“Işksuzlara benüm sözüm benzer kaya yankusına
Bir zerre ‘ışkı olmayan bellü bilün yabandadur”
YUNUS EMRE
Bir kelimenin ses veya işaret yani harfler/heceler toplamı olarak söylenen bu boyutu onun madde tarafıdır. O kelimeye yüklediğimiz anlam ise kelimenin mana tarafı yani ruhudur. Bundandır ki bir kelimenin anlamı nasılsa söylenişi de öyle olur. Dolayısıyla manasını bildiğimiz bir kelimenin söyleniş biçimi bile bizi şu ya da bu şekilde etkiler. Burada esas olan şey, sözün taşıdığı anlamdır. O anlamın ses veya işaret olarak muhatabın gönlüne verdiğidir kelimenin kendisinden daha önemli olan.
Hatta meseleye böyle bakıldığında iletişimde sadece kelimelerin görev yapmadığını görürüz. İnsanın ses tonu, o esnada yüzünün aldığı şekil bile bu iletişimde rol sahibidir. Böylece kelimeler, bunlarla birlikte bir bütünlük içinde bir gönülden başka bir gönle duyguları, düşünceleri aktarmış olurlar. Anlatma, anlama yani anlaşma/iletişim ve buna bağlı olarak değişim/gelişim gerçekleşir.
Meseleye o zaman bir gönül dili olarak da bakmak gerekecektir. Böyle bakıldığında ise Hz. Mevlâna’nın şu sözünü hatırlamadan edemeyiz: “Çölü kumlardan ibaret görmek, bir kertenkele bakışıdır.” Biz bu ifadeyi kulak ve dil kavramları için de kullanabiliriz. Sonuç yine aynıdır. Can gözüyle bakmak, can kulağıyla dinlemek, can diliyle söylemek… İşte “gönül dili” bu bağlam içinde modernizmin anlamakta güçlük çektiği bir iletişim aracına dönüşür.
Buna göre, söz’ün de doğuş kaynağı gönüldür. Yine Hz. Mevlâna’nın ifadesiyle “Küpün içinde ne varsa dışarı o sızacaktır.” Bunu dile uygulayacak olursak gönülde olan kelâma dönüşecektir demek gerekir. Gönül, hangi duyguların, düşüncelerin rahmi ise dilin söyledikleri de yani doğuş da ona göre olacaktır. Bahçeden gelen koku, gülün niteliğine göre olur çünkü.
Bir de alıcı/dinleyici/okuyucu açısından bakmak gerekir olaya… Zira konuşan, yazan verici; dinleyen ve okuyan alıcıdır. Burada da Yunus Emre’ye başvuralım:
“Işksuzlara benüm sözüm benzer kaya yankusına”
Bu mısra, sözü söyleyen kadar sözü dinleyenin de nasıl bir durumda olması gerektiğini çok açık bir şekilde belirtmektedir. Öyleyse insanlar arasında aynı dili, aynı kelimeleri kullanmakla aslında tam olarak anlaşmış olamayız. Zira ortak paydalar, bu iki varlıkta müşterek olmadığı sürece aynı kelimelerle de konuşulsa aynı anlamlar kastedilmeyeceği için bir anlaşma sağlanamayacaktır.
Buna göre söyleyen gönlün hakikat ehli birine ait olması, dinleyen gönlün de hakikat arayışı içindeki birine ait olması iletişimin gerçekleşmesi için temel şarttır. Buradan tasavvuf dilinin ilim dilinden neden daha çok etkili olduğu konusuna varabiliriz. Bir hakikat ehlini dinleyen insan, ona bütün bir teslimiyetle gönlünü açar. Söylenen hakikatin sırları o an için kavramasa bile manaları kavranır. Yani dinleyici belki anlamaz söylenenleri ama yüreğine nakşeder yani hisseder. Bir değişim ve dönüşüm yaşar.
İlim dili ise eğer hakikate bağlı bir dil olarak kullanılmıyorsa asla anlaşılmaz. En başta söylenenin kafası karışıktır. Bu karışıklık da ifadelere yansıyacağından beklenen iletişim bir türlü sağlanamaz ve bu tür konuşmalardan sadece tartışmalar doğar. Asla anlama ve anlaşma olayı gerçekleşmez. Gönül diliyle konuşanlar da ise bu durum teslimiyet olarak tezahür eder. Sözden, konuşmaktan beklenen maksat hâsıl olur.
Kendisinin yahut karşısındakinin bir gönlünün olduğu gerçeğini unutan çağımız insanı sadece konuşuyor ama anlaşma gerçekleşmiyor. Her şeyden önce, sözü yani kelâmı ilahi boyutta idrak söz konusu değil. Dil’e kendinden ibaret bir araç gözüyle bakmak dil’i anlamamak demektir. Dil’in de böyle bir durumda vazifesini yapması asla beklenemez. Gerek günlük konuşmalarda gerekse kitaplarda kullanılan dil’in bugün için böylesine kuru olmasının asıl sebebi de budur.
