BAY ŞAİR – Dönelim… (Odaya bakar) “Senin odan gün ışığı en güzel müzik bana’’
BAYAN YAZAR – Önce odaya döndün galiba?
BAY ŞAİR –Evet. Şimdi de Yazar’a dönelim. Hem ben ona alışmışım. Nerede kalmıştık?
BAYAN YAZAR – Gün ışığının müzik olduğunu düşünmüş müydün hiç?
BAY ŞAİR –Şiir, senin odan diyor, ve o oda gün ışığına benzetiliyor ki, (kelime kelime
söyler) evet, ben de, senin, odanı, düşünmüştüm. (Tekrar odaya bakarak) Şu anda da öyle
olduğunu düşünüyorum. Hayır! Düşünmekten öte bu, (gözlerini kapar) o müziği ruhumda
duyumsuyor, yaşıyorum. (Biraz sessiz) Güzel. (Daha sessiz) Çok güzel.
BAYAN YAZAR – (Onun hissettiklerini hissetmek ister gibi Şair’e bakar ve susar. Bir süre
sonra, Şair bir rüyadan uyanmış gibi gözlerini açar. Bayan Yazar, Şair’in odaya adaptasyonu
için az bekledikten sonra) Hâlâ duyuyor musun?
BAY ŞAİR – Neyi?
BAYAN YAZAR – Müziği.
BAY ŞAİR –Tabii, gözlerim kapalı İstanbul’u dinlemek kadar çok değilse de, duyuyorum.
Ama gözlerim kapalı bir başka duyuyorum.
BAYAN YAZAR – (Kalkıp pencerenin önüne gider ve pencereyi açar, içeriye bir bahar
esintisi dolar. Arkası dönük, pencereden dışarı bakarak okur) “İstanbul’u dinliyorum, gözlerim
kapalı / Önce hafiften bir rüzgâr esiyor; / Yavaş yavaş sallanıyor / Yapraklar, ağaçlarda; /
Uzaklarda, çok uzaklarda, / Sucuların hiç durmayan çıngırakları / İstanbul’u dinliyorum
gözlerim kapalı’’ (Orhan Veli)
(Bayan Yazar, yüzü Şair’e bakacak şekilde yan döner. Yüzü, keskin güneş ışığı içinde kalır.
Bay Şair, dirseklerini dizlerinin üstüne koymuş, bir elini yumruk yapmış, diğer eliyle de o
yumruğunu kavramış ve çenesini yumruklarının üstüne koymuş şekilde Yazar’a bakıyordur.)
BAY ŞAİR – Çok güzel şiir okuyorsun.
BAYAN YAZAR – Teşekkürler.
BAY ŞAİR – Ben yazayım, sen oku.
BAYAN YAZAR – Olur.
BAY ŞAİR – Ne kısa bir cevap.
BAYAN YAZAR – Duymak istediğin böyle müspet bir cevap değil miydi?
BAY ŞAİR – Olumlu ve uzun bir cevaptı.
BAYAN YAZAR – Başka ne dememi isterdin?
BAY ŞAİR – Sözünün bitmemesini, sesini hep duymayı.
BAYAN YAZAR – “Yeryüzü tam üç ay ağzını kapar, hiçbir şey söylemez, susar; ama
ilkbahar gelince, gönlünden neler çıkacağını, neler bitireceğini bilir.’’ demiş Mevlana(Divân-ı
Kebir, Seçmeler, I,291, b.2018).
BAY ŞAİR – Zamanı gelince diyorsun…
BAYAN YAZAR – Evet, zamanı gelince. (Bir an) Gerçi şimdi mevsim ilkbahar ama…
(Sözünü tamamlamaz. Gözlerini alan güneşten uzaklaşmak için bir iki adım ilerler. Yüzü
güneşten kurtulmuş fakat vücudu güneşte kalmıştır. Güneş içindeki elini güneşe uzatıp eline
bakarak, [eli, yarı şeffaf görünüm almıştır]) Ben sanki ışıkla duyuyorum. Gözlerim
kapalıyken, senin ve Orhan Veli’nin aksine, anlamakta zorluk çekiyorum. Dinlerken,
düşünürken gözlerim açık olmalı. Yoksa düşünemem sanıyorum. (Bir an) Güneş demetinin
güzelliğine baksana.
