Rüstem Paşa, -ki paşalığı doğuştan gelir, sonradan değil- ihtiyar bir adam gibi ağır aksak giden bir trenin içerisinde üç gündür aç biilaç yolda… Türkiye dediğin şurası. Nedir bu bitmeyen eziyet?
Yalnız kendisi olsa hadi neyse… Birdenbire anasız kalmış iki küçük yavrusuyla, bacısını- yuvasını kaybetmiş zavallı Şefika da bu trende.
İstasyonlarda öyle çok bekliyorlar ki yorgunluktan sızıp sızıp tekrar gözlerini açtıklarında yine aynı yerde buluyorlar kendilerini.
Şefika soruyor:
“Neredeyiz şimdi Rüstem ağabey?”
Şefika, mahcup bir edayla “ağabey” derken artık karşısındakinin nikâhlı kocası olduğunu hatırlayıp utançla başını öne eğiyor.
“Hâlâ Makedonya’dan çıkmadık İka! Tam dört saattir Üsküp’te bekliyoruz.”
Her ne kadar bunu oturup açık seçik konuşamasalar da Rüstem, yine ağabey Şefika’ya. Yine kol kanat geren. Üstelik çok sevdiği eşi rahmetli Ziba’nın yani Zübeyde’sinin biricik emaneti. Hep demez miydi “Bana bir şey olursa kardeşimi evlatlarımızdan ayırma.” diye. İşte yine öyle kardeş, yine öyle evlat Şefika. Rahmetli karısının deyişiyle “İka.”
Şefika on altı yaşlarında ya var ya yok. Kollarına sığınan ablasının çocuklarını anne gibi sarıyor. Çocuklardan küçüğü daha iki buçuk yaşında. Adı İbrahim. Kumral düz saçları, çilli al yanakları, badem gibi gözleri var İbrahim’in. Daha birkaç hafta öncesine kadar sağlıklı, gürbüz bir çocuk olduğuna kim inanabilir ki? Ölümün elinden aldığı annesini bir daha hiç göremeyeceğini bilmese de başına bir felaket geldiğinden haberdar bütün çocuklar gibi canı çekilmiş, beti benzi atmış; zayıflayıp kemikleri çıkmış İbrahim’in.
Şefika’nın diğer kolundaysa sekiz yaşındaki Zehra var. Zehra, annesini bir daha göremeyeceğinin farkında. Ondan mı bu sükût hâli? Vaktinden önce büyümüş, bu donmuş, bütün duygularını içine gömmüş bu solgun yüz, hiç konuşmadan, ağlamadan, hiçbir şey istemeden günlerdir yaralı bir kuş gibi kâh babasının kâh Şefika ablasının kanatlarının altından hiç çıkmıyor.
Durdukları her istasyonda polis kontrolleri var.
“Herkes yerine otursun. Pasaportları ve biletleri çıkarın!”
Az sonra polis, önce pasaporta, sonra bilete en son da Rüstem’in boncuk boncuk terleyen yüzüne bakacak. Sanki bu sırılsıklam yüz, Rüstem’in bir adamı vurduğunu haykıracak. Alnına üşüşen terler ‘bu adam katil’ diye yazacak. Sonra polisler birbirine ‘Koşun, burada bir katil var.” diye seslenecekler. Bütün polisler Rüstem’in etrafında toplanıp ona silahlarını doğrultacaklar. Bileklerine o soğuk, o buz gibi kelepçeleri takacak, onu apar topar atacaklar trenden. Evlatları İbrahim ve Zehra, karısının emaneti Şefika, ardından hıçkıra hıçkıra ağlayacak. Ne yana ne yöne gideceklerini bilemeden çaresizce kalıverecekler trenin orta yerinde.
Bu bitmez tükenmez yolculuk değil de bu korku öldürecek Rüstem’i. Bu çaresizlik, bu alnından şıp şıp damlayan terler öldürecek.
Polisler teker teker geçiyor koltukları. Başı önünde hiçbir şeyle ilgilenmez görünen Rüstem’in önünde duruyorlar:
“Pasaport ve biletler çıkacak demedik mi kaç kere?”
Rüstem telaşla elini ceketinin cebine götürüyor.
Polis önce pasaporta, sonra biletine bakıp kimlikte yazan ismi yüksek sesle okuyor:
“Rüstem Paşa Pajkoviç. “
‘Evet benim.’ der gibi başını sallıyor Rüstem.
