Geç Kalmış Randevu

On sekiz yıl sonra…

Kara Davut Paşa Camii’nde namazı kıldım, serin avluda boş bir bank bulmuş, arkadaşımın gelmesini bekliyorum. Kapıdan hemen çıkınca kemerin altında sağlı sollu iki köşeyi işgal etmiş ayakkabı boyacıları yerel şiveleriyle hararetli bir tartışmaya girmiş, etraftakileri -kedileri bile- rahatsız ettiklerini umursamadan bağırıp çağırarak konuşuyorlar. İnsanlar gibi hava da bugün pek tuhaf. Öğleye doğru yaz sıcağıyla kavrulmaya başlayan sokaklar az sonra yağmura teslim olursa şaşmamalı. Meydanlar seyrelecektir, mağazalar geçici bir müddet dolup taşacaktır. Şehrin sarı benizli insanı toprak kokusunu alınca köyünü özleyip iç çekecektir. Taşra dışarıdır, hava düzeldi mi gerisin geri hatıralar çukuruna gömülecektir.
Taze biçilmiş çimen kokusu kokoreç kokusuna karışıyor. Derken semtin yeni gözde ve güzide mekânlarından bir kahve dükkânının terasında alkışlar, iyi ki doğdunlar, art arda patlayan balon sesleri kaldırımdan geçenlerin dikkatini çekmeyi başarıyor. Dünyanın harcına gözyaşı da kahkaha da katılmış. Dün cenazesine ağlayıp alın yazısına sitem eden insan bugün tutunacak dal diye annesinin karnından toprağa düştüğü âna ve zamana kıymet atfederek teselli yolunu bulmuş.
Biçare insan… Ümit ve yeis arasında sarkaç gibi bir o yana bir bu yana aç ve çıplak heveslerle koşarken zamanın hışmına uğramaktan korunamıyor, kurtaramıyor kendini. Peşimize takılan, bizimle sohbet etmeye can atan kahverengi ceketli adamda kaybedenlerin tanıdık esrarını seziyorum. Para istediği yok, yalnız içini dökesi var. Öyle diyor. Bugün bazı eksiklerden dolayı işe çıkmadığını, yarın tezgâhını açıp çalışacağını anlatıyor. Biraz borcu olduğunu söylerken ağzımızı aradığını tahmin ediyorum. Yolumuz dolambaçlı, yağmurlu ve uzun. Elimizi cebimize atmadan, genç oluşuna vererek ‘kolay gelsin, sana helalinden bol kazançlar’ diyerek -kim bilir hayallerini söndürerek- adımlarımızı hızlandırıyoruz.
Hangimiz ‘kaybeden’ olmaya layıktır? Şu caddede gece gündüz türlü beklentiler uğruna tur atan nicesi umulur ki kırklara karışmıştır. Duaları makbul, bedduaları makbuldür. Yağlı, kirli abalar altında sakladıkları cevheri her önüne gelene altın tepside sunmazlar. Nazlanırlar, benliklerini abartmadan ortalıktan çekilmeyi arzu etseler de gitgide daha görünür bir eşkâle bürünürler.
Kalabalıklar onları sahte yılanlarıyla firavunca yutuyor. Yunusun karnında eriyip sindirilmeden gün ışığına kavuşmaya hangimiz layıktır? İşte orada Yeni Valide Camii’nin köşesinde bir nohut pilavcı müşterilerine yetişmek için çırpınırken az ötede bir seyyar satıcı –ıvır zıvırcı da diyebiliriz- arabayı yokuşa vurmuş, gözü gelen geçende, siftah yapsa içi ferahlayacak. Saçından sakalından kir akıyor, emanet pantolonu dizlerinden patlamış; bir duvara sırtını dayayıp nefes alırken cebinden çıkardığı kirli erikten bir ısırık alıyor. İnsan nasibini kovalar, bu semtte nasibinin insanı kovaladığı da oluyor. Şemsi Paşa’nın denize bakan cephesinde bir Allah adamı martılara ziyafet veriyor: Huu, Hay’dan gelen Hu’ya gider, huuu…
Camiye kapıdan giren tekir kedi cemaat dağılırken pencereden bahçeye atlıyor. Dişlerinin arasına aldığı parmak kadar yavruya yer arıyor, belli. Bir dulda bulsa emzirip doyurmak da icap eder şimdi.