BAY ŞAİR – Bakıyorum.
BAYAN YAZAR – Bana bakıyorsun…
BAY ŞAİR – Sen camların karşısında, ışık içindesin, farkında değil misin?
BAYAN YAZAR – Pardon. (masasına doğru yürür ve önceki yerine oturur.) İzninle sorumu
tekrarlayacağım: Senin odan, deyişindeki odayla nispetini keserek, sadece gün ışığının müzik
olduğunu düşünmüş müydün?
(Bay Şair, önceki pozisyonda, sadece elleri üstündeki çenesini hafif kaydırarak yüzünü yazara
çevirir. Düşünerek bakar.)
BAYAN YAZAR – Evet?
BAY ŞAİR – Onu, sen düşünmüşsündür. (Duraklar, ardından) Oda hiç kimsenin odasıdır, ya
da herkesin odasıdır. Ya da oda hiç yoktur sadece ışık vardır, nerede olursa olsun. Odadaki ve
duvarlarındaki gün ışığından, dağ başına uzanan, denizde yansı yansı serinleyen ve sarı
bozkırda yanan günışığına dek düşünmüşsündür. Göz alabildiğine gördüğün ışık gibi bir
müzik başını alıp gitmiştir. Eminim, ışıkta müziği görürken duymuş, duymuşken
görmüşsündür. Ama…
BAYAN YAZAR – Evet?
BAY ŞAİR – Herhangi bir odada ki ya da herhangi bir yerde ki ışıktır işte. Yani ne benim ne
Karakoç’un bahsettiği değildir.
BAYAN YAZAR – O zaman şiir, dize falan bırakmadım ortada.
BAY ŞAİR – Bırakmadın maalesef. İşaret edebilecek kadar yakın ve belirli bir kişiye ait bir
odayı, belirsiz ve bilinmeyen bir yere dönüştürdün. Sadece ışık kaldı. Oysa Karakoç’un o ışığı
görmesi bile, o işaret ettiği kişiye bağlanmış. Günışığının sebebi o kişinin varlığı, ve o odayı
öyle görmesinin sebebi de o kişiye ait olması. Yoksa şiirdeki günışığının, her yerdeki
günışığından ne farkı olurdu?
BAYAN YAZAR – (Biraz mahcup, belli belirsiz gülümseyerek) Direkt gün ışığından
bahsetmek de fena değildi ama…
BAY ŞAİR – Yok canım, neden fena olsun… Işık işte.
BAYAN YAZAR – O kadar az mı?
BAY ŞAİR – Az anlamında mı dedim? (Bayan Yazar, doğru soruyu ararken) Eğer, eh işte,
anlamında dedin, diyeceksen… Yok canım, ışık nasıl geçiştirilir ki, bütün güzellikleri
görebilmek için, uyku hariç (çünkü uyku ışık istemiyor ve aydınlık rüyalar dahi
gözkapaklarının karanlığında görülüyor), gerekli…
BAYAN YAZAR – Hayır, her günkü günün sıradanlığı anlamında dedin, diyecektim.
BAY ŞAİR – “Işık işte.’’ derken, tam ve yerinde söylemişim o zaman. Çünkü senin sözü
dönüp dolaştırıp getirdiğin yer, ışığı bu olağan giysisiyle sunmak oldu. Yine de…
BAYAN YAZAR – Yine de?
BAY ŞAİR – Yine de az diyorsan… (Ki dersin, çünkü sen onu, günlük elbisesi içinde
seviyorsun.) Senin açından bakayım mı ona?