Polis dik dik bakıyor Rüstem’in yüzüne. Öyle ki Rüstem yığılıp kalacak olduğu yere. Başından ayaklarına doğru bir ateş usul usul akacak, yanacak, kavrulacak; kalkıp haykıracak ‘Ben bir adam vurdum!’ diye.
Oysa polis, Rüstem’in ateşler içinde yandığını fark etmiyor bile, başını çocuklardan yana çeviriyor.
“Çocuklar senin mi?”
Rüstem bir an için ne diyeceğini düşünürken polis, çocukların önünden geçip gidiyor. Bütün geceyi vagon vagon dolaşarak yorgun ve uykusuz geçiren polisin dalgınlığı Rüstem’e derin bir nefes aldırıyor. Öyle ki polis Ne Rüstem’in suskunluğunu görebiliyor ne de elinde pasaport ve biletlerle bekleyen Şefika’nın ellerinin titreyişini.
Sonra trenin o canhıraş çığlıkları duyuluyor. Bu, hayra işaret. Artık kalkma vakti. Yolcular aceleyle geçiyorlar yerlerine. Trenin dingillerinden garip bir homurtu yayılıyor. Bacakları tutulmuş da zor yürüyen bir ihtiyar gibi ağır ağır gidiyor evvel; sonra can geliyor sanki dizlerine. Bunca beklemenin acısını çıkarırcasına hızlanıveriyor birden.
Rüstem bir hoş oluyor. İçi boşalıyor sanki. Ruhu alıp başını gidiyor gibi. Trenin gürültüsü gözlerine koyu bir perde çekiyor. Bir ağırlık, bir yorgunluk, bir keder… Uyuyup kaçmak istiyor her şeyden. İki çocuk ve genç bir kızla Türkiye’ye gidip ne yapacağını ne edeceğini onlara nasıl bakacağını hiç düşünmeden yalnızca uyumak, hep uyumak istiyor. Uyumak ve unutmak her şeyi. Sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi.
…
Rüstem Paşa, Kosova’da dağların kucağında, yeşille sarmaş dolaş olan Zlipotok köyünde yaşıyordu. Adının ‘Paşa’ kısmını hiç kullanmıyordu. Öyle mülayim, sessiz, sakin biriydi ki sanki ‘Paşa’ dense biraz kibir, biraz gurur bulaşacaktı kendisine. Kızıyordu babasına nerden koymuş bu Paşa ismini diye. Zavallı adamcağız ne yapsın? Yıllar geçip gitmiş de tam sekiz kız babası olmuş. Garibim öyle çok oğlan aşkıyla yanıp tutuşmuş ki, “Bir oğlum olsun adını Paşa koycam, paşa gibi büyütcem.” deyip durmuş hep. Sonunda muradı kabul olup dokuzuncu çocukları erkek olunca babası Türk, Sırp, Arnavut ayırt etmemiş tüm köye ziyafet vermiş. Bir düğün havasında karşılanmış Rüstem’in gelişi. Yalnız, Rüstem’in annesi yıllarca beklenen bu erkek çocuğunun isminin bir tek ‘Paşa’ olmasına razı gelmemiş. “Bir de rahmetli babamın adını koyalım yanına.” demiş. Olmuş mu Rüstem Paşa. Çocuğun aklı başına gelip okula başlayıncaya dek bu iki isim ayrılmamış birbirinden. Yalnız, okulda “Adın ne?” diye soranlara “Rüstem” demiş hep. Paşa’sı yalnız kimlikte kalmış.
Rüstem erkenden yatağa girdiği o gece az sonra başına geleceklerden bihaber huzurla uykuya daldı. Daha yatar yatmaz horul horul uyumaya başladı. Niyeti her zamanki gibi gün doğmadan uyanmak, namazını kıldıktan sonra ahıra inip hayvanların yemini koymak; yalağı doldurmak, ahırı süpürüp sonra da tarlaya koyulmaktı. Köylük yerde ancak çok çalışırsan gelirdi bereket. Öyle tembellik edip de ne yapacaktı?
Hanımı Zübeyde ise yatar yatmaz uykuya dalanlardan değildi. Sağa döndü olmadı, sola döndü olmadı. Üstüne bir de Rüstem’in horultuları geldi mi uyumak iyice azap oldu.
