Yeryüzünün belki en güzel bahçesiydi burası. İçi tertemiz, çevresi mübarek ve ortasında altından bir kubbe vardı. Kubbe, güzeller güzeli bir çift ayağın izini ve izzetini taşır; cihana yayardı.
Pembe güller, kırmızı karanfiller, akasyalar, süslü saksılarda küpe çiçekleri ve hurma ağaçlarının uzun dalları denizden nehre doğru esen sabah rüzgârıyla sallanırdı.
Zeytin ağaçlarının sarı beyaz çiçekleri salkım salkım kümelenir, üzerine konacak arıları bekler dururdu. Limon çiçekleri ise tüm bahçeyi mest eden o muhteşem kokularını etrafa yayar her zamanki konuğunun yolunu gözlerdi. Gökyüzü mavi, bulutlar beyaz ve mutluluk eleğimsağmaydı.
Kelebeklerden bir kelebekti Rim. Bu bahçenin has müdavimiydi. Zeytin yaprağına asılı kozasından çıktı çıkalı gönül çelen bu hoş kokulu bahçede o daldan bu dala uçup durur, etrafındakilere neşe kaynağı olurdu. Arkadaşlarıyla beraber oynar, kanat çırpıp gülüp eğlenirdi. Her çırpınışta bahçenin mis kokularını oradan oraya taşırdı.
Yorulduğunda narin kanatlarını salıp, kendini limon yapraklarının üzerine atardı. Görseniz onu minyatür bir karpuz dilimi zannederdiniz. Çünkü renkleri yeşil, beyaz ve kırmızıydı. Siyah siyah noktalar da karpuz çekirdeği gibi serpiştirilmişti minik bedenine. Kelebek Rim sanki minik siyah küpeler takmıştı! Bu bahçenin en sevimli maskotuydu o. Aslında serçe ve kırlangıçlara iyi bir öğlen yemeği olabilirdi ama onlar acıktıklarında başka yerlere gidip karınlarını doyurur ve bu sevimli kelebeği yemeyi akıllarından bile geçirmezlerdi. Bir aralar bahçeye dadanmış olan kokarca bile onu yemeyi düşünmemişti. Zaman zaman kuşların senfonisine, bülbülün feryadına, ağustos böceğinin cızırtısına eşlik eder ve onlara tempo tutardı. En sevdiği eğlence altın kubbenin çevresinde uçmak ve yaşlı kelebeğin antenlerini çekiştirip durmaktı. Her gün ikisi beraber saatlerce dolaşır, polenleri bir güzel yüklenip taşır, çiçek tozlarını ondan buna, bundan ona aktarır hem eğlenir hem de karınlarını doyururlardı. Karpuz dilimi kanatları ile Rim önde, yaşlı kelebekse arkada uçuşup durur, bir yandan da hayal kurarlardı: Sadece bu bahçede değil yeryüzünün tüm bahçelerinde gezip dolaşmak, uzak kentlerin leylaklarını, yaseminlerini tozlaştırmak, başka memleketlerdeki kardeşlerini tanıyıp beraber kanat çırpmak…
Yaşlı kelebek hep yüreklendirirdi minik Rim’i. “Benim ömrüm vefa etmeyebilir ama sen yapabilirsin. Bir gün tüm yeryüzü çiçeklerini dolaşıp, tüm yeryüzü kelebekleriyle buluşup uçabilirsiniz. Tüm dünyayı rengârenk kanatlarınızla boyayabilir, çırpınışlarınızla mis kokular yayabilirsiniz. Bu yaşlı dünyamızda kim bilir belki senin bir kanadının estirdiği rüzgâr bakarsın bir fırtınaya, fırtına da gün olur iyilik tufanına dönüşür. O da ölü kalpleri bile dirilten, hasta ruhları bile sağaltan bir nefes olur bilemezsin.” derdi .
Yaşlı kelebek kan kırmızısı rengindeydi, üzerinde beyaz parlak noktalar vardı. İki büyük kanadı yekpare gibi görünüyordu. Biraz bilgeceydi, yaratılmalarının bir amacı olduğunu biliyordu. Gerek altın kubbeli bu has bahçenin, gerekse tüm yeryüzü bahçesinin döngüsünün, deviniminin ve devamının sağlanması gibi ağır bir yükü, kendilerinin bu ince sanatlı ve kâğıttan kanatlarında taşıdıklarının farkındaydı. Bunu minik kelebek Rim’e belki kaçıncı kez anlatmıştı. Küçük siyah küpeleri ile minik Rim’in derdiyse oyun ve daha fazla uzaklara uçmaktı. Altın kubbeyi her gün defalarca dolanır, pervanenin ateşe koşması gibi ona hayran hayran uçuşup dururdu.
