Nefes

“Her nefeste Allah adın de müdam
Allah adıyla olur her iş tamam”

Neyzen üfledi kamışa. Derinden çektiği nefesini topladı, döktü. Parmakları kimi gümüş kimi şimşir boğumlar arasında gidip geldi. Nefes, uzun sarı kamışı inletti acı acı. Taze yaradan akan kan gibi sızdı etrafa ve duyan kulakları acıttı, gözleri sızlattı.
Bir gece yarısı şehrin koca kayaları oynadı yerinden. Yüzyıllardır yere mıhlı köprünün ayakları karıncalandı. Sular dağlardan taşlardan düşe düşe, bir hışımla çarpa çarpa, önüne kattıklarıyla ve ardına taktıklarıyla kabardı, coştu ve taştı şehrin üstüne. Dar sokaklar yokuş aşağı çağladı da şelaleler gibi, kimseler yolunu kesemedi, sel şehrin nefesini kesti. Şehir soluksuz, amansız inleyerek aktı gitti acı acı… Sırtını verdiği dağ önce toprağa sonra suya karıştı. Kavaklar uğuldadı ve ıslık çaldılar ha bire. Yıkık kilise biraz daha yıkıldı. Ahali ise kaçabileceği yerleri aradı, buldu ve sığındılar Yaradan’ a. Yaradan’dan göğe “Suyunu tut” yere de “suyunu yut” emri gelinceye dek şehir nefes nefese kaldı çamurlu sularda. Neden sonra yağmurlar dindi ama geride bataklığa dönmüş sokaklar ve balçıkla kaplı bir şehir bıraktı.
Neyzen üfledi kamışa. Kamış sevgiliden ayrılan hurma dalı gibi inledi durdu. Ağıtlar yaktı selin götürdüklerine. Çocuklar perişan kıyafetlerinin altına takunyalarını giyer giymez koşturmaya başladılar. Sokaklardaki çamurları, çakılları çiğneye çiğneye Kuru Köprü ‘ye ulaştılar. Köprü gilaburu ve alıç ağaçlarıyla kaplı vadiye kurulmuştu. Koca ayaklarının arasından, asırların su diye aktığı bu yapı, sağ yanını yığma taş duvara, sol yanını ise gümüş yapraklı kavak ağaçlarına yaslamıştı. Çocuklar her zamanki gibi kavakların kabuklarını soyup düdük yapmadılar; bu kez nefeslerini tuttular, hışımla gelen ve köprüyü tepeleyip aşan suyun süklüm püklüm, utana sıkıla geri çekilişini izlediler. Çok sürmedi, bir bir yüklenmeye başladı evler arabaların sırtına. Son nefesini verenlerin yasını yüklendi kadınlar. Şivan kopardılar mezarlığa dönen kenti terk ederken ve nice ağıtlar yaktılar. Toprak yol, ayakları acıtarak uzayıp gitti. Arabalar her an dağılıverecekmiş gibi nefesi tıkana tıkana yokuşu tırmandılar. Yan yatmış söğütlerin gölgesi uzayıp kısalırken ayakta zor kalabilen minarede bir adam keskin nefesiyle “kurtuluş burada”… diyordu. “Hayyales Salah…
Hayyalel Felah”… Rüzgar dalların arasından geçe geçe bu içli nefesi toprak yola kadar getirdi. “Haydi dönün evlerinize, mabetlerinize sahip çıkın, yıkıklarımızı birlikte onaralım, ölülerimize beraber ağlayalım”. diyordu.
Minareden inmedi adam. Kilometrelerce, kıvrıla kıvrıla, yokuş yukarı, bayır aşağı uzayıp giden toprak yolu izledi durdu. İkindi, akşam, yatsı derken yıldızlar döküldü ortaya. O ise bıkmadan, usanmadan, nefesi yettiğince her gün beş defa Allah’a çağırdı metruk şehrin kayıp insanlarını. Güzel işler yapan ve “ben Müslümanlardanım” diyen bu adamı sadece, başlarındaki kavuklarla kenti mühürleyen taşlar dinledi . Kabir sakinleri yerlerinden fırlamak için İsrafil’in “kalk” nefesini bekliyordu. Onlar bu dünyadaki hoş sedalarını, ses ve soluklarını uzun servilerin pul yapraklı kozalaklarına emanet edip gitmişlerdi.
Güzel sözlü adam minareden indi, kazmayı küreği kaptığı gibi kavakların altında buldu kendini. Küçük bir oda yaptı ve gecelerini burada dua ve niyazla geçirmeye başladı. Suskun şehrin yıkık evlerine ağladı durdu. Gündüzleri ise yıkıntılar arasında kayıplarını aradı, yere kulak verip bir ses duymaya çalıştı. Yitip giden canlara bir nefes edip içli içli dualarla gözyaşı döktü ve gidenlerin dönüşünü bekledi.
Neyzen derin bir nefes aldı dem-i İsa gibi ve kapattı gözlerini. Vatanını çoktandır terk etmiş olan uzun ve dertli kamış inlemeye başladı. Bir ferahlık yayıldı etrafa. Hak yolunda salikin “hu” çekişi gibi bir serinlik, bir genişlik peyda oldu. Gece aydınlandı…
Minaredeki güzel sözlü adam ise çağrısını yineledi durdu bir şehir dolusu enkazın üstünden. Adem’e üflenen nefha gibi, o da Hüda’nın katından bir rahmet diledi. Bir ruh istedi Yaradan’dan; Düşen kentin halkını yerden kaldıracak bir ruh…
“Es sala”… diyerek başladı yanık yanık. İki şerefeli minarenin şavkı toprak yola düştü ve birkaç gölge
belirdi. Son nefesini yıkıntılarda ve çamurlu sularda verenlerin yasını yüklenen kadınlar ve erkekler bir bir görünmeye başladı uzakta. Yükleri bu defa daha ağırdı. Geride kalanlara bir nefes olmak için dönüyorlardı, elleri, kolları ve yürekleri dolu dolu… Geliyorlardı şimdi ve arkalarından koca bir memleket geliyordu.
Yeniden aydınlandı ortalık. Bir ferahlık yayıldı ve bir genişlik peyda oldu. Yetimlerin başı okşandı, onların gönlü ve gülüşü alındı. Koskoca bir beden içinde tek yürek oldu millet; ihya için ve yeniden inşa için kollar sıvandı.
Bir ferahlık yayıldı, bir genişlik peyda oldu ve gece aydınlandı. İyilik orduları merhameti kuşanıp yetiştiler kentin imdadına.
Minaredeki adam selayı bitirip başka bir bahir açtı:
Merhaba ey sırrı Furkan merhaba
Merhaba ey nur-u Rahman merhaba

Merhaba ey can-ı canan merhaba
Merhaba ey derde derman merhaba…
Bir ferahlık yayıldı etrafa, bir genişlik peyda oldu ve geceler aydınlandı.
Neyzen üfledi kamışa.
Derinden çektiği nefesini topladı, döktü

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

“Nur Topu Günlerin Kanına Girdim” / Şeref Akbaba
Seçme İradesi / Ay Vakti
Nefes / Züleyha Kayaoğlu Eker
Depremin Vebali / Semra Saraç
Sezai Karakoç’u Yazmak İsterken-III  / Semra Saraç
Tümünü Göster