İki katlıydı ahşap evleri. Alt katta ahır, yanında küçük bir de samanlık vardı. O gece habire sağa sola sola dönüp gözleri bir türlü uyku tutmayan Zübeyde’nin kulaklarına atları Gece’nin kişnemeleri çalındı. Atın gece gece kişnemesine hayret etti Zübeyde. Yine de korkmadı. Uyku tutmayan yaramaz bir kuzunun koşturması, belki bir kedinin atın bacaklarına dolanması, belki de dağlarda uluyan kurtlardı buna sebep. Zübeyde yine ısrarla uyumaya gayret etti. Sabah kocasıyla beraber erkenden kalkacaktı. Rüstem ahırın işlerini görürken o da tarla için azık hazırlayacaktı. Ancak Gece’nin kişnemeleri giderek arttı. Zübeyde tıkırtılar duyar gibi oldu. Ahşap zemin gıcırdıyor, birbirine karışan hayvan sesleri arasından sanki konuşmalar, bağrışmalar geliyor; sonra yine Gece’nin kişnemeleri diğer bütün sesleri bastırıyor, o ses karanlığın ortasında dalga dalga bütün köye yayılıyordu.
Zübeyde bir an için nefesini tutup bekledi. Duyduğu seslerden emin mi olmaya çalışıyordu? Büyüyen bir çığ gibi seslerin giderek kendisine yaklaştığını, altına gizlendiği yorganın her tarafını kapladığını düşündü. Horlayan kocasının omuzlarını önce yavaşça, sonra şiddetle sarsmaya başladı.
“Rüstem! Rüstem kalk, ahırdan sesler geliyor!”
Rüstem zor açtı gözlerini.
Bir an gün mü doğdu, geç mi kaldım diye telaşa kapıldı. Oysa öylesine karanlıktı ki, kendisine seslenen Zübeyde’sinin yüzünü seçemedi bile.
“Kalk Rüstem kalk, ahırdan sesler geliyor.”
Ahır dediği hemen evlerinin alt katı. Üç beş inek, biraz koyun bir de atları Gece, can yongaları.
Uyanır uyanmaz Rüstem’in kulağına at kişnemeleri, hayvanların bağırışları, ayak sesleri, insan homurtuları çalındı. Sanki bir şeyler yere düşüyor, birileri bağırıyor, kapı gıcırdıyor; nal sesleri bir başlayıp bir susuyordu. Yalnız şimdi konuşan, ondan da öte artık iyiden iyiye bağrışan insanların sesini ayan beyan duyuyordu Rüstem. Hışımla kalktı yatağından. Merdivenlere doğru yürüdü. Aşağı inmeden önce duvarda asılı duran tüfeği aldı. Işığı açmayı dahi akıl edemediğinden karanlığın içinde hiçbir şeyi seçemez hâldeydi.
Korkuyla seslendi:
“Kim var orda?”
Cevap veren olmadı. Yalnız, Gece’nin ayak sesleri, atın her zaman bağlı olduğu yerden, ahırın sol köşesinden değil de ta avluya açılan kapının hemen yanı başından geliyordu.
Rüstem tüfeğini doğrultup bağırdı yine:
“Kim var ulan? Defolun gidin burdan! Elimde tüfek var, vururum sizi!”
Gerçi söylediğine kendi de inanmamıştı ya. Arada bir arkadaşlarıyla ava gitse hiçbir canlıya ateş edemeden dönerdi eve.
Şimdi Rüstem’in ‘vururum’ tehdidiyle atın yanı başında kaç kişi olduğu bilinmez insanlar telaşla Sırpça konuşmaya başladı. Üstelik ayan beyan duyuluyordu artık sesler.
“Bırakıp kaçalım diyorum sana.”
“Olmaz, bu atı almadan gitmem bir yere.”
“Abi gidelim ne olur.”
“Çabuk atla ata. Yetişemez ardımızdan.”
Sesler bir ara kesildi. Yalnız atın huysuzlanmasından Rüstem, adamların ata bindiğini anlamıştı.
İşte tam da o anda, Rüstem canı gibi sevdiği atını kaybetme korkusuyla hiç düşünmeden, hedef almadan karanlığın ortasına tek bir el ateş etti.
Karanlıktan bir “ah” sesi duyuldu. Sesler gitgide yükseldi. Hırsızlardan biri vurulmuş gibi acı içinde haykırıyor, Rüstem’e küfürler savuruyor, lanetler okuyordu.
