Etrafta başlayan yangın evlere yaklaşmıştı. İnsanlar telaşla bağırmaya başladı:
“Rüzgâr karşımızdan esiyor. Evlerimiz bahçelerimiz tehlikede. Yanında damla kadar su olan koşsun yetişsin!
Eciği cücüğü seferber olmuştu yangını söndürmek için. Yılların emeği evler, bağ bahçeler tehlike altındaydı. Beli bükük ihtiyarlar kendilerinden beklenmedik bir çevikliğe bürünmüş, canhıraş bir halde yangınla mücadele ediyorlardı. İhtiyarların ölümü umursamadan kendilerini alevlerin içine atmalarını hayranlıkla seyrediyordum. Aklımın bir ucunda harman yerine yakın su basar bahçe vardı. Seneye evleneceğim. Babam bu bahçeyi nişanlıma mehir olarak verme niyetindeydi. Bu bahçede babam daha çocukken dedemle ektikleri ceviz ağaçları, üzüm bağları var. Öyle bereketli bir bahçe ki hiç başka işe ihtiyaç duymama, ağız kokusu çekmeme gerek olmayacak. Gidip bahçeye su salmayı düşünmedim değil. Yangın buraya ulaşsa bile atadan miras kalacak bu bahçeye zarar veremez düşüncesindeydim.
Gece insanların büyük kısmı uykudayken çıkmıştı yangın. Neden çıktığı hususu yıllarca tartışılacaktı. Kapı kapı dolaşıp herkese haber verildi. Vadinin içinde, ormanın kalbinde başlayan yangın rüzgârın elinden tutmasıyla dağ tepe aşarak evlerimize kadar dayanmıştı. Çığlıklara, ağıtlara uyanıp kendimi dışarı attım. Alevlerin kızıllığı göğe ağıyor; koca koca ağaçları çatır çutur küle çeviriyordu. Alevlerin dile geldiğini düşünürken ağıtları, feryatları duymuyordum bile. Benim gibi bu dehşet manzara karşısında şok geçirenler ne yapacaklarını bilemez halde öylece dikiliyordu. Babamın gür sesiyle elime tutuşturduğu küreği ani bir hamleyle kaptım. Aklı eren ileri gelenlerin telkinleriyle yangının önünü kesmeye çalışıyorduk.
Ben yangının geldiği tarafa gittiğimi düşünsem de dört bir tarafımızı alevlerin kapladığını gördüm. Komşularla bizim evin önünden geçip ormana doğru giden yola dökülmüştük. Taşküme’ye vardık yerde büyük yaşlı bir çınar ağacı vardı. Gölgesinde oturmayan yoktur bu ulunun. Gecenin ürpertisiyle burnumuza gelen duman kokusunun içimize saldığı korku kalbimizde tahterevalli kurmuştu. Taşküme’ye vardığımızda ulu çınarın yanmakta olduğunu gören biz faniler yangının büyüklüğünü ancak anladık. İşte o an bahçemize yangının sıçrama ihtimaliyle ürperdim.
Ateş bizi yanına yaklaştırmıyordu. Genizlerimizdeki is kokusunu tüküre tüküre geri çekildik. Yapılacak tek şey evlerin etrafında yanmaya elverir hiçbir şey bırakmamaktı. Benimse aklım fikrim bahçedeydi. Babamdan bana kalacak olan bahçenin nasıl senelerin emeği olduğunu defalarca dinlemişimdir. Dedem bu toprağı ilk aldığında çorakmış. Dedeme bu taşlı verimsiz tarlaya akçe saydığı için “Deli Hasan” demişler vaktiyle. İlginç bir gelişme de yaşanmamış değil. Tam da dedem bu toprağı aldığı sene bol rahmet yağmış. Kışın kar, baharın yağmur eksik olmamış. Tabi dedem kimseye aldırmadan her gün bu verimsiz tarlaya yağmur çamur demeden taş paklamaya gitmiş. Sonraki sene aynen devam etmiş bolluk bereket. Senelerce sürmüş bu durum. Dağlar suyu taşıyamaz olunca bugün Şarlak dediğimiz yamaçtan pınar fışkırmış. Akmış yolunu bulmuş. Tam da dedemin aldığı tarlanın yanından geçip giden bir ırmak olmuş. Taşı temizlenen çorak toprak suyla da buluşunca ne ektilerse bitmiş. Bu cennet bahçesinin şimdiki halini görünce insanın aklına İrem bağları geliyor. Bize de miras kalacak ya merakım korkum ondan. Allah vere de ulaşmasa yangın bahçeye.
Ağaç kesmekten, kuru ot temizlemekten yorgun düşmüştüm. Uyudum mu uyumadım mı, uyudumsa nerede uyudum tam olarak bilmiyordum. Dilim damağım kurumuştu; güç bela gözümü açtım. Ne açlık ne susuzluk aklıma gelmedi. Sabahın ilk ışıklarıyla yangının nerelere ulaştığını, bahçemizin durumunu merak ettim. Gece karanlığında etrafı çok da seçemesem de Taşküme’ye gitmeyi uygun buluyordum. Buradan tüm vadiyi görmek mümkündü. Bahçeye varmak uzun sürerdi. Buradan bahçenin durumunu az çok öğrenebilirdim. Yolda gördüğüme yangını soruyordum. Kimse cevap vermiyor, anca gülüyorlardı. Anlam veremesem de hallerine, alevlerin söndüğünü anlıyordum. Geceki is kokusu da yoktu hem. Umudum iyice arttı. Taşküme’ye vardığımda kalbim göğsümde hopluyordu. Kayaları bilmesem yanlış yere geldiğimi düşünecektim. Bu nasıl işti Allah’ım böyle? Bahçe, dedeme “deli” lakabının verilmesine sebep olduğu gibi çölleşmişti. Hayır yangın alameti de yoktu hem. Dahası dağın yamacındaki Taşküme’den bakınca göz alabildiğine uzanan yemyeşil vadi de yoktu ortada. İlk yoldan geçeni kolundan tutup çektim; vadiyi gösterip ne olduğunu sordum. Takati kesilmiş adamcağız zorla konuşmaya başladı:
“O gece yangın bazı evleri kül etse de rüzgârın kesilmesiyle yön değiştirdi ve gücünü yitirdi. Meğer yangın değilmiş esas felaket. Hem yangın bahçelere ulaşmamıştı. Yangından günler sonra tüm vadiyi dedenden kalma bahçe de dahil hınzır sürüsü bastı. Taşla tüfekle sopayla karşı koymaya çalışsak da güç yetiremedik. Bu mücadelede ölenlerimiz oldu. Tarihte böyle bir baskın görülmemiştir. Her ne kadar sürüyü kovsak da bahçelere gelmeye, ne eksek tarumar etmeye devam ettiler.”
Başıma bir şimşek vurmuş gibi cayır cayır yanıyorum. Çırılçıplak olmuş bahçede gözlerim bir dal olsun yeşillik arıyor. Oysa şimdi bahçe, karşımda onulmaz derde düşmüş bir hasta gibi inim inim inliyor. Yüreğim dayanmıyor daha fazlasına, başımı göklere çeviriyorum.