I
Gördüğü kâbus sebebiyle geceyi rahat bir uyku uyuyamadan geçiren adam; dünün yorgunluğunu üzerinden atamadığı gibi, şimdi bir de uykusuzluğun verdiği ağırlığı taşıyordu üzerinde. Bugünü evinde hiçbir şey yapmadan geçirmeyi, bu sayede biraz olsun koşuşturmacadan ibaret olan hayatının üzerinde yaptığı baskıyı hafifleteceğini düşündü. Hem kendince hak ediyordu da bunu. Daha mutlu olabilmek adına gecesini gündüzüne katarak durmadan çalışıyordu. Daha çok çabalıyor, çabaladıkça da kendisinin daha iyiye layık olduğunu düşünmeden edemiyordu. Bu, onun dönüp durduğu ve sonuna hiç yaklaşamıyor gibi olduğu çaba ve liyakat çemberiydi. Uykusunu tam alamadan uyanmış olduğu bu yeni günün de diğer günler gibi ona başka başka kapılar açacağını, şayet her birini ayrı bir imkân olarak gördüğü bu kapıları aralamazsa kahrolacağını çok iyi biliyordu. Oldukça yorgun olan zihni bunları daha fazla düşünmesine engel olsa da vazgeçmemişti. Neden sonra yatağının köşesinde bir müddet oturur vaziyette duraladı. İstemese de gecesini zehir eden o kâbusu yeniden anımsadığı anda yüzü düştü. Bunu düşünmemenin dahası tümüyle akıldan çıkarmanın bir yolunu bulmalıydı. Aklına geldikçe ürperiyordu.
Zar zor ayağa kalktıktan sonra biraz olsun rahatlamak için henüz doğduğunu düşündüğü güneşi ve onunla aydınlanacak olan gökyüzünü görmek istedi. Perdeleri araladı. Önceden işitmiş olsa asla inanmayacağı bir şeye şahit oldu o an: İnsanları ebedi karanlıktan kurtaran, soğuğun acımasızlığından koruyan; sapsarı, göz alıcı ışığıyla ve akıl almaz büyüklüğüyle insana güven ve huzur veren güneş, gökyüzünde yoktu. Aydınlık yoktu. Sanki hayat yoktu dışarıda. İnanamadı önce gördüklerine. Kabul etmedi bunu. “Ama bu… Bu imkânsız.” dedi çok kısık bir sesle. Tekrar tekrar ovuşturdu gözlerini, her seferinde korkarak usulca açtı. Fakat hiçbir şey değişmemişti. Yoksa hala gece mi diye düşündü. Vakitleri mi karıştırmıştı? Öyle olsa da ay dikilmeliydi tepesinde yahut yıldızlar çarpmalıydı gözüne. Ama hayır! Ne güneş vardı ortada ne bulutlar. Ne ay vardı ne de yıldızlar. Boş bir tuval gibiydi adeta gökyüzü. Ve her şeyden arınmışçasına sadeydi yeryüzü. Ani bir titremeyle tüm vücudu sarsıldı ve olanca gücüyle, delirmişçesine bağırmaya başladı:
“Allah’ım neler oluyor?!”
Her seferinde yükselen bir sesle defalarca kez aynı soruyu yineledi durdu. Bacakları taşıyamaz oldu bir müddet sonra bedenini, pencerenin yanı başındaki duvarın dibine çöktü kaldı. Başı ellerinin arasında öylece bekledi. Bunun da bir kâbus olabileceğini düşünerek kendini sakinleştirmeye çalıştıysa da uykuda olmadığının çok iyi farkındaydı. Peki ya delirmiş olabilir miydi? İhtimaller, bu korkunç hadisenin içinde onu daha da içinden çıkılmaz bir duruma sokuyor, hiçbir şeye akıl sır erdiremiyordu. Korkusuyla beraber beynine hücum eden ağrılar da her saniye artıyor ve ne yapabileceğine bir türlü karar veremiyordu.
Biraz sonra çöktüğü yerden güç bela kalktı. Yatağına attı kendisini, titreyen elleriyle örtüsünü çenesine kadar çekti. Bunların, zihninin ona oynadığı bir oyun olduğunu ve geçip gideceğini söyledi durdu kendine. Biraz daha iyi hissettiğinde yattığı yerden odasında göz gezdirmeye başladı. Kafasını bir oraya bir buraya çevirip duruyor, eşyalarına bakıyordu. Onların odada bulundukları yerlerle değil de hayatının hangi noktasında durduklarıyla meşgul oldu o anlarda. Derken yıllardır aynı yerde asılı duran ve yıllardır aynı zamanı gösteren saatine kilitlendi bakışları. Bozuktu saat ve 23.59’da takılmıştı. Üstelik saniye çubuğu da durabileceği en son noktadaydı. Fakat yaşadıklarının yanında bu, onun için hiçbir şey ifade etmiyordu. Bozuk saat orada öylece durmaktayken o, anlamsızlığın içinde boğuluyordu.