Yukarıda korkuyla bekleyen Zübeyde, silah sesini duyunca kocasının yanına koştu. Ne var ki o hengâmede ve karanlığın içinde Rüstem, Zübeyde’nin yanına geldiğini fark edemedi bile. Tam o anda acı bir silah sesi yanından vınlayıp geçti. Olan biteni anlayamadı Rüstem. Elindeki tüfeğin tetiğine dokunmamıştı bile.
Rüstem’in hemen ayaklarının dibine “küt” diye bir şey düştü. Sıcacık bir şey…
“Rüstem!” mi dedi düşerken?
“Vuruldum!” mu dedi?
Ayaklarına dolanan sıcaklıktan ılık ılık bir şeyler akmaya başladı Rüstem’in.
Hızlıca yere eğildi.
Avuçlarına ilk gelen şey, Zübeyde’nin koyu siyah, upuzun saçlarıydı. Sonra o gül yanakları, küçücük burnu, titreyen dudakları… Birden Zübeyde’sinin o güzel yanaklarında, burnunda, titreyen dudağında usulca akan, durmaksızın akan o sıcacık şey… Rüstem’in ellerine bulaşan… Yapış yapış yapan… Sonra kokan… Kan kokan… Kan…
Kan kokusu sardı ortalığı. Önce Rüstem’in avuçlarına doldu kan. Sonra yatağına sığmayan bir nehir gibi usul usul taştı o avuçlardan. Rüstem’in o titreyen gövdesine yayıldı. Şimdi, şurada onları bir gören olsa sarmaşık gibi birbirine dolanmış iki bedenin birlikte kanadığını söylerdi.
Hırsızlar atı alıp çoktan gitmişti. Geride kanayan güller gibi kaldı Rüstem’le Zübeyde.
Rüstem abisinin haykırışlarına uyanan Şefika ahıra inince, onların yek vücut olup kana bulanmış bedenlerini gördü. Yalnız, mütemadiyen titreyen Rüstem abisinin omuzlarına inat, ablasının omuzları ve hatta bütün bedeni durgun bir deniz gibi sakindi…
Tıpkı ölü gibi…
Ölü…
Abla diye haykıran Şefika’yla yaralı bir aslan gibi inleyen Rüstem’in sesine bütün köylü uyanıp geldi.
Gün ağardı. Gecenin sakladığı dehşeti gün ayan beyan koyuverdi ortalık yere. Her yer kıpkızıl kan… Kana bulanmış ayak izleri, nal izleri hırsızlarla beraber ahırın kapısından çekip gitti. İzlerin önce rengi soluklaştı, sonra bir bıçak gibi ansızın kesiliverdi.
Çocuklar hiç uyanmaz uykusuna yatmış annelerini beyaz bir çarşafın altında son kez gördüler. İbrahim ne olup bittiğini anlamasa da evin içindeki bu korkunç kalabalık, jandarmalar, ambulans, siren sesleri, hepsi bir dağ olup çökmüştü minicik yüreğine. O dağı, bir ömür boyu sancı gibi saklayacaktı içinde.
Ya Zehra?
Anasının leylak kokulu kızı.
Her sabah anasının bacaklarının arasına bir serçe gibi sıkışıp o upuzun saçlarını önce usulca taratan, sonra ördüren… Anasıyla bir örnek dallı güllü elbise giyinip anası hangi işe elini atsa mutlak bir ucundan tutmaya çalışan… Anası çamaşır kazanını çatarken, evi süpürürken, ocağa yemek koyarken, tavukları yemlerken bir an olsun ayrılmayan onun gölgesinden. Kaşı, gözü, dudağı tıpkı anası olan. Öyle ki bazen Zehra değil de küçük Zübeyde diye çağrılan köy yerinde.
Zehra bildi toprağa bir çiçek gibi ekilenin bir daha topraktan dönmeyeceğini. Hep çiçek kalacağını bildi. Ondandır bütün çiçekleri anası gibi sevdi.
Polisler defalarca sorguya çektiler Rüstem’i. Öyle ki artık ne, ne zaman oldu, nasıl oldu, önce kim ateş etti, kim vuruldu, Rüstem birini vurdu mu, dahası öldürdü mü, karısı nasıl vuruldu, bunları defalarca anlatırken öyle bir zaman geldi ki zihninde her şey allak bullak oldu.
Gecenin bir vakti köye dadanan bu at hırsızları çoktan kaçmış olmalıydı. Köyün civarları didik didik arandı. Ne attan haber alındı ne de bu at hırsızlarından.