BAYAN YAZAR – Lütfen…
BAY ŞAİR – Onda duymadığın, bulmadığın şey kalmıyor. Sesi-müziği buluyorsun, kokuyu
buluyorsun, zamanı buluyorsun, sonu-sonsuzluğu, hiçliği ve her şeyi buluyorsun vs.
buluyorsun da buluyorsun.
BAYAN YAZAR – Bu kadar çok şeyi bulacağımı nereden biliyorsun?
BAY ŞAİR – Yazdıklarından. Bunları içeren veya buna benzer şeyleri içeren bir iki yazını
okumuştum.
BAYAN YAZAR – Birinin olsun, başlığını hatırlıyor musun?
BAY ŞAİR – Hayır. Olmayan başlığı hatırlayamam. Ben okuduğumda müsvedde
hâlindeydiler. Sonra nasıl bir şekil aldılar ve hangi başlığı koydun bilmiyorum.
BAYAN YAZAR – Müsvedde mi! Belki de silmişimdir. Belki de -en iyimser ihtimalle-
kurumuş kalmış çiçekler gibi, öylece unutulmuşlardır bir dosyanın içinde.
BAY ŞAİR – Olmadı, olmadı! Bu kadar ihmal olmadı! Oysa onlar…
BAYAN YAZAR – Evet, onlar?
BAY ŞAİR – Çok fazla mübalağayla, öyle ki mecnunluk eseri var gibi taşkınca yazılmıştı.
Bir el erimi uzaklığındalar, bir el atsan tıpkı şu dizelerdeki gibi dirilmeye hazırlar:
“Ölüler diriliyor otlar göğeriyor yeniden
Bir bahar bastırıyor yeşil patlıyor ovalar ve tepelerde
Yalnız iki kuru ağaç kalıyor tam orta yerde
Kuşlar arılar böcekler ve kelebekler
Yalnız onların çevresinde dönmekteler
Yalnız onlara dönük bütün çiçekler
Herşey kendini onlara çevirir onlara ekler
Kurumuşlar fakat yalnız onlardan bekler
Canlanıp dirilmeyi geçmiş zamanlar ve gelecekler’’
BAYAN YAZAR – Leyle ile Mecnun’dan?
BAY ŞAİR – Evet. Tıpkı o aşk gibi, yazdıkların da, yazılanlar da, -bugün taşa yazmasak da,
yazının sihirli gücü bu- geçmiş ve gelecek zamanın diri kalmasını sağlar.
BAYAN YAZAR – Dediğin gibi taşkıncaysa, hani şu Leyla’nın Mecnun’u gibi coşkun ve
taşkıncaysa, belki de mecnun isminden rahatsız olanlardır o yazılanlar. O yüzden
bırakmışımdır.
BAY ŞAİR – Ama başlamışsın…
BAYAN YAZAR – Belki taşkınca başlamamışımdır. “Sessiz durgun bir havada güvenli
güvenli giderken’’ Yani böyle usul bir girişle yazmaya başlamışken, sonra:
“Çölün hortumuna mı yakalandım yoksa ben birden
Doğuya gidip gidip de güneşe mi yaklaşsam
Bir ateş tuğlası gibi yanıp olsam bir cam
Onu Leylâ’nın düğününe armağan ederler mi
Yoksa bunda da Mecnun’dan eser var derler mi
Kırıp atarlar mı külümün ateşinden yaratılan camı
Beni hatırlatıyor diye koğarlar mı akşamı
Ülkelerinden, ocak ve lâmbalarından
Lânetlenir mi onlarca bana şahit oldu diye zaman
Bana ve bin bir başlı yazgıma şahit oldu zaman
Bana düşüme ve hayal çağıma ağıt oldu zaman
Diye onlar güneş saatini kırarlar mı, kırarlar mı’’
(Duraklar ve ardından) Belki de yazılanların bir kısmı Mecnun’un bu Karabasan’ın akıbetine
uğrayacak diye bırakmışımdır.
(Devam edecek…)