10183.
bir evin yoksa farz et
gökyüzü yorganın
yeryüzü yatağın
…
10184.
Hatırladığım zamandan bu yana insanları gözlemliyorum ve hiçbiri bunu fark etmiyor. Onları okuyorum. Hareketlerini, bakışlarını, davranışlarını, verdikleri tepkileri, nasıl güldüklerini, nelere üzüldüklerini, acılarını, yürüyüşlerini ve daha pek çok şeylerini kaydediyorum hafızama. Sonra da oturup her şeyi yazmadan rahat edemiyorum. Çinli yazar Yiyun Li daha çocukken bir gece yarısı şiddetli bir sarsıntı yaşadıklarında ailesiyle birlikte kendisini sokakta buluyor ve herkesin binalardan dışarı ev kıyafetleriyle çıkmış olduğunu görüyor. Yazar, yazarlığa ilk adımını, bu farkındalıkla atmış olabileceğini söylüyor. “Akıl Ermeyince” kitabından yayılan o kederi gördüğümde Li’nin deneyimlerinin hiç de sıradan olmadığını düşündüm. Eserinde, bir çocuğun şeyleri farklı açılardan değerlendirebilme ve farklı ifadelerle yetişkinlerin dikkatini çekebilme yeteneğini çok güzel yansıtmış. “İnsan kaybolmamışsa eğer, yine bulunabilir mi?” (s.128) “Bir insanın senin rüyanda olmak istediğini nereden bileceksin ki?” (s.106) “Hiç kimsenin okumadığı şiirler yazıyorsan, yine de şiir denir mi buna?” (s.99) “O yerin tam konumunu bilmiyorsan, orası hiçbir yer mi oluyor?” (s.97) “Kim terbiye ediyor kelimeleri?” (s.93) Hazinenin geri kalanını keşfetme işini size bırakıyorum tabii. Ama üzerinde en çok oyalandığım cümleyi de buraya eklemeden geçemeyeceğim: “Rüyalar günlerin önsözü, dünlerin sonsözüdür; bocalayan zihinlerimiz yazar onları.” (s.105)
10185.
Alman yazar Romy Hausmann, Sevgili Çocuk’ta ürkütücü bir gerilimin içine sokuyor okuru. Kaçırılma, yıllarca dar bir mekânda tutulma, psikolojik ve fiziksel şiddet yanında her şeyin normal seyrinde ilerlediğini zanneden çocuklar var öykü örgüsünde. İnsanın hayatta başına neler gelebileceğini düşündüren kitap, potansiyel kötülük limitinin nereye varabileceğini de gösteriyor. “Suçlu genellikle en yakınınızdadır” tezine varan bir akışla karşılaşınca ve her gün gaddarca öldürülen kadınların haberlerini okuduğumu düşününce, kitapta yazılanların hiç de gerçeküstü olmamasına sinirlenirken buluyorum kendimi. ABD’de sıkça karşılaştığımı hatırlıyorum bu zalim kaçırılma vakalarıyla. Evimin bulunduğu sokakta bir evin yerle bir edildiğini görünce komşuma sormuştum. “Neler oluyor? Yıktıkları ev, yıkmayı gerektirecek kadar eski değildi!” Meğerki ev sahibi ilkokul çağındaki üç kız çocuğunu kaçırıp on yıl boyunca evinin bodrumuna hapsetmiş. Bunu duyunca üç yıldır o sokakta yaşadığımı düşünüyorum. Yıktıkları ev, evime çok yakın olmasa da belli ki yakınındaki evlerde yaşayanlar da bir gariplik fark etmemişler. “O evin önünden gelip giderken ben, orada üç kadın acı çekiyordu, öyle mi?” Gözümüzün önünde kim bilir neler oluyor da görmüyoruz! Görmediklerimiz gördüklerimizden çok daha fazla. Kusur değil de acziyet bu bence. ABD’de evlerinde bu tür suçları işleyenlerin evleri mahkeme kararıyla ortadan kaldırılıp yeşillik alana çevriliyor ve bir daha o arsaya ev inşa edilmesine izin verilmiyor. Bir çeşit ibretiâlem olsun yöntemi mi, kötü şeylerin yaşandığı yerde huzurun yeniden oluşturulamayacağına olan inanç mı, seni de evini de aramızda görmek istemiyoruz tepkisi mi buna neden bilmesem de düşününce mantıksız gelmiyor bu yapılan. İşte Sevgili Çocuk’tan bir alıntı: “İnsan genellikle kendi normalliğini sorgulamazdı.” (s.154)
10186.
Japon yazar Shiro Hamao bir avukattı, ama bir süre avukatlık yaptıktan sonra kendisini dedektif öykü yazarlığına adadı. “Şeytanın Çırağı” öykülerinde bir avukat bakış açısının olay örgüsü etrafında gezindiğini hissetmek çok normal o yüzden. İnsan kendisini bir suçtan mahkûm ettiği zaman suçu işlemiş olmasa da gerçekleri ortaya çıkarmak hiç de kolay değil. Görevliler bir itiraf aldıklarında beyanın doğruluğunun pek de peşine düşmüyorlar sanki. İşin kolayına kaçtıkları için mi, kimin başına ne geldiğini önemsemedikleri için mi, nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın yeter ki dosya kapansın diye mi tartışılır elbette. “Adalet nedir?” diye sormadan geçemedim o yüzden. Bu küçük öykü kitabından bir alıntı: “Kim bilir kanun, kaç adaletsizlik için kullanılmıştır!” (s.104)
10187.
