Kapalı Zarf

Gözlerini derin mavinin üzerinde uçuşan kirli turnalardan almadan, deminden beri sürdürdükleri suskunluğu bozmak    istemezmişçesine hafif ılık bir sesle konuştu. Yazdığı son öykünün ikinci kısmını özetliyordu.
-… Küçük çoban, bir saattir o tepe senin bu tepe benim koşturur durur. Sonunda ümidini kaybetmiş bir yılgınlıkla üçüncü kezdir geldiği kayalığın üzerinde, yanaklarında çamurlu bir siluet almış gözyaşlarıyla beline soktuğu kavalını çıkarır ve üflemeye başlar, gözleri kapalıdır. Dağ-taş kavaldan yayılan sesle yankılanır. Böylece, yaklaşık bir yarım saat geçer. Göz çukurlarına neredeyse yapışmış kirpiklerini açınca karşısındaki kayacıkta fiziği şehirli, giysileri köylü, elindeki yere sağlam bastırılmış sopaya kolunu dayamış, başcağızını da kolunun üstüne -ilk bakıldığında kesilerek koyulmuş izlenimi veren bir şekilde- yerleştirmiş, uzun zamandır kesilmemiş saçları-sakalları birbirine karışmış, açık bağrı güneşten kızarmışlığını gururla gösterircesine parlak, rengi solmuş kahverengi fanilasının kolları dirseğine kadar burgulu, eski ve tozlu -yine rengi uçmuş- siyah, yarım şalvar pantolonun beli kaim bir iple fanilayı içine almış, ayağında da ayakları kokutan ve karartan kara lastiklerle bir garip yabanı oturur bulur.
Ürküntü olmayan bir şaşkınlık…
Yabancı yumuşak bir sesle selam verir. Şehirli ağzıdır dudaklarındaki cümleler. Kısa cümlelerle tanışma ve dağ başında kalmışlığın insan okuyan sarraflığının ya da toyluğun verdiği derin güvenle, küçük çoban koyunları kaybettiğini anlatır üzüntüyle.
Yabancı başını çevredeki dağlarda biraz gezdirir ve eliyle küçük bir tepeyi göstererek oraya doğru yürür. Çoban ardı sıra gider yabancının peşinden. Tepeye tam varmamışlardır ki koyunlar kaybolduklarından habersiz birer ikişer sökün ederler tepeciğin yamacında. Yabancı, tespitinin yerindeliğinin verdiği ve üzerine yakışan vakur sakinlikle durur. Küçük çoban da hemen yanında biter, gözlerinde garip bir şaşkınlık yabanın yüzüne bakar. Yabancı kavalı göstererek:”Keramet bunda. Varlıklar sevdikleri, hoşlandıkları sese giderler” der.
Yeniden masaya sökün eden sessizliğin yamacından, garip garip, birbirlerine yakalanmak istemeyen göz atışlarla bakıştılar dakikalarca.
-Hakikaten ilginç bir öykü…
dedi, sonunu getiremedi, ya da sonu böyle bitmesi gereken bir cümle kurdu, nasıl anlaşıldığını ölçebilmek için. Bir nevi sınama idi yaptığı Selin’in ve Şahin hep kızardı, devamlı imtihan havasını solumaktan Selin’in yanında. Ama bu sefer öyle olmadı. Şahin ne kaşlarını indirdi sinirli bir şekilde ne de avucunda bulunan herhangi bir şeyi seri hareketlerle oynamaya başladı. Ne çok severdi Selin onun bu kızgın hallerini. Bir bahanesini bulur asabileşeceği şeyler söylerdi her buluşmalarında. Sonrasında konuşmalar, konuşmalar ve el ele tutuşarak sahil yürüyüşleri…
Şahin’in tok ve sakin olmaya çalışan sesiyle kesti düşüncelerini Selin.
-Hayır, kendimi bulduktan sonraki ilk öyküm.
Bu sefer Selin bir imtihana girmişti, kendi tuzağına kendisi düşmüştü bir bakıma. Ayrılıktan bahsetmiyordu Şahin fakat ilgi çekici şekilde müstakbel bir beraberlik de tütmüyordu kelimelerinin sıcak buharında. Anlam dünyası darmadağınıklaştı. Artık zihnini yormak istemiyordu, oluruna bırakıp ellerini uzatmaktan maada bir şey yapmamaya karar verdi.  Selin:
-Ne düşünüyorsun, Şahin?
Şahin hafif tebessümle ve imtihanın farklı sorularını hazırlamış olmanın rahatlığı ile:
-Hangi konuda? dedi.
