Gecenin bir yarısıydı.
Hastaydım ve uyuyamıyordum.
Gözlerimi sımsıkı yummak hiç de işe yaramıyordu ama ben bir an önce uykuya dalıp gitmek istiyordum. Yastığım rahat değildi ve yorgan da ağırlık yapıyordu. Tırnaklarım iğneleniyor, kulaklarım uğulduyordu. Açık camdan hava vuruyor ve beni üşütüyordu. Gözlerim odanın tavanında geziniyor, gece lambasının kısık ışığında, avizenin rüzgârla şıkırdayan taşlarının gölgelerini kovalarken dışardan gelen tren sesi ile dalıp gitmişim.
Trende küçük bir çocuk akıp giden iğde dallarını yakalamak için camdan kollarını çıkarıyor; tutmaya çalıştıkça dallar kaçıveriyordu. Yoksa bu çocuk ben miydim? Evet evet, tren, gümüşe çalan tüylü iğde dallarının arasından beni kaçırıyordu! Uzanıp bir dalı yakalıyordum; iğnesi kolumu çiziyordu. Küçük çiçeklerle bezeli bir dalı koparıp pencerenin önündeki masamıza bırakıyordum. Kolum kanıyor, anneannem yaramı temizliyordu. Trende, dört yataklı kompartımanımız iğde kokularıyla doluveriyordu.
Kendime geldiğimde gözlerim odanın tavanındaydı hâlâ. Hastalığımın sebebini bilmiyordum. Alnım boncuk boncuk terliyor, başımdaki ağrı bir artıp bir azalıyordu. Dengem kalmamıştı. Uykusuzluğa razıydım; şu ayaklarımdaki derin sızılar olmasaydı… Tabi biraz kestirebilseydim hiç de fena olmazdı. Ben yastıkla savaşırken, rüzgâr perdeyi açmıştı. Penceremin önündeki çam, uzun dallarından odaya yıldız damlatıyordu. Odam şimdi çam ağaçlarının saldığı kokular ve uykusuzlukla doluydu, bir de uzak kentlere giden bir kara trenin sesiyle… Tekerlerin raylarda çıkardığı ritimli sese tempo tutarken yakaladım kendimi. Ama arada bir düdüğünü öttürmesinin zamanını tutturamıyordum. Geceye bir tüy gibi inen sessizliğin tam ortasında uzun takırtılı bir gidiş; sonra düdük… Makinist istediği zaman mı asılıyordu o havalı kornaya? Yoksa belli bir kuralı mı vardı düdük öttürmenin bilmiyorum ama biri bitip biri başlayan tarlalara, uzun demir köprülere, karanlık sulara, bulutlara, geceye ve benim yıldız dolu odama bilmeden bıraktığı o heybetli ses –nedendir bilinmez- bana ve ağrılarıma iyi geliyordu. Şehrin sokaklarından dolanıp gelen bu ses şimdi odaya dolmuştu. Gözlerim tavanda beliren bir trenin siluetine takılıyken yine dalıp gitmişim.
Küçük masamızın üstündeki iğdenin sarı beyaz çiçekleri trenin sallantısıyla birer ikişer yere dökülürken o mis kokusu da etrafa yayılıyordu.
Buğday tarlalarının içinde tek tük görünen kırmızı gelincikler, kayısı bahçeleri, irili ufaklı tepeler üzerine oturtulmuş kiremit çatılı evler, bir görünüp bir kaybolan bol yosunlu dere yatağı bir bir penceremden kayıyordu. Uzun bir tünelin ardından gün yüzüne çıkmıştık ki tren koca bir kırkayak gibi kıvrılıverdi. En ön vagonda ben yaşlarda bir çocuk, onca vagonu ardına takmış, peşi sıra sürüklüyordu. Uçurtma gibi uçuruyordu bizi, elinde dumandan bir iple! Çocuğun gözleri çakmak çakmaktı. Kollarını camdan çıkarmış, ağaçlara ve bize sesleniyordu: “Koşun arkamdaan”! Biz de ardı sıra koşuyorduk, soluğumuz bakır renkli tepelerdeydi.
Tren alabildiğine hızlanmıştı. En ön vagondaki çocuk ipi elinden bırakınca uçurtma bulutların üstüne çıkmıştı adeta. Biz rayların üstünde değil de bulutlarda kayıyorduk sanki. Bense pencereden dışarıyı seyrediyordum. Her şey öyle hızlı geçiyordu ki hiçbirine yetişemiyordum. Dikenli ovalardan geçerken uzaklık gözümü alıyordu. İşçi kadınlar başlarını kaldırıp el sallıyor; bu sallayış bana mı yoksa trendeki diğer çocuklara mı bilmeden, ben de onlara el sallıyordum. Bir ucumuz yerde bir ucumuz gökte demirden daracık bir yolda akıp gidiyorduk. Sesimiz dağlarda yankılanıyor, biz uçuyorduk!
Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Mideme kramplar giriyordu. Kimsenin benim hastalığımla ilgilendiği yoktu. Takatsizlik hepten sarmıştı beni, dalıp dalıp gitmelerim arasında kendi kendime konuşmaya başlamıştım. Gözbebeklerim zihnimden geçenleri ve odanın tavanında dönüp duran ve çocukluğumu alıp götüren trenin siluetini kovalamaktan yorgun düşmüştü. Rüzgâr dinmişti artık. Açık camdan hava vurmuyor, avizenin taşları kıpırdamıyordu. Ayaklarımın derin sızısı azalmıştı sanki. Ama hâlâ rahat değildim, midemin bulantısı geçmemişti. Yorganı üzerime çektim, gözlerimi sımsıkı yumdum, olmadı. Kalkıp balkona çıktım, etraf sakindi, ses seda yoktu. Sadece köpek havlamaları işitiliyordu sokakta. Çocukların üstünü örttüm, dış kapının kilidini kontrol ettim, mutfağın damlayan musluğunu da sıkıp odama döndüm. “Ağrı kesici etkisini göstermeye başlar birazdan” diye kendi kendime konuşurken yine dalıp gitmişim.