Bizden eserlerle donanmaya ihtiyacım olduğunu düşündüğüm günlerin birinde karşıma çıktı Faruk Yıldız’ın “Musibet”i. Kapak resmiyle kitabın adını birleştirince, “Dabbe” tarzı saçma bir korku kurgusunun içine düşeceğimi sandım. Şimdiden belirteyim, Yıldız beni ters köşe yaptı ve bundan da epey memnunum. İnsan, elindeki kitabın içinde ne gizlendiğini bilmemeli. Musibet’i okudukça yaptığım tüm tahminler yanlış çıktı. Ne güzel! Öyle bir yere geldim ki “işte burada seri katile bağlayacak” dedim. Yok, öyle olmadı. Yalın, anlaşılır, akıcı bir dil kapıp götürüyor okuru. “Notre Dame’ın Kamburu” tadında bir eser. Olay örgüsündeki munis abartısızlığın tadını çıkardım desem yeridir. Gayet hayattan kahramanlarla sarılı bir öyküsü var. Ve o şefkat var ya çağımızda neredeyse kökü kurumak üzere olan, satırlarda onunla karşılaşmak kültürümüzde asıl gün yüzüne çıkarmamız gerekenlerin üzerini nasıl da toprakla örttüğümüzü anımsattı. Modernizm kaosundan çıkış bulamayan günümüz insanının çaresinin tasavvufta olduğuna inanıyorum. Yazar; saf, sade, gerçek ve katıksız bir tasavvufla çerçevelemiş öyküyü. Tam da olması gerektiği gibi. Ne fazla ne eksik. Demek ki insanı çirkinleştiren bazı inanç, davranış, sahne ve ögeleri kullanmadan da tadı damakta bırakan romanlar yazılabiliyormuş. Popülerlik, maddi kazanç, taraf belirlemek gibi endişelerden uzak eser ortaya koymak pek de mümkünmüş. Kötüler var, ama iyiler de yok değil her yerde ve her zaman. Şu dünyada kötüyle iyi hep savaşır ve hatalar insanlar içindir elbet. Okuyun ve okutun “Musibet”i. Yazarı takibe aldım. Çok iyi eserler ortaya koyacağının işaretlerini vermiş bana göre. Dünyanın da onu okuması dileğiyle kitaptan işte bir alıntı: “Ne elin bağlıdır ne ayağın zincirdedir… O vakit, seni tutan ne ola ki?” (s.69)
10188.
Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nden kelimeler:
• tefecilik – murabaha
• bilanço – dengelem
• aberasyon – sapınç
10189.
Kore asıllı Amerikalı Min Jin Lee’nin “Paçinko” adını verdiği eseri, Japon ve Kore kültürleri hakkında ince bilgiler veren etkileyici bir roman. Tüm zaman dilimlerinde dünyanın her yerinde birileri çeşitli nedenlerden dolayı hep dışlanmış. ABD’de bir dönem Çinliler, bir dönem Japonlar, bir dönem İrlandalılar ve daha niceleri dışlanmış mesela. Japonya’da da Korelilerin dışlanmışlığının boyutunu görüyor okur Paçinko’da. Japonya’da yaşayan Korelilerin bir gün kendi ülkelerine kavuşma umuduna nasıl sıkıca tutunduklarına şahit oluyor. Ve doğru olduğu düşünülerek alınmış kararların hiç de doğru olmadığını aradan geçen yıllarla insanın anlayabildiğini bir kere daha fark ediyor. Kim geçmişe bakıp da “yanlış yapmışım” dememiştir ki! Herkesin vardır kendince pişmanlıkları. Birkaç neslin hayatını içeren Paçinko; biraz tarih kokuyor, biraz coğrafya, biraz antropoloji, biraz psikoloji… Doğru ile yanlış arasında gelgitlerle bir hayatta kalma mücadelesini anlatıyor yazar. Sefiller’i anımsattı bana bu yönüyle. Toplumsal normların köşeye sıkıştırdığı insan manzaraları, yine dozu aşmış bir gururun şekillendirdiği hayatlar var içinde. Her şeyin fazlası zararlıdır, iyiliğin bile! İşte Paçinko’dan bir alıntı: “Biz sadece bize anlatılanları biliyoruz.” (s.488)
10190.
Bir göç, yerleşme ve dönüşüm romanı “Işık Ülkesinden.” Zeynep Göğüş’ün ilk romanı. Bosna’dan çıkış sonrası İstanbul’a kök salmaya çalışan bir ailenin çelişkileri, çıkmazları, çatışmaları içinde eski ile yeninin mücadelesi, dün ile bugünün doğurduğu yarın anlatılıyor. Her şey değişiyor yani. Sadece dönüp de geçmişe bakıldığında fark edilse de bu değişimin boyutu, aslında hikâye hep aynı. Her zaman duyduğumuz şu “nereden nereye” mevzusu bütün olan. Hani sık sık söylenen, “o günlere dönüp yeniden başlasam” hissiyle yaşanan o buruk tadı bırakıyor insanın zihninde Işık Ülkesinden ve kurgunun akışı okuru, o geniş ailenin bir üyesi yapıveriyor. Son sayfaya geldiğinde de okur çıkış kapısını bulamayıp kurgunun içine hapsoluyor. Akıcı bir dil, uyumlu bağlantılar, sıkıcı betimlemelerden uzak bir anlatımla “herkes için zamanın aynı şekilde akmadığını” (s.288), “gerçeklerin değişken olduğunu” (s.287), “hiçbir mekânın zaman olmadan anlaşılamayacağını” (s.254), “kumdan kalelerimizi dalgaların yutması gibi ömrümüzün geçtiğini” (s.218) bir kere daha hatırlamış oluyoruz.
10191.
yaşıyormuşuz
gibi
yaşıyoruz
…