Aradan birkaç hafta geçti ki köylü, Rüstem’in hiç de aklına getirmediği bir şeyi fısıldadı kulağına:
“Kaç git buralardan Rüstem!”
“Kendini de kurtar, çocuklarını da!”
“Ya adamları hakikaten vurduysan? Ya öldürdüysen birilerini? Kendine düşman kazandın artık. Sana da ailene de zarar verir bu İblis soyu. Ortalık biraz yatışsın; polisler, jandarmalar buralardan el ayak çeksin, dönersin yine.”
Rüstem bilmese de karanlıkta ettiği tek el ateş bir canı aldı mı almadı, içini bir korku kapladı. Ne varsa elinde avucunda, tarlalar, hayvanlar, oturduğu ev, yok pahasına bir iki günde sattı. Türk pasaportu vardı nasıl olsa. Çocukları da alıp çekip giderdi. Hiç olmazsa o sabiler kurtulurdu ya varsın uzak olsun memleketinden. Kütahya’da akrabalarının yanına sığınırdı ilkin. Elbet onlar Rüstem’e yol yordam gösterir, onu açıkta bırakmazdı.
Rüstem acısını içine gömmüş yola revan olmanın hazırlıklarını yaparken Şefika öylesine masum, öylesine çocuk, gelip sordu. Soru değil de bir yakarıştı aslında:
“Rüstem ağabey, siz gidince ben ne yapacağım buralarda?”
İyi de nasıl alsın götürsün Şefika’yı? Rüstem’in Türk pasaportu anca evlatlarına geçerdi. Şefika’da pasaport ne gezer?
Rüstem’in hiç aklının ucuna gelmeyeni muhtar fısıldadı kulağına:
“Rüstem, yazıktır, günahtır o garibi koma buralarda. Tamam biz bakar, görüp gözetiriz ama yarın birgün bu adamlar gelip ona da ilişmesinler. Hanımının emanetidir sana.”
“İyi de muhtar emmi nasıl alayım ki ben onu yanıma?
“Nikahlan!”
Anasız babasızlığından mütevellit on yaşından beri ablasıyla yaşayan; Rüstem’e yeri geldi evlat yeri geldi kardeş olan bu kızcağızı nikahlamak da nerden çıktı?
Muhtar babacan bir tavırla omzunu sıvazladı Rüstem’in:
“En azından Türkiye’ye geçirinceye kadar tut nikahında.”
…
Tren telaşsız yol alırken Rüstem de çocuklar da uyuyordu. İçine düştükleri bu fırtınada aman boğulmasınlar, azıcık renkli rüyalara, mutlu hülyalara dalsınlar diye tren uyutuyordu onları. Öyle uyuyorlardı ki trenin önce rahvan koşan bir at gibi dağlardan, tepelerden, ovalardan ve nehirlerden süzüle süzüle gittiğini, sonra usulca yavaşladığını, sonra keskin bir gıcırtıyla ansızın durup soluksuz kaldığını fark etmediler.
Rüstem’in başını dayadığı pencerenin önünde, mavi renkli bir tabelada, ay yıldızlı bayrağın hemen altında büyük harflerle yazılmış “TÜRKİYE” yazısını göremediler bile.
Onlar hâlâ rüyalarında Zlipotok köyünün şırıl şırıl akan deresini, kekik kokan dağlarını, çayırda meleşen kuzularını, uzun yeleleriyle bir koştu mu rüzgârı ardında bırakan atları Gece’yi görüyor; şimdi sonsuz bir uyanıklıkta geride bıraktıkları köylerinin yollarında yürüyorlardı.
Rüstem, o at hırsızlarının kim olduğunu, karısını kimin öldürdüğünü hiçbir zaman bilemedi. Nasıl bilebilirdi ki, o gece atlarını çalmaya gelenlerin yıllarca canciğer komşu oldukları Sırp ailenin içip içip de artık zıvanadan çıkmış iki delikanlısı olduğunu? O gece delikanlılardan biri Rüstem’in açtığı ateşle dizinden ağır yaralanmış, Priştine’de bir hastanede günlerce yatıp sonunda tek bacakla taburcu olmuştu. Köylü, bu Sırp ailenin apar topar köyü terk etmesinden şüphelense de kimse bunun üzerine gidemedi.
Bazı şeyler hep böyle sır kalırdı. Ta ki biri kulağınıza fısıldayıncaya dek….