Vagonlar büyük bir gürültüyle tünele giriyordu boyuna. Her yer kör karanlık… Gözlerimi kocaman açıyordum ama hiçbir şey görünmüyordu. Dışardan gelen sümbül kokuları iğdelere karışıyordu. Zifiri koyulukta pencereyi arıyordum. Uzakta bir yerde küçük bir beyazlık beliriyordu. Tünelin ucundaki bu ufak ağartıyı tutup çeke çeke bu yana getiriyordum o da her yana dağılıveriyordu ve işte masmavi gökyüzü…
Bir güzel yolculuktaydım ben o gün. İpi bulutlara değen, vagon şekli verilmiş bir uçurtmaya binmiş gidiyordum. İki yanımda ayçiçeği tarlaları, ilerde ise tuzdan bir göl vardı. Gölün yanına varınca trenden iniverdim. Suya basıyormuşum gibi, tuzun içinde yürümeye başladım. Bembeyaz bir çöldü burası. Anneannem buranın önceden sularla kaplı olduğunu söyleyince, ben hayretle “Kim içti bu kadar suyu?” diye hayıflanıp üzülüyordum. Yerden bir avuç tuz alıp havaya savuruyordum, tuz gözlerime doluyordu. Ovuşturup açıyordum gözlerimi. Sonra beni bekleyen trene binip gidiyordum.
İstanbul dönüşü bu yolculukta kompartıman doluydu. Annem ve anneannem yanımdaydı, babamsa karşımda oturuyordu. Her zamanki gülüşü yüzünde, bana bir şeyler anlatıyordu. Mevsim ilkbahar, hava gül beyazdı.
Babamla ben sürekli birilerinin gelip geçtiği daracık koridora çıkıyorduk. Babam, arkada kalan gölü anlatırken saçlarımı okşuyordu. -Kendi köyünün suları çekilmiş gölünü özlüyor olmalı.- Gençken kaybettiği babasından ve çocukluğundan bir şeyler anlatıyordu. Gözleri dolu dolu oluyor ve beraber ağlaşıyorduk. Gölün tuzları sular içinde kalıyordu.
Bir güzel yolculuğun sonuna gelmiş ve trenden inmiştim artık. En ön vagondaki çocuğa veda edememiştim. Kaybolana dek, babamı alıp giden trenin ardından baktım. Bir ucu raylarda bir ucu bulutlarda, kâh uçarak kâh süzülerek giden tren, dağlardan dumanını, ovalardan yankılarını, elini eteğini toplaya toplaya, küçük istasyonlara birer anı bıraka bıraka gözden kayboldu. Neden sonra fark ettim ki yukarıda bir şehrin başındayım.
Burada uzun dar sokaklar,
binlerce yıllık bir kale,
yıkık hamamlar
ve taştan yapılmış camiler var.
Buranın sakinleri, çınarlar arasında saklanan türbeler, büyüklü küçüklü mezarlar, yüzyıllar arasında gidip gelen tarihler ve badem ağaçlarının altındaki “Hüvel Baki” yazılı taşlardı.
“Baki olan sadece O”
Alarm çaldı. Sabah ezanları okunmaya başladı. Sızlanmalarım durmuştu artık. Tırnaklarım iğnelenmiyor, midem bulanmıyordu, ama babamı çok özlüyordum. Kokusu burnumda tütüyordu. Hastane günleri gözümün önüne geliyordu: İyileşmeye yüz tutan yaralarını sıvazlamıştım usul usul. Yara yerleri kabuk tutmuştu ama babamın vakti saati tamam olmuştu. Elimizden hiçbir şey gelmeden sessiz sedasız izliyorduk onu. Kederli gülüşünü gözlerimize, şefkat ve neşesini hatıralarımıza bırakarak gidişini -biz sadece- izliyorduk.
O gün çaresizlik, kapıdan kovsan bacadan giren davetsiz misafir gibi, ilaç kokulu yoğun bakım odasında sırıtıyordu bize. Ümitsizlik yüreklerimizde kurşun gibi ağırdı. Karamsarlık ve kasvet ise zehire kesen bir duman olmuş, babamın gözlerinin akına gelip yapışmıştı. Ta ki yanı başında soluğu yavaş yavaş tükenen cihazın ekranındaki çizgiler dümdüz olana dek. Sonrası feryat figan, sonrası derin bir suskunluk…
Şimdi uzun yıllar sonrasında bir gecenin yarısındaydım. Aziz hatıralarda babam, gözlerimde yorgunluk ve pes etmişlik, kalbimde ise “Hüvel Baki” zikri var. O Bâki’dir ölmez; O Hayy’dır uyumaz.
Bense yenildim ve faniyim.
O gün o yolculukta babamı alıp giden tren beni tanıdık bir kente getirip bırakmıştı.
Yukarda bir şehrin başındayım ve buraya aşinayım.
Sokak başlarındaki ulu çınarlarından etrafa gölge yayılan, eğri minareli, camilerinden yanık salalar okunan ve revaklı konaklarının önünde nazlı akan çeşmeleri bağrına basan şehir!
Ey sakinleri türbeler ve türbedarlar olan Yukarı Şehir, sırlı şehir!
Faş etmediğin sırlarını çınarlar ıslıklarında saklıyor.
Islıklar taştan yapılmış camilerde…
Ölü bedenlerde kabuk tutan yaralarsa yıkık hamamlarda yıkanıyor.
Duyuyor musun sen ey ruhumdaki şehir?