Yaşlı kelebek, minik Rim’in nasıl özgür bir ruhu olduğunu bilir ve uyarırdı. Bir gün ne kadar uzağa gitse de dönüp dolaşıp buraya gelmesi ve buraları sahipsiz bırakmaması gerektiğini anlatır dururdu ve tüy gibi kanatları ile havada süzülürken çok dikkatli olmasını öğütlerdi. Bu âlemde kendilerinin besin zincirinin en altında olduğunu, yani en kolay yem olabileceklerini öğretmişti ona. Bu has bahçeyi dipsiz bir kuyuya ve yeryüzü bahçesini de zehirli zindanlara çevirmek isteyen yedi başlı yedi kollu canavarların olduğunu anlatmıştı bilge kelebek. Ama minik Rim bunu anlamayacak kadar temiz, saf ve küçüktü. Narin mi narindi Rim.
Bilemezdi bu canavarların zifte kesmiş kapkara yüzlerinin binbir maskesi olduğunu. Salyalar akıtan ağızlarını her açtıklarında yeryüzü bahçesinin kan gölüne döneceğini bilemezdi. Canavarlar taş üstünde taş bırakmamaya yemin etmişçesine zulüm yağdırırken dünya, taşların dile geleceği günü bekleyecekti. Taştan daha katı yürekli sağırların ve körlerin zulümde, öldürmede, yıkıp yakmada birbirlerini geçmek için nasıl yarışa gireceklerini dünya sadece kınayarak izleyecek ve cansız bedenleri, yıkık evleri, virane kentleri ve harabeye dönen bu has bahçeyi öylesine seyredecekti. Minik kelebek Rim bunları anlamak için çok küçüktü.
O yine her zamanki gibi altın kubbenin pervanesi olup gün boyu uçmuş, renklerini gökkuşağına yollamış, yaşlı kelebeğin rüzgârıyla soluklanmış sonra da uyuya kalmıştı. Karpuz dilimi kanatlarında minik küpeleri ve limon ve zeytin ağaçlarının yaprakları arasında kalan gülüşleriyle o, bilge kelebeğin kalbi, gözü ve ruhuydu. Uyuyordu… Tonlarca ağırlıktaki bir bombayla evinin, barkının, yurdunun bir yangın yerine dönüşeceğini bilemezdi. Bir zamanlar yıldızların süslediği gökyüzünü şimdi devasa füzelerin karartacağını ve devleri bile korkutacak bir gürültüyle uykusundan uyanacağını bilemezdi Rim. Ama uyandı!
Yeryüzünün kana susamış canavarları demirden pençelerini bu rengârenk, allı pullu, ipekten kanatlara geçirmişti. Bilge kelebeğin dediği çıkmıştı işte! En kolay yem olmuştu minik Rim. Kanatları kırık, soluğu kesilmiş, küpesi düşmüş; Karpuz dilimi bedeninde kan, zeytin gözlerinde ise masum bakışları donmuştu. Kelebeklerin ömrü bir gündür derler ya inanmayın. Yok öyle bir şey. Minik kelebek Rim uykusundan uyandı ! Hem de ölümün öldürüldüğü bir ömre uyandı.
Yaşlı kelebek kanatlarıyla Rim’i sarıp sarmaladı. Güzel gözlerinden öpüp ruhunun ruhunu göklere uğurladı. Minik ruh pervanesi olduğu altın kubbeyi selamlayıp göğe süzüldü. Cemre gibi havaya düştü ve yücelerdeki kelebek tarlalarının arasına karıştı.
Yeryüzü bahçesinden silindi Rim’in rengi, sesi ve kokusu. Binlerce minik kelebek, beyaz bulutlar gibi kanatlar takıp çok daha uzaklara uçtular. Onlardan sonra yeryüzü bahçesi tüm neşesini ve sevincini kaybetti. Renkler siyaha kesti. Ne ki altın kubbenin her daim pervanesi olageldi. Onlar bize uçmayı, kanatlanmayı ve ölmeyi öğrettiler.
Ha bir de ölümün buralarda çocuk işi olduğunu…