bulur, evimizin bütün yükünü üzerinde taşır, bana dedemden duyduğu tarihi olayları anlatırdı. Belki de benim tarih şuuruna sahip bir fert olmamda en önemli etki annem idi.
Biz, geniş bir aileydik ve yaklaşık on beş, yirmi yıldan beri aileye yeni bir fert katılmadığı için ailenin bütün ilgisi bendeydi. Aklım kestiğinden itibaren hatırladıklarıma göre bana bir şey olacak endişesiyle son derece titiz davranıyor, üzerime titriyor ama asla şımartmıyorlardı.
Halama “Ciciannem” derdim. Beni o kadar severdi ki çoğu zaman onun koynunda uyurdum. O da onulmaz bir hastalığın pençesinde olduğu için annem ve babam onun nazıyla oynarlardı. Uzun zamandır hasta yatağından kalkamayan fakat yine de evimizin direği olan halamı 1966 yılının 12 Mart’ının sabahına uyandığımda babam ve annemin sessizce ağladıklarını görmüş ve evimizde olağanüstü bir durum olduğunu anlamıştım. Çok sevdiğim “Ciciannem”in maalesef aramızdan ayrıldığını söylediklerinde katıla katıla ağlamamı hiç unutmuyorum. Daha dört buçuk beş yaşlarımda olmama rağmen ilk hüznümü o zaman yaşamıştım.
Tek çocukları olan annem ve babamın, 1965 yılında ikinci bir çocukları oldu. Erzurum’un Ermeni mezaliminden kurtulduğu 12 Mart günü doğduğu için adını Kurtuluş koymuşlardı. Kardeşim Kurtuluş, altı aylık iken havale geçirmeye başlamış. Bu arada ben de büyümeye devam ediyordum. Kardeşimi çok seviyor, onunla oyunlar oynayacağım günü âdeta iple çekiyordum ancak onun durumu günler geçtikçe giderek daha vahim bir hâl almaya başlamıştı; evimizde âdeta bir keder havası vardı. Hayal meyal hatırladığım kadarıyla Erzurum’a her yeni gelen doktoru takip eder, kardeşimi hemen ona götürürler, hepsinin tavsiyelerini yerine getirir, ilaçlarını kullanır ama bir sonuç alamazlardı. Evimizdeki bütün ilgi kardeşim Kurtuluş’un üzerindeydi ve ben de küçücük bir çocuk olmama rağmen kardeşimin iyileşmesi için sürekli dua ediyordum. Erzurum’a yeni bir beyin doktoru gelmişti. Babam ve annem Kurtuluş’u derhal onun muayenehanesine büyük bir umutla götürdüler. Bir müddet sonra döndüklerinde bütün umutları tükenmişti. Doktor, yaptığı muayene sonucunda bu rahatsızlığın hiçbir çaresi olmadığını, kime götürürseniz götürün asla sonuç alınamayacağını ve sadece beklemek gerektiğini söylemişti. O gün evimizde bir matem havası esiyordu. Dünyayı hiç tanımayan, kim olduğunu bilmeyen, tek kelime bile konuşamayan ve bir yerden bir yere kucakta götürülebilen sevgili kardeşim, ben ortaokul ikinci sınıfa gittiğim zaman aramızdan ayrıldı. Beklenen bir durum olmasına rağmen âdeta evimizin çatısı çökmüş gibi hissetmiştik.
1969 yılının Mayıs ayında evimiz yeniden şenlenmişti. Ben artık sekiz yaşında ilkokula giden bir çocuktum. O zamanlar cumartesi günleri öğlene kadar okullar ve devlet daireleri açıktı. Öğlen eve geldiğimde bana bir kız kardeşim olduğu müjdesini verdiklerinde sevinçten havalara uçmuştum. Kurtuluş ile yapamadığımız yaramazlıkları Ayşegül ile yapacaktım. Canım kardeşim büyüdü, evde oyunlar oynadık, elinden tutup parka götürdüm, bir gün bile kavga etmedik. Ne o benim gönlümü kırdı ne de ben onun. Zamanla önce annem, bir zaman sonra da babam hastalandılar. İkisi de hasta yatağına bağlı hâle geldiklerinde Ayşegül, onların en büyük yardımcıları oldu. Bir tek gün onları incitmedi. Ben, sevgili eşim Saadet ve sevgili çocuklarımız Melih ile Merve, babam ve anneme gül gibi baktık. Sağlıklı oldukları zaman onlar bizi incitmemişlerdi, biz de onları… Hastalıklarında onları nazenin birer çiçek gibi gördük. Asla yalnız bırakmadık, asla yüksünmedik ve öyle sanıyorum ki Rabbimin huzuruna incitmeksizin gönderdik. Allah makamlarını âlî eylesin.