Üç dört yaşlarında bir kız çocuğu ağzından çıkardığı simit parçasını ağacın dibine atıyor. Anne kedi bugünlük tayınını kaptığı gibi gözden kayboluyor. Kahverengi ceketliyi bir iki saat kadar sonra sahilde şapur şupur dondurma yalarken görmemiz hoş sürpriz oluyor. Gözlerinin içi gülüyor bize tekrar rastladığı için. Diyorum, üç günlük âlemde kim aradığına vasıl olmamış, kimin yüzünde güller açmamış ki?
Arkadaşım onca vakitten sonra suskunluğunu bozarak küskün sanatçı efkârıyla çevresini kıyasıya eleştiriyor. Kimlik onun dert ettiği temel meselelerden biri. Neydik, ne olduk? Nereden geldik nereye gidiyoruz? Su, yatağını buluyor. Hayat akıp gidiyor. Fakat insanoğlunun ilerleme sevdasıyla fıtratını değiştirip bozuncaya kadar çizmeyi aştığı yerde artık bir huzur ve huşudan bahsetmek mümkün müdür? Yaşama gayesini unutmuş, yolunu kaybetmiş ince ruhların inançtan başka dayanağı da kalmamış iken hâlâ estetikten dem vurarak para kaynaklarını çalgı çengi tayfasına akıtmak, bunu yaparken doyuma ulaşmak, Platon’un ‘kusursuzluğu taklit ediyor’ diye devletine almadığı sanatçılara bir darbeyi de ortamı vasata teslim ederek vurmak doğru mudur? Değildir. Âdemoğlu’na Allah’tan ruh üflenmiştir; o ne bitki ne böcektir.
Üsküdar’ın havası mı suyu mu, bizi çarpıyor. Azıcık dinlenelim, kafa dağıtalım diye niyetlenmişken epey dolmuşuz. Anlaşıldı, bugün ağır imtihanlardan geçeceğiz. Güneş bir görünüp bir kayboluyor.
İstikamet Ay Vakti. Bu saatte bizi ancak keyifli bir sohbet paklar.
Selman-ı Pak’tan derginin bulunduğu sokağa sapıyoruz. Tabeladaki yazı solmuş, zor okunuyor. Dergiye çıkan dar merdivenlerden ürkek adımlarla geçiyoruz. İçeri girdiğimizi görünce masasından doğrulan Şeref Ağabey ismimi zikredip hoş geldiniz diyerek beni afallatıyor. Çaydı, tuzlu atıştırmalıktı, hoşbeşti derken fırsattan istifade sebebi ziyaretimi açıklamak üzere çantamdan çıkardığım mektubu uzatıyorum. Bu defa şaşırma sırası Şeref Ağabey’de. Ta 2008’den kalma kâğıtta ‘Ay Vakti Üsküdar’da. Gel görüşelim.’ yazıyor.
‘Hakkınızı helal edin, 15 yıl geç kaldım!’ diyorum.
Geç de olsa, bir hakkım varsa o hakkı bir sır bir hazine niyetiyle almaya geldim. Gassal önünde meyyit olmaya geldim.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Bir-İki Erzurum-III- / Şeref Akbaba
Ümit ve Korku Arasında… / Ay Vakti
Keçecizâde İzzet Mollâ’ya Göre Edirne’nin Mânâ Kut... / Selami Şimşek
Aforizmalar / Naz
Ruh Çiçeği   / Muhammed Korkmaz
Tümünü Göster