“Soruya karşı soruyla cevap alıyorsanız korkun, çünkü Kaybedecek bir şeyi olmayan birisiyle konuşuyorsunuz” Bunu Şahin’den duymuştu Selin. Yavaşça doğrulttu bedenini sandalyenin üstünde, vücudu gergin, yüzünde dikkatli bir bakışın ancak fark edebileceği ince bir titreyiş, gözleri her an patlamaya hazır bir fırtınanın şimşekleriyle dingin…
Işık gibi bir sessizlik sardı tekrar masanın etrafını. Varlığıyla yokluğu ayırt edilemeyen, ânın her zerresinde bin defa yok olup bin defa tekrar hükmünü yürüten bir sessizlik. Aniden:
-Benimle ve seninle ilgili olan konuda. Diyemememişti Selin ‘Bizim’ konumuzla ilgili!
-Bak Selin!
Selin bakmadı. Şahin titrek bir sesle devam etti.
-Sırtımda kaldıramayacağım bir yük var. Elimde olmayan sebepler kırdı belimi. Gitmem gerek buralardan. Nereye mi? Bilsem. Hangi rüzgarın alıp savuracağını bile bilmiyorum. Bir meçhule kürek çekeceğim. Belki bir gün, hani olur ya dönüp gelirsem geriye zaman da değiştirmemişse sararan yaprakların damarlarını, bir damla su olabilirim belki, bir bahar yağmuru eşliğinde akarım diriltmeye, solmuş iklimleri. Ama dönüş; ihtimal, bedenen olmayacak artık. Ancak ruhen. Kırık kanatlarım çekebilir sanmıyorum beni buralara kadar. Hangi kavşakta kalır, hangi toprakta solar tenim bilemem. Şimdi beni çağıran bu sesin peşinden gitmem gerek. Selin, bir sen varsın geçmişimde.
Dudaklarını ısırdı Şahin. Bitirmesi gereken bir hikaye vardı ve bir türlü noktasını koyamıyordu. Hep ölümünden sonra anılacağı, konuşulacağı bir şaheseri olsun istemişti ve işte bu eseri tamamlanmak üzere idi fakat sözler ihanet etmekle, kalem sükutu en derinden yazmakla meşguldü. Gözyaşlarına hükmünü henüz geçiriyordu, fakat nereye kadar? İşte Selin süzülmüş yağmur gibi tane tane iniyordu gözlerinden. Başını eğdi. Selin:
– Kara kalemle çizilmiş bir çizgide soluduk nefeslerimizi, ben durduğum yerdeyim Azizim! Sen bildiğin duayı oku Amin diyecek olan benim. Bekleyeceğim. Uzun yılları sarsan da zayıf bedenime.
-Ah sultanım! Varlığın güç veriyor varlığıma!
-Varlık… Hangi varlık?
Durdu Şahin. Elini çantasının ön gözüne daldırdı. Bir sarı zarf çıkardı, en sonbaharından seçilmiş. Usulca masanın üzerine koydu. Yerinden kalktı. Masanın üzerinde kalan ve yudumlayamadıkları çayların parasını uzattı garsona. Munis adımlarla çıktı çay ocağından. Arkasında bir bakış bile bırakmadı. Sözleriydi; en mutlu zamanlarında, nereden geldiği belli değil bir rüzgarın güdüsüyle “Eğer bir gün olur da ayrılacak olursak birbirimizin arkasından kesinlikle bakmayacağız” diye yemin etmişlerdi aşklarının üzerine. Sırtında bir türlü eskitemediği paltosu, arkada bir fırtına bırakarak yürüdü Şahin.
Selin masada, başı önünde bir müddet bekledi. Kaldırıp bakmadı başını. Söz vermişlerdi aşkları üzerine. Yüreğinde bir sancı, yanmakla yakmak arasında ızdırap tohumları serpiyordu.
Uzandı zarfı aldı, zarfın üzerinde bir not:”Demek böyle olurmuş ayrılık!”
Zarfı çantasına yerleştirdi. Bir daha çıkarmadı. Hiçbir zaman okumadı. Bilmek istemiyordu Şahin’in gidiş sebebini. Sormamıştı da zaten. Gitmişse mutlaka gitmesini gerektiren bir sebebi vardı.
Neler yazmıştı Şahin? Kim bilir, belki ayrılıktan korktuğu için…

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Kalanlar Bize Yetmiyor / Şeref Akbaba
Yaz Boz Tahtası / Alaeddin Özdenören
Gün Olur Herkes Konuşur / Recep Garip
Mutlaka Söylemem Gerekiyor Dermanı Yok Derdimin Ac... / Nurettin Durman
Kalanları Iskaladık / Mustafa Şen
Tümünü Göster