Evimizdeki sevgi şelalesinden söz ettikten sonra bir örnekle bu ortamı anlatmaya çalışacağım.
İlk ramazan orucumu tuttuğum gün, babam o günün Erzurum’unda belediye otobüsüyle, otobüsün gittiği caddelerde tur attırmış, bana çeşitli iftarlıklar almış, Erzurum’da âdet olduğu üzere ilk orucunu tutan çocukların evde bulunanların sırtına alması geleneğini uygulayıp sırtlarında taşımış ve top atıldığında da yine âdet olduğu üzere ağzıma götürdüğüm ilk lokmayı elimden alıp iftar şakası bile yapmışlardı. İftardan sonra babam teravihe giderken, ertesi gün ikindi namazında Erzurum’un selatin camisi olan Lala Paşa Camii’ne beni de götüreceğini vaat ederek evden ayrıldı. Çocukluk aklı bu ya, ertesi günü yakışıklı olmak ümidiyle elime geçirdiğim makasla annemden gizli olarak saçlarımı düzeltmeye çalıştım. Teravihten sonra eve dönen babamı karşıladığımda saçlarımı düzelttiğim için takdir beklerken tepki gördüm. Meğer saçlarımı düzeltmek isterken berbat etmişim. Bu nedenle babam, ertesi günü beni bu hâlimle camiye götüremeyeceğini söyledi. Çok üzülmüştüm. Gece sahura kalktıklarında benim ateşler içinde âdeta yandığımı görüp telaşa kapılmışlar. Babam ve annem, sabaha kadar başımda bekleyip ateşimi düşürmeye çalışmışlar ama heyhat, ne ateş düşmüş ne de ben uyanmışım. Sabah ilk iş beni hastaneye götürmüşler ve kızıl denilen ateşli hastalığa yakalanmış olduğumu öğrenmişlerdi. Verilen ilaçlarla kendime geldiğimde bütün vücudumun minik kabarcıklar halinde döktüğünü görmüştüm. Bulaşıcı bir hastalık olduğu için on beş gün boyunca okuluma gidemedim. (O zaman ilkokul ikinci sınıftaydım.) Fakat hastalık boyunca gördüğüm bir rüyadan ötürü uyumak istemiyor, bitkin düşünce uykuya dalıyor ve bir zaman sonra aynı rüyayı görüp sıçrayarak uykudan uyanıyordum. Gördüğüm rüyaya gelince, babam beyaz bir minareye çıkıyor, şerefede göründüğünde aniden aşağıya düşüyordu. Bu sahneyi on beş gün boyunca her uykuya daldığımda gördüğüm için uykudan çığlık atarak uyanıyor ve yanıbaşımda bekleyen babam ve anneme sarılıyor, ağlıyor ağlıyordum.
Babam hastalanmamı bana verdiği tepkiye bağladığı için üzüntüsünden uyumuyor, ben de onun düştüğünü görüp korkumdan uyumak istemiyordum. Sevgi bu olsa gerekti. Kime ait olduğunu tam olarak bilmediğim (kimilerine göre Sultan Üçüncü Murad Han’a ait) bir şiirde
“Elbette bu hâlimden o yârin haberi var
Fi’l-kalbi mine’’l-kalbi ile’l-kalbi sebîlâ”
denildiği gibi galiba babamın kalbinden benim, benim kalbimden de babamın kalbine giden bir yol vardı. Kalplerimiz yoluyla o benim ıstırabımı, ben onun hüznünü okuyabiliyordum.