Gönlü unutan insan, nefse yöneliyor. Bu dil açısından da böyle… Reklamların tesir gücünü başka türlü izah etmek mümkün değildir. Çünkü burada nefsle dil arasında bir çelişki yok. Küpün içindeki aynen dışarı sızmakta, alıcı yani dinleyen de nefse ait açlıkla bu söyleyişe kulak verdiği için söyleneni hemen anlayabilmektedir. Anlaşma bu noktada olmaktadır ama burada beslenen hep nefistir, bedenin maddî ihtiyaçlarıyla ilgili olan şeylerdir. Öte yandan ise kuruyan, çölleşen gönüldür.
Gönlün kuruduğu, nefsin ise ihtiyaçlarının karşılandığı böylesi bir ortamda sadece dil’in, konuşmanın, yazmanın değil insan olmanın da anlamı değişmektedir. Bu ise, kutlu emaneti yüklenip dünya hayatını ahretin tarlası olarak görmesi gereken insanoğlu için tam bir felakettir. Çünkü nefis asla doymayacak, hep daha fazlasını isteyecek, böylece azgınlaştıkça azgınlaşacaktır. Nitekim bugün görünen manzara da genel olarak böyle değil midir? Elbette böyledir ve böyle olduğu için de söz kirlenmektedir. Çünkü kirli bir kaynaktan gelmektedir suları da kirlidir ve kirli bir yere doğru akmaktadır.
Sözün şifa olduğu zamanları idrak etmiş bir kültür coğrafyasında yaşıyoruz. Sözü bu anlamda hiçbir zaman hikmet aracı olarak bilmeyenlerin, kullanmayanların gönül semalarımızı kaplayan kara bulutları yine söz ehliyetine sahip olanların gönül dillerini gündeme getirildiğinde aydınlanabilecektir. Onları okumak, dinlemek mesela Yunus’la sabahlamak, Mevlâna ile akşamlamak gerekiyor. Sohbetin tasavvufta en temel eğitim ve iletişim aracı olarak kullanılması üzerinde düşünmek inanıyorum ki hepimize yeni ufuklar açacaktır.
Sohbet dili, gönül dilidir. Hz. Peygamber’in dilidir. Bu dil ile konuşan/yazan hikmet ehli de nice gönle tarih boyunca böyle bir dil ile -gönül diliyle- ulaşmıştır. Bu dillerin söyledikleri, bu gönüllerin anladıklarıyla sadece insan gönlü değişim ve dönüşüme uğramamış, hayat buna göre yaşanmış, kurumlar buna göre oluşmuş, kültür ve medeniyet eserleri buna göre ortaya çıkmıştır. Dahası gönül dili bilinen anlamdaki dil sınırları içerisinde kalmadığı için tabiatın ve diğer varlıkların dili de böyle bir anlayışla anlaşılır hale gelmiştir.
Gönülde problem yoksa insanın maddî varlığında, hayatında da bir problem olmayacaktır. Çünkü bu dilin bereketiyle bir taşın dilini de anlayacaktır, bir kuşun dilini de… Tabiatın ve tabiattakilerin dilini anlamak ise hikmete dayalı bir medeniyeti kurmanın en elzem şartıdır. Nitekim huzur çağlarımızda böyle olmuş, insanlar bütün varlıklara ve olaylara aynı zamanda metafizik bir gözle de bakmışlar, insan, hayat, tabiat uyumunu bu şekilde gerçekleştirmişlerdir.
Hikmet bilgisinden uzak bir şekilde iletişim konusuna yaklaşanlar, bu mesele üzerinde ne derlerse desinler gönül dilini keşfetmedikleri sürece boş konuşmuş, boş yazmış olacaklar ve söz kirlenmesi hiçbir zaman bitmeyecektir. Arınması gereken bedenimizden önce gönlümüzdür. Bulunması gereken dil ise kadim medeniyetimizde örnekleri görüldüğü gibi gönül dilidir. Hatta bir adım ötesinde şunu bile söylemek gerekecektir. Eğer gönlün dilini iletişim aracı olarak kullanmayı bilebilirsek kelimenin, cümlenin bile fazlaca bir anlamı olmayacak, bir bakış, bir tebessüm bile çoğu zaman maksadı anlatmaya yetecektir. Çünkü böyle bir dilin, gönlün hazinesi olan aşk, beden dilini de “lâl” eder. Geldiğiniz nokta burada muhakkak ki “sükût” makamıdır. Durum öyle ama kim demiş ki susmanın konuşmamak olduğunu? Elbette kimse böyle bir şey söyleyemez. Çünkü susmak, çok şey anlatmaktır, tabi ki ehline… Değilse söz, Yunus Emre’nin dediği gibi “kaya yankısı” olmaktan öte geçemeyecektir.