Zaten uykusuzdu. İçine düştüğü garip ve kabul etmesi güç durumun sonlanmasını bekleyip bir yandan da etrafına göz atarken uyuyakalmıştı. Yine aynı korkunç kâbusu gördü. Durmadan sayıklıyor, sayıklıyordu uykusunda. “Hayır!” diye bağırıyordu. “Karanlık!.. Olamaz, olmamalı! Ben mutluydum!” diyordu.
Peki ya mutlu muydu? Sahip olmak için kendini heba ettiği bu duygu, sahiden mutluluk muydu? Onlarsız yapamayacağını düşündüğü ve her seferinde, müptelası haline geldiği ihtirasına yenik düşerek hep daha fazlasını istediği bunca şey; onu sahiden mutlu ediyor muydu?
II
Uyandığında sırılsıklamdı, nefes nefeseydi. Gözlerini açmıştı ama hiçbir şey göremiyordu. Kapkaranlıktı bulunduğu yer. Bir örtüye sarılı olduğunu hissediyordu. Kollarını kımıldatmasına dahi izin vermeyen bu şeyin ne olduğunu bilmiyor ve hiçbir anlam veremiyordu. Neresiydi burası, neden karanlık bir yere kapatılmıştı? Yine ne oluyordu? Kendisine sorup da cevapsız bırakmak zorunda kaldığı sorular arttıkça korkusu da artıyor, bir an önce geçmişe dönmek istiyordu. Evine, odasına, yatağına dönmek istiyordu. Gözlerinden sicim gibi yaşlar dökülmeye başladı. Ardından bağırdı:
“Sesimi duyan var mı?!”
Bir yenisi daha eklenmişti cevapsız kalan sorularına. Derken kulağına bazı sesler gelmeye başladı. Nereden geldiğini anlayamadı önce. İnsanlar konuşuyor gibiydi sanki uzakta. Evet, insan sesiydi bunlar ve yukarılardan bir yerlerden geliyordu. Yavaş yavaş netliğe kavuştular:
“Önce hayatın beş para etmez zincirlerine vuruluyor insan, sonra tek ve kaçınılmaz olana…”
“Ölüm bu ya, hiç beklenmediği anda…”
“Ölüm” lafını duyduğu an nevri döndü. Ancak o zaman anlayabildi; yaşarken aklının ucuna dahi getirmediği, kendisini hiç bulmayacakmış gibi zamanını tükettiği şeyin kendisini bulduğunu. Ölüm çukuruna düştüğünü o zaman anlayabildi adam. Mahvolmuştu. Sırların çözülmeye başlaması, artık hiçbir sırrın ehemmiyetinin kalmadığı ana denk geliyordu.
Demek ki her şey birbiriyle ilintiliydi. Ortadan kaybolduğunu zannettiği güneş, gerçeklerin tam önündeydi ve kâbusu, gerçeklerin gölgesinden başka bir şey değildi. Onu hiç terk etmeyen boşluğun acısını, hiçbir değeri olmayan şeylere kendini adeta bütünüyle vererek gizlemişti hep. Penceresinden dışarı baktığı vakit, o boşluğun tüm çıplaklığıyla görünmesine sebep olan şey de ömrü boyunca hiç uzaklarda olmayan sonun yaklaşmasından başka bir şey değildi. Ölümün ta kendisiydi.
Şimdi ne olacak diye düşündü. Geçip gitmiş yılları ne olacaktı? “Bu kadar yakın olanı, ben nasıl göremedim?” diye soruyordu durmadan kendine. Sonsuzmuşçasına yaşadığı hayatı bir anda son bulmuştu. Öyle ki onun ölümünün üzeri yıllardır örtülüydü beyaz bir örtüyle. Ve başka yerlerden uzanan kirli, siyah bir örtü, bunca zaman onu “hayat” denen masalsı gerçeğin yalanlarına bağlamıştı görünmez bir kördüğümle. Şimdiyse o hayattan çok uzaklarda bir yerlerdeydi, üstelik o beyaz örtüye sarılı halde.
Yaşam/ak bir ışık mıydı ölümün karanlığını örten, yoksa ölüm müydü ona yaşamı nicedir aydınlık gösteren?
Adam, birbirini doğuran ve cevapları için artık çok geç olan soruların pençesindeydi. Ömrünün tek bir anında bile aklına getirmediği bu soruların tüm varlığını ele geçirmesiyle giderek artan bir biçimde titremeye başladı. Ağladı, ağladı ve ağladı çünkü toprakla yer değiştirmeden evvel anlamaktan nasibini alamadı. Şimdi giderek daralıyordu mezarı. Baş döndürücü bir toprak kokusuyla karışıyordu meçhulün o baş döndüren kokusu. Derken sesler geldi yine toprağın üzerindekilerden:
“Saat kaç oldu?”
Kolundaki saate baktı biri.
“Bozulmuş herhalde benimki, 23.59’u gösteriyor. Üstelik saniye çubuğu da…”
Acının avuçlarına düşmüş bir tebessüm belirdi yüzünde istemsizce ve “Durabileceği en son noktada.” diye tamamladı toprağın altında çırpınıp duran adam, her şeyden bihaber o diğer adamın sözlerini.
“Burada saat bozuk değil.” dedi sonra ve yine mezarından titrek ve çaresiz bir ses tonuyla ekledi:
“Saat 00.00’ı çoktan geçti.”