Aradan yıllar geçti ve evlendim. Annem ve babam, eşimi bir gelin olarak değil, öz kızları olarak, eşim de onları kayınpeder ve kayınvalide olarak değil, gerçek anne ve baba olarak gördü. Annem ve babamın eşime hitap ederken evladım, kızım, yavrum demeleri, eşimin de onlara candan anne ve baba demesi, benim için mutlulukların en büyüğü oldu. Birbirlerini asla incitmediler. Sevgi ve saygıya dayalı bir aile yuvası kurmamda babam, annem ve sevgili eşimin çok önemli katkıları oldu. Babamın ve annemin iki torunları oldu. Oğlumuzun adını annem, Melih koydu. Kızımızın adını da eşim, Merve olarak belirledi. Çocuklarımız da büyük bir sevgi ortamının içinde büyüdüler ve nihayetinde ikisi de evlenip yuvalarını kurdular. Şimdi ben ve eşim torun sahibiyiz. Torunumuz Gökçen, ailemize bir güneş gibi doğdu. Bir kızımız vardı, şimdi Damla’yla birlikte iki kızımız oldu. Bir oğlumuz vardı, şimdi Emre’yle birlikte iki oğlumuz oldu. Babamın ve annemin bu dünyadan göçmeleriyle sayımız azalmıştı, şimdi sekiz kişilik büyük bir aile olduk. Gökçen’imiz, bu büyük ailenin neşe kaynağı. Babam ve annem bizim çocuklarımızı nasıl sevgi yumağı hâline getirdilerse biz de bugün Gökçen’imizi bir sevgi çemberiyle kuşatmaya çalışıyoruz. Rabbim yüzlerimizi hep güldürsün, her türlü nazarlardan korusun.
Ancak sevgi demek şımartmak demek değildir. Büyüklerimizin güzel bir sözü vardır: “Evlat aziz, terbiyesi daha aziz.” derler. Toplumu meydana getiren bireylerin ileri düzeyde eğitim almaları, iyi ahlak sahibi olmaları, topluma hayat verir. Ülkemizin sağlıklı bireylerden oluşan bir topluma sahip olması için de çocuklarımızın olumlu bir eğitime tabi tutulmaları gerekmektedir. Erdemli bireylerden oluşan Türk toplumu, mutlu ve erdemli olacaktır. Bu bakımdan çocuklarımızı, torunlarımızı şımartmadan sevmeli, varlık ile yokluk, sevgi ile nefret, fazilet ile rezilet arasındaki farkı öğretmeliyiz.
Buraya kadar anlattıklarımdan/yazdıklarımdan da anlaşılacağı üzere aile, bir yuvadır ve bu yuva, aşk, sevgi, fedakârlık, vefakârlık üzerine inşa edilir. Bu önemli erdemler, dört duvarı aile yuvasına çevirir. Oysaki günümüzde evliliklerin büyük bir bölümü, çıkarlar üzerine kuruluyor ve çıkarlar zedelendiği andan itibaren de evlilik yolunun son durağı mahkemeler oluyor. Elbette ki bu durum da bizleri sağlıksız, mutsuz ve erdemsiz bir topluma doğru götürüyor. Böyle bir kötü durumu önlemek için ailelerimizde çocuklarımıza, torunlarımıza sevgi, saygı, özveri, paylaşma ve vefa gibi önemli erdemleri küçüklükten itibaren öğretmeli ve içselleştirilmesini sağlamalıyız.
Sevginin, saygının, özveri, paylaşma ve vefalı olmanın üst düzeyde olduğu erdemli bir topluma ulaşmayı başarabilen bir toplum olmayı ümit ederek yazımızı sonlandıralım.
[1]* Yunan asıllı Marko Paşa (1824-1888), Mekteb-i Tıbbiye-yi Şâhâne’nin başhekimi olup, öğrencilerini ve hastalarını dinledikten sonra “Anladım ama ne?” diye tam anlamadığını gösteren ve defalarca dinledikten sonra yine bir çözüm bulamadığından çözümü imkânsız sorun sahibi kişiler için “Derdini Marko Paşa’ya anlat” deyimi ortaya çıkmış ve günümüzde de hâlâ kullanılmaktadır.